Osmanlı Devleti’ın başlarında dünyanın en büyük askeri ve siyasi gücü idi. O kadar ki tek yanlı bir irade ile dünya gündemini belirleyebiliyordu. Bu durum ona özgüveni de aşan bir üstünlük duygusu kazandırmıştı. Bu nedenle yabancı ülkelerde elçilik açma gereğini bile duymadan üstünlüğünü XVI. yüzyıl sonuna kadar korumayı başardı.
Bu arada batıda da önemli gelişmeler yaşanıyordu. Rönesans ve Reform hareketleri ile sanat, bilim ve düşüncenin önündeki engeller kaldırılırken, Coğrafi Keşifler’le güçlü bir ekonominin temelleri atılıyordu. Batıdaki bu kalkınma hareketi XVII., XVIII. ve XIX. yüzyıllar boyunca ivme kazanarak devam etti. Osmanlı Devleti ise bu gelişmeleri izlemek şöyle dursun, Kanuni Dönemi’nin bile gerisinde kalmıştı.
İngiltere, Fransa, Avusturya, Prusya ve Rusya on altına yüzyıla oranla oldukça güçlenmişlerdi. Osmanlı Devleti ise tek başına dünya gündemini belirleyecek gücünü çoktan kaybetmişti. Yaptığı savaşlarda yenilgiler aldığı gibi toprak kayıplarına da uğruyordu. 17. yüzyıl boyunca güç ve şiddet kullanarak duraklamayı aşmak istedi ise de bunu başaramadı. 18. yüzyılda yaptığı ıslahatlara karşın gerileme sürecine girmiş 19. yüzyılda ise dağılma belirtileri başlamıştı.
Osmanlı Devleti’nin gerilemesine ve dağılmasına neden olan etkenleri açıklamak bu satırların amaç ve kapsamı dışında olduğundan burada yalnızca istihbarat ve diplomasi yetersizliğine ilişkin iki örnek üzerinde duracağız.
Osmanlı Devleti’ni 19. yüzyıldaki gelişmelerle birlikte değerlendirecek olursak şunları görürüz: “Batı’yı oluşturan değerler sistemini tanımıyor. Batı uygarlığının ana bileşenlerini bilmiyor. Batı’nın devlet, hukuk ve siyaset felsefesini anlayacak birikimlere sahip değil. Ekonomik gelişmelerin önemini yeterince kavramış değil.”
19. yüzyıla kadar hiçbir yabancı ülkede temsilcilik açmadığından bu ülkelerde kendi aleyhine gelişen olayları ya bilmiyor ya da çok geç öğrenerek fırsatları kaçırıyor.
Dünya, imparatorluklar çağını yaşıyordu. Her imparatorluk ise bünyesinde çok farklı toplumları barındırmaktaydı. Bu yıllarda başlayan Fransız İhtilali ise dünya gündemine bomba gibi düşmüştü. Ulusçuluğu bayraklaştıran ihtilal, imparatorlukların korkulu rüyası idi. İhtilal öncesi bir imparatorluğun tebaasını oluşturan farklı toplumlar ve etnik unsurlar ihtilalden sonra, ayrı bayrak, ayrı devlet ve ayrı vatan istiyorlardı. Bu ise imparatorlukların sonu demekti.
İngiltere, Avusturya ve Rusya gibi çok uluslu devletler dağılmamak için ulusçu söylemlere karşı önlemler alırken, Osmanlı Devleti yaklaşan tehlikenin farkında bile değildi.
başarılı olup, kral ve kraliçe idam edilince İstanbul’daki ızlar ihtilalin simgesi olan kırmızı kokartlar takarak elçiliğin önünde eylem yapıyorlardı. Kırmızı kokartlardan ve yapılan eylemlerden Avusturya ve Prusya çok rahatsızdı. Bu nedenle temsilcileri aracılığı ile Osmanlı Devleri’ne başvurarak tehlikeye işaret etmişlerdi. Osmanlı Devleti Dışişleri Bakanı (Reisülkuttap) Raşit Efendi ise yabancı elçilere kendinden emin ve rahat bir tavırla “Dostlar, biz bir İslam ülkesiyiz, kafalarına değil kokart, üzüm sepeti bile geçirseler bizi pek ilgilendirmez.” demişti. Bu yanıt Osmanlı yönetiminin tehlikenin farkında olmadığını göstermesi bakımından çok önemlidir.
İhtilalin güçlü generali , İngiltere’yi sömürgelerinde vurabilmek için jeopolitik açıdan önemli olan Mısır’ı işgal etmeye karar vermişti. Bu amaçla Tulon Limanı’nda sefer hazırlıkları yapılıyordu. Tüm Avrupa’nın bu hazırlıklardan haberi vardı. Rusya ve İngiltere önlem alması için Osmanlı Devleti’ni uyarmışlardı.
Padişah ise ‘e yeni atadığı büyükelçisi Seyit Ali Efendi’ye bir mektup yazarak Fransa’nın sefer hazırlıkları hakkında kendisini bilgilendirmesini istemişti.
Seyit Ali Efendi Padişah’a gönderdiği cevapta “Fransa’nın sefer hazırlığı içinde olmadığını duyduklarının bir söylenti olduğunu” yazmıştı. Bu nedenle padişah, büyükelçisinin gönderdiği habere güvenip İngiltere ve Rusya’nın önerilerini pek dikkate almadı.
Bu arada hazırlıklarını bitiren Napolyon ani bir baskınla Mısır’a çıkarma yapmıştı. Kendisine direnen yerli güçleri Ehramlar Muharebesi’nde yenerek kısa bir sürede bölgede kontrolü ele geçirmişti.
Padişah, Fransa’nın dostluğuna çok güvendiğinden bu beklenmedik gelişme karşısında şaşırmıştı. İstanbul’da Rusya ve İngiltere temsilcileri ile Napolyon’u bölgeden atma pazarlıkları yapılıyordu.
İşgalin üzerinden bir aydan biraz çok zaman geçmişti ki Osmanlı Devleti’nin Paris Konsolosu Seyit Ali Efendi’den bir mektup geldi. Mektubu okuyan padişah çok şaşırmıştı. Okuduklarına inanmak istemiyordu. Mısır’ı kaybettiğine mi üzülsün yoksa büyükelçinin aymazlığına mı? Mektupta özetle şunlar yazılı idi: “Sultanım Tulon Limanı’ndaki hazırlıklar Osmanlı ülkesinde herhangi bir yer için değil İngiltere içindir!” Gafletin böylesine hayretler içinde kalan padişah elindeki kalemle mektubun bir köşesine “Eşek Herif” diye not düştü.