Esir ticareti ile uğraşanlara esirci denirdi. Dünyanın en eski mesleklerinden biri olan esircilik XIX. yüzyılın ortalarına kadar devam etti. Esirciler alıp sattıkları insanlara mal diyorlardı. Mallarını cinsiyetlerine, yaşlarına, güzelliklerine ve hünerlerine göre gruplara ayırarak her birini farklı fiyatlara satarlardı. Esirci esnafına mal sağlayan kaynakları ise şöyle sınıflandırılabiliriz:
Savaş ganimetleri olarak paylaşılan tutsaklardan kurtuluş akçesini ödemeyenler,
Korsan ve eşkıya baskını sonunda yakalanan gençler, Aileleri tarafından gönüllü olarak satılanlar.
Bu sonuncusu size inanılmaz gelebilir; ama ne yazık ki doğrudur. Azerbaycan ve Kıpçak bozkırlarındaki kimi aileler geçim darlığı ve çeşitli nedenlerle evlatlarını satarlardı. Esirciler giyimi kuşamı, konuşması ve tavırları ile güven vermeyi ve ikna etmeyi bilen insanlardı. Kızları ve ailelerini paşa ve kral saraylarında kraliçeliğe kadar uzanan bir olanağa inandırdıklarından kızlar da kendilerini yıldızlara taşıyacak bir beyaz atlı prens hayali ile baba ocağından mutlu ayrılırlardı. Tanıkların huzurunda ailelerine ücretleri ödenerek alınan kızlar artık mal sayılırdı. Alınır, satılır, takas ve hediye edilebilirdi.
Kırımlı akmalar, 1639’da Ukrayna’ya yapmış oldukları akınlardan bol ganimetle dönmüşlerdi. Aldıkları ganimetlerin en değerlisi ise Nadia isimli on iki yaşlarında güzel bir kızdı. Nadia’nın akşam güneşinin kızıllığım andıran örgülü saçları topuklarına kadar iniyordu. Düzgün kaşlar ve uzun kirpiklerin süslediği mahmur bakışlar, hafif kalkık burun ve belirgin gamzesi ile ırkının tüm güzelliklerini yansıtıyordu. Nadia, yalnız güzel değil, aynı zamanda zeki ve sevimli idi. Oturması, kalkması ve hareketleri ile hiçbir saray terbiyesinin veremeyeceği kadar doğal ve soylu idi. Esirciler bu güzel kızı çok iyi bir fiyatla Tuna Valisi Süleyman Paşa’ya satmışlardı. ‘ O da 1641’de Valide Kösem Sultan’a hediye etmişti. Kösem Sultan da oğlu Sultan İbrahim’e cariye olarak verdi. Sarayda Müslüman olarak, Hatice Turhan ismini alan Nadia, dedikodu yapmayan, sır saklamayı bilen son derece iyiliksever, akıllı ve zeki bir cariye olarak kısa sürede tüm saray ağalarına kendini sevdirmeyi bilmişti. Bu nedenle acemiliği, kalfalığı ve haznedarlığı çok kısa sürdü. Sultan İbrahim’e bir erkek evlat verince de padişah kendisini nikahlayarak başhaseki yaptı. Artık sıradan bir cariye değildi. Kendisine özgü bir dairesi, hizmetkârları ve hasları vardı. Gerek saray geleneklerini gerek Türkçeyi çok iyi öğrenmişti. En çok Kösem Sultan’dan sakınılması gerektiğini de biliyordu. Bu nedenle kayınvalidesine karşı “Ne aynı yatağa gir, ne de düşman ol!” ilkesi ile hareket ediyordu. Bu sıralarda beklenmedik bir olay meydana geldi. Ocak ağaları ve ulema birleşerek Sultan İbrahim’i tahttan indirip bir süre sonra da öldürerek yerine yedi yaşındaki oğlu Mehmet’i geçirdiler. Hatice Sultan, artık hem saltanat naibi hem de Valide Sultan olmuştu. Kösem Sultan gelişmelerden memnun değildi. Valide Sultanlığı gelinine kaptırdığı için siyasi yetkilerini de kaybetmişti. Kader gelin ve kaynanayı ölümcül bir mücadelenin içine itti. Bu bir bakıma “Olmak ya da olmamak!” savaşıydı. Taraflar son kozlarını oynayacaklardı. Kösem, ocak ağalarını etkileyeceğine inanıyordu. Oysa saray ağalarının tamamı Hatice Turhan’ın kontrolünde idi. Kösem ise ocaklılarla anlaşarak çocuk padişahı tahtından indirip Hatice Turhan’ı eski saraya gönderdikten sonra kolay kontrol edebileceği bir şehzadeyi tahta geçirmeyi planlıyordu. Fakat komployu zamanında öğrenen Hatice, ani bir baskınla Kösem’i öldürterek hem oğlunun tahtını hem de kendi ikbalini kurtarmış oldu.
