Bir iki ay önce bir takım geometrik çiziktirmelerle başlayan ve adı “Çatı Aday” şeklinde belirlenen “Proje” sonuçlandırıldı. “Çat kapı, davetsiz misafir” faaliyetinin ardından Çatı Aday açıklandı:
… İki sayın, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, ortak adaylarını kamuoyuna duyurdular. Ortalık şaşkına döndü; sağcı solcuya, CHP’li MHP’liye kısacası herkes birbirine bön bön bakmaya başladı. Haberal, Haşim, Yavaş, mavaş derken, ağızdan kulağa dolaşan bir düzine isim çöpe dökülmüş ve adı dillendirilmeyen “terütaze” bir isimde karar kılınmıştı: Yozgatlı İhsan Efendi’nin mahtumu Ekmelettin Bey… Hayırlara vesile olur inşallah!
Kısa ve anlamlı bir suskunluğun ardından “elin torbası” pardon “ağzı” açıldı; yumuldu gözü: İlk tepki “İkna Odası Kraliçesi”nden geldi ve ardından onun kafa denkleri itiraz ettiler ve böylece, CHP’nin “Ulusal köşe”den çatlamaya başladığı anlaşıldı. Bu normaldi. Ancak en yoğun tepki, İslamcı cemaatten geldi; söz konusu cemaatin gazetecileri, el birliği etmişlerdi sanki; bu sebeple söz birlikleri de aynıydı; “Ekmeleddin Bey’in efendiliğine, çelebiliğine bir şey demiyoruz ama o olmaz!”. “Çatı Adayı”na karşı olanlardan biri de “Kürkçügiller”di ve onların karşı oluşları, kendi gidişatlarına uygun olmayan bir kimlik ve kişilikti. Bu da normaldi. Ancak karşı olan bir başka grupta Erbakanistler olarak kendini gösterdi. Muhsinistlerin pozisyonunu tam olarak anlayamadım; karşılar mı yoksa “Çarşı’dalar mı bilmiyorum. Bu yazının kaleme alındığı hafta vaziyeti umumiye bu… Ha, bu arada beş parti bir olmuş ve Çatı’nın altına sığındıklarını deklare ettiler. Beş kardeşin aralarında Sn. Baş var galiba serçe parmak olarak Demokrat Parti de beşibiryerde ye dahil; valla diğerlerini bilmiyorum.
Yukarıdaki girizgaha bakıp benim “Çatadayı”na karşı durduğumu sanmayasınız diye araya sokuşturuyorum üçüncü paragrafı. Benim karşı olmam, bidayette sosyogenetik olarak namümkün zira Ekmel abiyle hemşeriyiz. Yani ikimizde “Yiğidin harman olduğu diyar”ın toprağıyız. Bir Yozgatlı olarak “Dayı”ya karşı durmam “Melmeket”e karşı ayıp olur sonra nasıl bakarım “toprağım”ın yüzüne!? Bu paragrafın ikinci argümanını yazının genel muhtevası içinde bulacaksınız.
Dördüncü paragrafla mevzuya dalalım: Efendim…Aslında, yazının başlığını “Cumhurbaşkanı seçmecesinde en kesmece aday Ekmel Abi” şeklinde koymuştum sonra kalemime yukarıdaki başlık döküldü. Buradaki “kesmece” sözcüğünü yanlış anlamayın Çatadayı’nı hedef medef gösterdiğimiz yok vallaha; seçmeceye uygun kafiyeyi oluşturan, masum bir kelime kesmece…
Okuyucularımız, yazılarımızda “Dün-bugün-yarın” formülünü kullandığımızı bilirler; bu yazımızda da söz konusu formülle tarihe bir göz atıp günümüzdeki meseleyi yorumlamak ve yarına projeksiyon tutmak muradındayız. O hâlde aynı formülü, bu makalede de kullanalım ve bakalım ainei devran ne gösterecek?
