Birinci İnönü Zaferi’nin sağlamış olduğu olumlu hava, yurt içinde ve yurtdışında Türkiye lehine önemli sonuçlar doğurmuştu. Halkın ve ordunun morali yükseldiği gibi askere almalar ve iç ayaklanmaların bastırılması da kolaylaşmıştı. Ayrıca İtilaf Devletleri arasında Anadolu’nun işgali ile ilgili görüş ayrılıkları başlamıştı. İtalya ve Fransa uzlaşmadan yana idiler. Londra Konferansı bu gelişmelerin sonucu olarak gündeme gelmişti.
Ankara’nın gündemi ise çok yoğundu. Herkes ulusal kurtuluştan yana bir şeyler yapma çabası içinde idi. Ortaöğretim Genel Müdürü Kazım Nami Duru, mütevazı odasında günlük rutin işleri ile uğraşırken birden kapı açılarak içeriye genç bir subay girdi. “Ben batı Ordusu Genel Kurmayından İsmet.” diye kendini tanıtırken Kazım Bey ayağa kalkarak, “hoş geldiniz.” dedikten sonra oturması için yer gösterdi. İsmet Bey oturduktan sonra hemen söze başlayarak “Biz orduca bir İstiklâl marşı yazılmasına karar verdik. Güftesi için beş yüz, bestesi için bin lira vereceğiz. Gerek beste ve gerek güfte için bir yarışma açmanızı istiyorum. Rıza Nur Bey’e müracaat ettim size gönderdi.” diyerek sözlerini bitirince “Baş üstüne.” diyen Kazım Bey hemen işe başladı. İşte İstiklal Marşı’mızın yazılması için ilk adım böyle atıldı. Abdulhak Hamit, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Faruk Nafiz, Cenap Şahabeddin, Yusuf Ziya, Mehmet Emin ve Orhan Seyfi gibi dönemin ünlü şairleri İstanbul’da bulunuyorlardı. O günün koşullarında bu sanatçılarla iletişim kurmak zor olduğundan eldeki olanakların değerlendirilmesine karar verildi. Önce okullara yarışma koşullarına ilişkin bir genelge gönderildi. Daha sonra da Ankara’da çıkan Hâkimiyet-i Milliye gazetesine ilan verildi. Katılım çok fazla idi. Kısa bir süre içinde 724 eser gelmişti. Eser gönderenler arasında Kazım Karabekir, Hüseyin Suat Yalçın, İsak Ferrara, Muhiddin Baha Pars ve Kemaleddin Kamu gibi tanınmış isimler de vardı.’Gelen eserler Milli Eğitim Bakanlığında oluşturulan bir kurul tarafından titizlikle incelendi. Hepsi de vatan sevgisi, özgürlük ve bağımsızlık içeren eserler olmasına karşın, kurul hiçbirisini ulusal marş olmaya değer bulmadı.
Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Hasan Basri Çantay ve Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Beyler bu işi ancak Mehmet Akif Bey’in yapabileceğine inanıyorlardı. Mehmet Akif Bey ise işin içinde ödül olduğu için yarışmaya girmemişti. Ulusal marşın ödülle yazılabileceğine inanmıyordu. Fakat Hamdullah Suphi ve Hasan Basri’nin ricalarını kıramayarak marşı yazıp, bakanlığa teslim etti. O günlerde cephede durumlar iyi gitmiyordu. Kütahya ve Eskişehir Muharebeleri’nde ordumuz Sakarya’nın doğusuna çekilmişti. Eskişehir düşman işgaline uğramış ve harekât merkezinin Ankara’dan Kay-seri’ye taşınma hazırlıkları başlamıştı. Bu sıkıntılı günlerde Hamdullah Suphi Bey, Akif’in şiirinin önce cephede asker arasında okunmasına karar verdi. Ne de olsa marş yazılması teklin ordudan gelmişti. Bu nedenle şiir Batı Cephesi Komutanlığına gönderildi. Okunduğunda asker üzerinde büyük bir moral kaynağı olmuş ve çok beğenilmişti.
Askerin beğenisini kazanan şiir 12 Mart 1921’de Meclis’te okunduktan sonra alkışlarla kabul edildi.
Akif’in yazdığı güfteye en sert eleştiri Kazım Karabekir’den geldi. Kazım Karabekir, 26 Temmuz 1922’de Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’e yazdığı mektupta yarışma sonucunun iptal edilerek kendi yazdığı parçanın kabul edilmesini istiyor ve eleştirilerini şöyle sürdürüyordu: “Akif Bey’in şiiri pek yüksek ve muhteremdir. Ancak milletin vicdanından çıkacak bir feryat değil, muhterem şairin halka hitabesi-dir. Arkadaş hitabesiyle söylenen satırlarında, millete başka biri hitabediyor ki halk bunu okurken şahsiyeti küçülecektir… Düşmanlarımız Türkler kabiliyetsizdir medeniyet kabul etmez derken milletimizi ‘medeniyet canavardır’ diye bağırtmak doğru olur mu?