Osmanlı Devleti’nin içte ve dışta, birikmiş bir yığın sorunu vardı. Valide Sultan dürüst ve güçlü bir sadrazam arıyordu. Nihayet Köprülü Mehmet Paşa’yı görünce aradığını bulduğuna inandı ve onu olağanüstü yetkilerle donatarak göreve getirdi. Valide Sultan yanılmamıştı. Köprülü gerçekten Osmanlı Devleti’nin kronikleşmiş birçok sorununu çözerek değerli bir devlet adamı olduğunu kanıtladı. Artık Valide Sultan’in gönlü rahattı. Ülke yönetimini Köprülü’nün güvenilir ellerine teslim ederek kendini hayır işlerine adadı. Yaklaşık elli yıl önce Safiye Sultan tarafından temelleri atılan fakat yapılamayan Eminönü’ndeki Yeni Cami’yi yaptırdı. Ayrıca caminin müştemilatından olmak üzere çeşme, imarethane, türbe ve sıbyan mektebine ilaveten Mısır Çarşısı’nı da yaptırarak hizmete açtı. Yoksullara yardım eden, eli açık ve cömert valideyi halk çok seviyordu. Zaman zaman “Koçu” adı verilen, üstü kapalı ve yanları panjurlu arabasına binerek İstanbul’un kenar mahallelerini dolaşır ve muhtaçlara yardım ederdi. Bir gün arabası ile Divan Yolu’ndan geçiyordu. Yol kenarında bekleyen bir delikanlıyı görünce “Aman Tanrı’m!” diyerek panjurları iyice araladı ve dalgalı kızıl saçları ensesine kadar inen, ela gözlü son derece yakışıklı zarif bir gençle göz göze geldiler. Yarı hayret yarı şaşkınlık içinde dudaklarından belli belirsiz “Olamaz!” sözcükleri döküldü. Valide Sultan o kadar şaşırmıştı ki nedimelerinin “Sul-tan’ım, o Yusuf-ı sanidir.” dediklerini bile duyamadı. Araba, yoluna devam ediyordu. Yol boyunca hiç konuşmayan valide saraya gelince arabadan inerken hâlâ dalgın ve düşünceli idi. Nedimeleri başından savdı ve doğruca odasına çekildi.
Bir gün Divan Yolu bakkalına gelen iki bostancı neferi, “Valide Sultan istiyor.” diyerek Yusuf’u alıp götürdüler. Gidiş o gidiş, aradan günler ve haftalar geçti Yusuf’tan hiçbir haber yoktu. Genç, güzel ve dul valide ile Yusuf’u bir arada düşünmek kimi insanlarda değişik çağrışımlar uyandırıyor; kulaktan kulağa ince bir dedikodu dolaşıyordu. Dedikodular dolaşadur-sun biz gelelim sarayda olanlara.Valide Sultan’ı hayretler içinde bırakan Yusuf-ı Sani, Divan Yolu’ndaki bir bakkalın çırağı idi. İstanbul’da çok yakışıklı gençler vardı; ama hiçbirisi Yusuf’un eline su dökemezdi. Yusuf’u görmek isteyenler mutlaka Divan Yolu’ndan geçer ihtiyacı olmasa da bakkala girerek bir şeyler alırlardı. Servis yaptığı evlerde onu görüp de âşık olmayan kız yoktu.
Valide Sultan yeşil diba bir elbise giymiş. Başına saçlarının yarısını gösterecek şekilde beyaz bir tül atmıştı. Oturduğu kadife minderin üzerinden Yusuf’u uzun uzun inceledikten sonra: “Sen nerelisin Yusuf?” “Ukraynalıyım Sultan’ım.” “Buraya nasıl geldin?”
“Esirciler getirdi.”
Valide Sultan duygulanmıştı, gözlerini Yusuf’tan ayıramıyordu. Yıllar önce bir bağbozumu koparıldığı köyünü ve yakınlarını anımsadı ve sonra tekrar Yusuf’a dönerek: “Senin sol bacağında diz kapağından aşağıda bir yara izi var mı?”
“Evet Sultan’ım.” “Görebilir miyim?”
Yusuf eğilerek yara izini gösterdi. Valide Sultan tekrar sordu: “Bu nasıl oldu?”
“Köpek ısırdı Sultan’ım.”
Valide Sultan yerinden kalkarak Yusuf’a yaklaştı. Ellerini Yusuf’un saçlarında dolaştırırken gözyaşlarını tutamadı.
“Yusuf, ben senin ablanım!” dedi ve iki kardeş gözyaşları içinde, hasretle birbirlerine sarıldılar.