Tarihteki gezintimiz cumhurbaşkanları ve seçimleri hususunda olacak bittabi. Bu manada! Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal için söyleyecek bir sözümüz yok. Çünkü o, kuruluş sürecinde oluşmuş şartların gereği olarak kendini “Cumhurtahtı”nda bulmuştu. Görevinin, birkaç kere uzatılması ve sonunda ömür boyu cumhurbaşkanı hâline getirilmesi eleştiriyi hak ediyor olsa da onu yapmayacak fakir; olmuş bitmiş bir geçmişi karıştırmayayım diyorum ve de ilk Cumhurbaşkanını geçiyorum.
Tarih yorumcuları şöyle hikayet ve rivayet ederler ki; Mustafa Kemal’den sonra onun tahtına geçecek iki saklı aday vardı: Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak… Ancak bunlardan ilkini “Birinci Adam” sonrakini “İkinci Adam” istemiyordu. Bu itibarla “Birinci Adam” Karabekir’i saf dışı etti. Çakmak’ı ise Genelkurmay Başkanı Koltuğuna “tutkallayarak” adaylığını sıcak tuttu.
Kanaatimce Çakmak’ı isteyen sadece Mustafa Kemal’di zira İkinci Dünya Harbi’nin başlamasına ramak kala “Cumhurbaşkanı Atatürk, Kurmaybaşkanı Çakmak” olan bir Türkiye’nin “yamuk” yapabileceği endişesine kapılan dış güçler, Mustafa Kemal’i saf dışı ederek bir taşla iki kuş vurdu ve Çakmak’ın Cumhurbaşkanlığını da ilelebet kapattı. Birdenbire, İsmet İnönü Cumhurbaşkanı tahtına kuruldu oysa Mustafa Kemal, ona son dönemde, 1937’den itibaren başbakanlığı bile layık görmemişti. Hatta bir söylentiye göre, yaveri Salih Bozok’a verdiği gizli görev için gerekçesini şöyle dillendirmişti: “Korkuyorum, bu sağır, milletin başına bir çorap örecek!” Gizli görev, oldukça vahimdi ve“Sağır Paşa”nın “defterinin dürülmesi” şeklindeydi. Vallaha, bu hususta biz, elin yalancısıyız; gerçeği, onlar biliyor bir de tarihçiler… Tarih yorumcuları, durumun ayniyle vaki olduğuna gerekçe olarak Gazi Paşa’nın vasiyetnamesini gösteriyorlar; söz konusu belgedeki; “İsmet’in mahtumlarının tahsil masrafı olarak…” şu kadar miktar paradan söz eden madde, iddianın gerekçesi olarak belirtiliyor. Ayrıyeten; Ulus ya da Hakimiyet-i Milliye gazetesinin tek adet olarak basılan nüshası da ortada duruyor. Vefatından kısa bir süre önce söz konusu nüsha, Mustafa Kemal’in eline tutuşturuyor; okuması için… Gazetenin manşetinde şöyle yazıyor: “Eski başvekillerimizden İsmet Paşa vefat etmiştir, milletimizin başı sağ olsun!”
O hâlde, bütün bunlara rağmen nasıl oldu da İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı oldu?
Gizli 1938 Darbesi
Konunun uzmanları, darbelerin ilki olarak 1960 İhtilâlini sayarlar oysa ilk darbe, 1938 darbesiydi ve gizli yapıldığı için bugüne kadar kimse farkına varmadı. Tıpkı 1993’de Özal’a yapılan darbe gibi…
İlk defa fakirin, bu satırlarda sözünü ettiği “1938 Darbesi” iddiasını izah etmek de kendisine düşüyor; efendim, ordu mensupları ve orduyla ilgilenen tarihçiler iyi bilir… Türk Silahlı Kuvvetleri’nde iki damar ya da iki güçlü ekol vardır: Günümüzde de varlığını sürdüren bu ekoller; “İnönücüler Fraksiyonu” ve “Çakmakçılar Kliği”dir. Ki kökü, ta Osmanlı’nın Mansuriye Ordusu’na kadar uzar: Son dönem Osmanlı Ordusu’nda, “İttihatçılar” ve “Hürriyetçiler” olarak kendini gösteren bu iki damar, Cumhuriyet’le birlikte Çakmakçılar ve İnönücüler olarak devam edegelmiştir. 1940’lı yıllar, bu ekollerin Ordu’nun adeta demirbaşı şekline geldiği ve sık sık darbelerle, devlet yapısına müdahale ettiği bilinmektedir.