Hilal ve Cenab-ı Hakk’a münacat kısımları ilahiye yakışır ve marşta maneviyatı kırar… Hûda ve cüda gibi kafiye hatırı için sözleri halk söylemez. Marşın güftesi de bestesi de halkın seviye ve harsına uygun olmalı…”2
Kazım Karabekir’in İstiklal marşı olmasını istediği şiiri ise şöyle idi:
Ya istiklal ya ölüm
Ya istiklal ya ölüm
Vatanım milletim sancağım evim
Istiklalsiz yoktur yerim
Zincir vurdurur mu Türkler boynuna
Varlığı fedadır vatan yoluna
Biz tarihin Türk dediği yılmaz milletiz
Hür yaşar hür ölür nurlu ümmetiz
Karabekir Paşa, Akif’in şiirindeki bazı sözcükleri, ilahiyi çağrıştırdığı için eleştirirken kendi şiirinde nurlu ümmet kavramını işlemesi, ondaki çelişkinin açık bir ifadesidir. Fakat her şeye karşın güftede bir değişikliğe gidilmediği gibi Paşa da bu konu da fazla ısrar etmedi.
Sıra beste yarışmasına gelmişti. Bu yarışmaya 24 sanatçı katıldı. Fakat ülkenin içinde bulunduğu zor koşullar nedeniyle sonucu belirleyecek bir değerlendirme yapılamadı. Bu nedenle Akif’in güftesi yurdun çeşitli yerlerinde farklı bestelerle okunmaya başlandı. Bestekârların çoğu müzik öğretmeni olup her biri görev yerlerinde kendi bestelerini okutarak kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlardı. Örneğin, Edirne’de Ahmet Yekta Madra’nın, İzmir’de İsmail Zühtü Bey’in, Ankara’da Osman Zeki Bey’in, İstanbul’da Ali Rıfat Çağatay ve Zati Arca’nın besteleri okunuyordu. Bu durum birkaç yıl devam ettikten sonra 1924’te Milli Eğitim Bakanlığında toplanan bir komisyon, yaptığı değerlendirme sonunda Ali Rıfat Çağatay’ın bestesini kabul etti. Böylece ülke genelinde beste birliği sağlanmış oldu.
Milli Eğitim Bakanlığının yaptığı elemelere, Zati Arca itiraz etmişti. Eleştirilerini bir rapor haline getirerek bizzat Atatürk’e teslim eden Zati Bey raporunda özetle:
Alaturka musiki ustası olan Ali Rıfat Bey’in batı müziğinde başarılı olamadığı,
Eserinde çok önemli armoni hataları yaptığı,
Seçici kurulun uzmanlardan oluşmadığı,
Kurul başkanı Semih Rıfat’ın Ali Rıfat’ın kardeşi olduğu ve değerlendirmelerin objektif olmadığı iddialarını öne sürerek elemelerin iptal edilmesini istiyordu. Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak’ın da görüşünü aldıktan sonra eleme sonuçları iptal edildi. Fakat ülkenin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle, şimdilik yeni bir değerlendirmeye de gidilmedi.
Seçim sonuçlarını beğenmeyerek kendi bestesinin en iyi olduğunu düşünenlerden biri de Osman Zeki Bey’di. İstanbul’da saray orkestrasının şefi olan Osman Zeki Bey, arkadaşları ile beraber kaçarak Ankara’ya gelmişti. Ankara’da Rumeli Muhacirleri yararına düzenlenecek olan konserde orkestrayı o yönetecekti. Gündemin ilk maddesine İstiklal Marşı alınmıştı ve Osman Zeki Bey kendi bestesini okumaya kararlıydı. Konser 11 Aralık Pazar akşamı başlamıştı. Atatürk salona girince orkestra hemen İstiklal Marşı’nı çalmaya başladı. Herkes pür dikkat marşı dinliyordu. Marş bitince Atatürk’e yaklaşan Osman Bey “Paşa’m İstiklal Marşı’mız budur.” diyerek paşayı selamladı. Atatürk de “Allah razı olsun Osman Bey, çok beğendim, aferin!” dedi. O günden sonra İstiklal Marşı’mız Osman Zeki Bey’in bestesi ile okunmaya başlandı.
Zaman içinde Osman Bey’in bestesine de çeşitli eleştiriler yapıldı. Bu eleştirileri kısaca şöyle özetleyebiliriz.
Bestenin, İstiklal Marşı’nın güftesi görülmeden yapıldığı, Beste hazırlanırken Karmen Silva Opereti’nden alıntılar yapıldığı, Bestenin çok ağır olduğu ve Kurtuluş Savaşı dinamizmi ile çeliştiği Osman Bey ilk iki iddianın doğru olmadığını söylerken üçüncü iddia için de “metronomu 1 dörtlük 80 olan parçanın ağır sayılamayacağını, ağır çalınmanın orkestra şeflerinin hatası olduğunu” söyledi.
Kendisine, marşın plaklardan dinlenildiği zaman da ağır geldiğinin hatırlatılması üzerine şöyle cevap vermişti.
“Sahibinin Sesi Müessesesi, orkestrayla marşı çalmamızı istemişti… Teknisyenler bunun pek hızlı bir marş olduğunu dolayısı ile plağın yarısını doldurduğunu söylediler. Bu nedenle plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı istediler. Bu teklifi kabul edemezdim. Aklıma bir şey geldi. Marşı biraz ağır çalalım. Böylece plak dolar, sonra çalınırken gramafon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter dedim. Bu fikir uygun bulundu ve öyle yapıldı; fakat sonradan böyle bir fikir vermekle hata ettiğimi anladım. Çünkü marş çalınırken gramafonun hızlıya ayarlanması gerektiğini kim bilebilirdi ki! Nitekim bu yüzden İstiklal Marşı plaklar vasıtası ile ağır bir marş olarak dünyaya yayıldı.”