Her iki damarın da “darbecileri” vardır ancak siyasi tarihimizdeki darbelerin çoğunu, birinci fraksiyona mensup “İnönücü darbetörler”in kotardığı görülüyor ve böylece onlar, adlarını tarihe katran harflerle yazdıranlar olarak ünlerini korudular. 1938 Darbesini yapanlar da İnönü Fraksiyonuna mensup “darbetör”lerdi. 10 Kasım’da Mustafa Kemal’in vefatının hemen arkasından, 11 Kasım günü, Meclisi ablukaya alan Birinci Ordu’ya mensup askerler, halen Genelkurmay Başkanlığı’nı yapmakta olan Fevzi Çakmak ve Başbakan koltuğunda oturmakta olan Celal Bayar’a rağmen, gizli kapılar ardında olup biten darbe senaryosunu hayata geçirdiler ve böylece İnönü Cumhurreisi oldu. Bu öyle öfkeli bir darbeydi ki kendisine darbe yapılanların birincisi olarak tarihe mal olan Mustafa kemal Paşa’nın na’şı bile toprağa verilmedi; bir müzede, yok oluşa terk edildi. Çakmak Paşa ise, yıllardan beri yapageldiği Kurmay Başkanlığı’ndan apar topar emekliye sevk edildi ve kalan ömründe süründürüldü.
İkinci Adam, İkinci Cihan Harbi’nin toz dumanı arasında şimdilerde “İnönücü Kalabalıklar”ın boş zamanlarında bağırış-çağırışını yaptıkları “Atatürk Cumhuriyeti”ni yıktı ve yerine “İsmet Cumhuriyeti”ni kurdu ancak usta bir manevrayla kurduğu “İsmetistan”a biçtiği ideolojinin adını Kemalizm koydu ve gerçeği sakladı. Onun oyununa ilk düşen Menderes ve arkadaşları oldular. Demokrat Parti’nin oylarıyla Kemalizm’in adını, “Atatürkçülük” yaparak kanun garantisi altına aldılar. O garanti altında “İnönist oyun” devam ediyor günümüzde dahi ve hepimiz, 1940’ın “sahipsiz bağda değnekli gezen bağcı İsmet Paşa”nın kurduğu ideolojik tuzağa hapsolmuş durumdayız.
İdeolojik tuzağın, her konuya el atan ceberut anlayışı içerisinde, “Cumhurbaşkanı Seçimi boyutu” da vardı tabi. Buna göre devletin tahtına oturacak cumhurbaşkanları ya “İnönist” olacak ya da “Gizli İnönist” olacaktı. O günden bu güne “İnönist Ekolü”nün başkanları belli; Asker kökenli Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve kısmen Fahri Korutürk… Aynı fraksiyonun sivillerinden üçüncüsü Ahmet Necdet Sezer, diğerleri Celal Bayar ve Süleyman Demirel olarak “en tepe liste”ye adını yazdıranlardır. “Geriye kim kaldı?” dediğinizi duyar gibiyim: Turgut Özal ve Abdullah Gül kalıyor, yetmez mi? Tabi en başta da Mustafa Kemal Atatürk… Evet, Özal ve Gül’ü diğerlerinden ayırarak öncülleri olarak Mustafa Kemal’in peşinden sıralamak gerekiyor. Bu üçü bir kampta, diğerleri karşı kampta yani İnönüizm’in ardında yer alıyorlar. Bu durumda, günümüzde yapılacak seçimi eğer Erdoğan kazanırsa Atatürk, Özal, Gül skalasının dördüncü ismi olacak; eğer İhsanoğlu kazanırsa, İnönü’nün arkasından sıralanan diğerlerinin sonuncusu olarak adını tepe listesine yazdıracak, kanaatimizce. Buraya bir virgül atalım.
Ve devam edelim: Cumhurbaşkanlığı seçiminde “Gizli İnönist” yöntemini biraz daha açalım… “Açıktan İnönizm” yönteminde herhangi bir “katakulli” yok. Bizzat İsmet Paşa’nın kendisinde olduğu gibi ordudaki “İnönü Ekolü” belirlediği adayı darbe yapıp tahta geçiriyor. Darbeyle tahta geçenler için en belirgin misal tabii ki 1960 Darbesi’nin eseri olan Cemal Gürsel… Gürsel’in ardılları ise bir nevi, ”Het höt!”le başa geçen komutanlar şeklinde karşımıza çıkıyorlar. Bunlar gibi bizzat İsmet Paşa’nın kendisini de “Het Höt Darbesi”nin eseri saymak gerekiyor. “Gizli İnönizm Yöntemi”ne gelince… İşte, bu yöntem tam bir kataküllik oyun olarak defaatle denendi ve başarılı oldu. Bu yöntemde adaylar, karşı kampın içine yerleştirilmiş olan Truva atlarından seçiliyordu; yöntemin birinci namzeti elbette Celal Bayar’dı. İstiklâl Harbi sırasında Galip Hoca adıyla Anadolu’yu dolaşan Komitacı Bayar’ın İttihatçılığı su götürmez bir gerçek olarak, her zaman kendisini göstermişti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yalta Konferansı’nda toplanan savaşın galipleri, Türkiye’nin, Batı kampında yer almasını kararlaştırmışlardı. Batı kampının patronu da İngiltere’nin müsaadesi ile artık Amerika Birleşik Devletleri’ydi. ABD, yeni dönemde kendi nüfuz sahası içersindeki devletlere, çok partili sisteme geçmelerini şart koşmuştu. 1938’den, 1950’ye kadar dört kere cumhurbaşkanlığı makamına oturan İsmet İnönü istemeye istemeye ABD’nin bu buyruğunu yerine getirdi ve ülkemiz, çok partili demokratik hayata geçmiş oldu. Bu dönemde kurulan partilerin neredeyse tamamı Cumhuriyet Halk Partisi’nin rahminden çıkmıştı; bir bakıma yeni partiler, CHP’nin evlatlarıydı. Tabii ki yeni partileri kuranların çoğu da İsmet Paşa’nın arkadaşları… Demokrat Parti’de bu saptamanın dışında değildi.. Menderes ve birkaç arkadaşı, Demokrat Parti’yi oluştururken İsmet’in yakın arkadaşlarından birini de içlerine dahil etmekte bir beis görmediler.. Tabii ki bu arkadaş, Celal Bayar’ın ta kendisiydi. Bayar, belki de İsmet Paşa tarafından, “ne yapacakları belli olmayan bu çoluk çocuğu koruyup kollaması” ve “onların denk durması hususunda göz kulak olması” için Parti’ye tayin edilmişti. Öyle ya da böyle sonuçta Celal Bayar, İsmet Paşa gibi İttihatçı gelenekten gelen bir komitacıydı ve pek çok hususta Paşa’dan farklı düşünüyordu. Bu itibarla, müsait yaşının da gereği olarak yeni dönemin en uygun cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya çıktı. Böylece üçüncü cumhurbaşkanı olarak Celal Bayar’ın seçilmesine kimsenin itiraz olmadı. Nevi şahsına münhasır bir gizli İnönücü olan Bayar, on yıl boyunca birkaç kez başkan seçildi ve bu arada, elinin altındaki “yaramaz çocuklara göz kulak oldu.” Sonunda zurna öttü, on yıl tamam oldu ve Ordu’ya gün doğdu zira şimdi darbe zamanıydı. 1960’da Darbeler Tarihi’nin en büyük darbesi yapıldı. Darbenin ardı sıra önce Devlet Başkanı, daha sonra Cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel, bidayette, gizli oluşumun hiçbir yerinde yoktu. Bir Albaylar Darbesi olan 1960’ı kotaranlar, kendilerine “omzu kalabalık” bir paşa arıyorlardı ve aradıklarını İzmir’de buldular. Söylendiğine göre, henüz “tekaüte” ayrılmış olan Gürsel Paşa, bir gece yatağından kaldırılarak, pijamaları ile birlikte Ankara’ya getirildi ve darbenin başına geçirtildi. “Zavallı yeni emekli adam,” daha neler olduğunu anlamadan, evvela Devletin Başkanı sonra Cumhurun Başkanı oldu ancak ömrü vefa etmedi. Birkaç yıl süren “ikinci baharında” sağlığı bozuldu, hastalandı, tedavi için Amerika’ya gönderildi., orada komaya girdi ve bir daha da çıkamadı. Tekrar yurda getirilip Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Hastanesi’ne yatırıldı, çok geçmeden orada öldü. Burada duralım ve soralım: Acaba, Cemal Gürsel öldü mü öldürüldü mü? Daha darbenin ilk yılında birbirine düşmüş olan darbecilerin komplosuna mı gitti yoksa? Milli Birlik Komitecileri, arkadaşlarından bir grubu Hindistan’a sürerken, “komadaki adam”ın fişini mi çekti? Araştırılsın efendim, Özal’ı araştırmadılar mı? Veya Dördüncü Başkan ve yandaşları, kendilerini Köşk’e götürecek yolu, Gürsel’in vücut temizliği ile mi açmışlardı/açtırmışlardı? Bunlar olmayacak şeyler değil ki zira aynı arkadaşlar, karşı kampın adayı olmaya sıvanan Ali Fuat Başgil’i güzellikle(!) ikna etmişlerdi de adamcağız, aday olduğuna, olacağına nasuh tövbesi yaparak evine saklanmak zorunda kalmıştı.
Kanatimizce “Gizli İnönücülük”ün en belirgin örneği Süleyman Demirel’dir. Yıllarca karşı kampın birinci adamlığını “Nurlu Süleyman” yaftasıyla oynayan “Ispartalı Çoban” kendisini aynı kampın oylarıyla Cumhurbaşkanı seçtirdiğinde hâlâ kamp arkadaşları uykudaydı. Eğer “Beyefendi” 28 Şubat’ın baş mimarlığını yapıp “İşte, Laik Türkiye’nin fotoğrafı bu!” dememiş olsaydı kamp uykusu devam ediyor olacaktı. Biz, bu yönteme “Sülü Tekniği” diyelim. Ve geçelim gizli İnönizm’in ikinci yöntemine. Bu yöntemin adı da “Sezer Tekniği” olsun. Sezer Tekniği’nde aday, hiçbir kampta değil görünüyor… Zira o, bir yüksek bürokrat… Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken, İnönistler belirlenen adaya öyle bir konuşma yaptırıyorlar ki bir anda gizli İnönücü namzet, “Memleketin en demokrat” bireyi hâline getiriliyor. Böylece karşı kampın oyları, adayın arkasına alınıyor ve taht yolu, sonuna kadar açılmış oluyor. Ahmet Necdet Sezer’in, Cumhurbaşkanlığı seçimi, bu teknikle yapıldı ve çok geçmeden Sezer’in gerçek kimliği ortaya çıkınca birçok kişi, pişmanlığını belirtmek için; “Elim kırılaydı da oy veremez olaydım!” demek durumunda kaldı.
İki üst paragrafta virgül attığımız yere tekrar dönelim ve makaleyi günümüze getirelim ve neden “En uygun aday İhsanoğlu?” dediğimizi izaha çalışalım.
Sözün burasında bir ara makale yazmamız elzem oldu: Efendim, 20. Yüzyıl bitti ve 21. Yüzyıla usul usul giriyoruz. Son üç yüz yıldan beri “Medeniyetin sahipliği”ni yapan Batı, her yüzyılı ayrı biçimde formatlıyor, dolayısıyla yüzyıl geçişlerinde kafalar karışıyor. İnsanlar, eski alışkanlık ve ezberlerinden kopup yeni duruma eklemleniyorlar. Dolayısıyla insan, toplum ve siyaset kendi içinde ikilem yaşıyor; bir yanda eski argümanlar yakasını bırakmazken, öbür yakasına yeni tercihler yapışıyor. Bu durumdaki insan, toplum ve siyaset tam bir “anakronizm sersemi” hâline geliyor. Baş döndüren bir anafor ortasında kalan memlekette dünkü Milliyetçilerin, Maocularla “Kızılelma Koalisyonu” kurması, dünkü İslamcıların Ateistlerle aynı partinin çatısı altında buluşması, dindarların ve sosyalistlerin Kürtçü partide milletvekili olması, solcuların liberal partide siyaset yapması yani kısaca fikir zeminlerindeki kaymayı, fikirler ve partiler arasındaki savrulmaları anlamak kolay olmuyor. Bu karmaşa ve kafa karışıklığının nedeni miadlarını doldurmuş olan, geçen yüzyıla ait fikri ve siyasi markaların öldükleri yerde kalmayıp bu yüzyıla tabela taşınması olarak izah edilebilir. Daha açık söylemek ve örneklemek gerekirse 1999 yılı öncesine ait partiler artık aynı noktada değiller, zemin değişti; bunu gibi partililerin önemli bir kısmı da eski adreslerinde yoklar artık. Ne dünün MHP’si bugünün MHP’sine, ne dünün CHP’si bugünün CHP’sine benziyor; bunun gibi SP, SP değil, İP, İP değil. Zaten, kafaları karıştıran da eski ve yeni oluşumlardaki bu isim ve partidaş benzerliği. Belki bu isim karmaşasından ilk sıyrılmaya çalışan BDP oldu; tabelasını HDP olarak değiştirme sürecini başlatarak… Şimdilerde Ak Parti de eski idarecilerini istifa ettirerek, üç dönemlik vekillerini bir nevi emekliye sevk ederek yapmaya çalışıyor; bakarsın Ak olan adını Pak bile yapabilir. Yüzyıl aralığındaki değişim, sadece partilerin kovanında olmadı; partililer de tabelayla birlikte taşındılar geçen yüzyıldan, bu yüzyıla ancak onların bir kısmı kendi değişimini başlatarak kişiliğini 21. Yüzyıla uygun yaptı lakin önemli bir kısmın da değişim sürüyor, bir kısmı asla değişme niyetinde değil. İşte, ferdi ve toplumsal sıkıntının kaynağı bu: Siyaseten bölünmüş insan, kendini nasıl tarif edeceğini bilemeyen iki adresli partili ve ideolojik değişimi içselleştiremeyen siyasetçi…
Geçelim bir başka hususa: İnsanımız, geçen yüzyılda siyasi kimliğini Alman ve Fransız markalarını kullanarak ikişerli kamplar üzerinden komünist-faşist, sağcı-solcu, laik-dindar gibi kavramlar şeklinde tarif etmişti. 21 Yüzyıl’da bu kavramların hepsi out! Zira son kullanma tarihleri iki bin itibariyle doldu. Şimdi, siyasi hayatımıza Amerikan kavramları transfer oluyor. Alman ve Fransız kavramlarının yerine ikame edilen tarif kavramları, “Cumhuriyetçi” ve “Demokrat” şeklinde belirlenmiş durumda lakin halkımız hatta siyasetçimiz, hâlâ kendine “sağcı, solcu” demeye devam ediyor; “Cumhuriyetçi” veya “Demokrat” demekte zorlanıyor. Bu yüzyıl için önerilen Cumhuriyetçi ve Demokrat kavramları Amerikan siyasetine ait dedik yukarıda; söz konusu Atlantik ötesi siyasi rejim de bu kavramları kendisine isim olarak vermiş olan iki parti üzerinden işliyor. Ülkemiz, bu yüzyılı ağırlıklı olarak Amerikan nüfuz sahasında geçireceğimiz kesin gibi duruyor bu itibarla partilerimizin de on beş yıldan beri Cumhuriyetçiler ve Demokratlar olarak iki adreste toplaşmasına zorlandığını görüyoruz. Büyük ihtimalle operasyon, bu yıl içinde tamamlanacak ve ülke, 2015 seçimlerine belki iki rakip parti olarak değil ama Demokratlar ve Cumhuriyetçiler dayanışması/ittifakı içinde girecek ancak 2015’ten sonraki seçim mutlaka iki partili geçecek.
Peki kim Demokrat, kim Cumhuriyetçi? Partiler, düzleminde bu durum hızla şekilleniyor. Geçen yüzyılın Alaman ekolü, Cumhuriyetçiliği, Amerikan ekolü de Demokratlığı inşa ediyor. Cumhurbaşkanlığı için “Çatı Aday” önerisi Cumhuriyetçileri toplulaştırmak için yapılan en çaplı çalışmaydı. CHP ve MHP artık Cumhuriyetçi… İkisinin dışında kalan ve Çatı görüşmesi yapılan diğer tüm partiler yolda… Beş parti şimdiden “Cumhuriyetçiler kampı”na dahil oldu. Kamp kenarında dolanan diğerleri de kafalarındaki karışıklığı atar atmaz yeni adreste yerlerini alacak. Hangileri mi? İlk aklımıza gelenleri sayalım da hayret edin: Saadet, İşçi Partisi, Komünist Parti, Büyük Birlik Partisi v.b gibi… Bu durumda ortada, kala kala sadece Ak Parti kalıyor; onun kaderi de demokrat olmak… Bu arada, Demirtaşgillerin durumuna ayna tutalım mı? İyi olur! Doğulu kardeşlerimizin ilk önceki partileri yani BDP, kerhen Demokrat bir oluşumdu zira Amerika, PKK’nın tasfiyesini ve o yolun yolcularının düz ovada siyaset yapmasını istediği için kendi yörüngesinde BDP’yi kurdurmuştu lakin Demirtaşgiller, genetik yazılımlarında Fransız Mösyö Miterand’ın karısı Madam Miterand’a bağlılık yeminlerini taşıdıkları için bir türlü Demokrat olmayı içselleştiremediler. Olmak için uğraştılar hatta bunun için iki üç yıl önce “toplu birlik hâlinde” Amerika’ya bile gidip “hacı” oldular ancak aşı tutmadı. Bunun üzerine kardeşlerimiz, Amerikancı partinin içini boşalttı ve eski tüfek komünistlerin yardımıyla Almanist bir oluşum olarak HDP’yi icad ettiler. Onlar şimdi “asker…” Hem de kürklü parkalarına bürünmüş olarak “Çayanlar”ın izini bile sürebilirler. Zaten Almanya’da böyle istiyor: “İch möhte so!”
21. Yüzyıl’ın siyasetini, partisini insanını ve hatta devlet yapısını belirlemede kullanılan şifre kelime “Yeni!” Bu kelime şimdiye kadar bir CHP için kullanıldı, bir de “Yeni Türkiye” şeklinde Erdoğan’ın ağzından ortama düştü. Bu kullanım CHP açısından çok önemli zira CHP’nin önüne konan bu sıfat “Yeni Siyaset” döneminde “Cumhuriyetçi Parti”nin adresinin neresi olacağını işaret ediyor. Cumhuriyetçiliğin adresi CHP… Ancak partinin kısaltması CHP şeklinde yazılacak değil CP biçiminde yani Halk kısmı atılmış olarak yerini alacak Cumhuriyetçi parti tabelalarında.
Erdoğan’ın telaffuz ettiği “Yeni Türkiye”ye gelince… Türkiye’nin başındaki “Yeni” sözcüğü geçen yüzyılda kurulan “Lozan Devleti”nin yıkıldığını/yıkılmak üzere olduğuna işaret ediyor. Yeni Türkiye, Erdoğan ve arkadaşları eliyle ve 2023’de kurulmak üzere hazırlanıyor. Tıpkı iki yıl önce paradaki sıfırların atılması ve Türk Lira’sının “Yeni Türk Lirası” olması gibi… Hatırlayın; TL önce YTL olarak yazılmıştı etiketlere sonra tekrar TL’ye dönüldü ama bu kez etiketlere, TL olarak yazılmadı; Dolar ve Euro misali özel bir işaretlemeyle grafize edildi. Paradaki bu operasyon, şimdilerde bizzat devletin kendisinde hayata geçiriliyor; sessiz ve derinden…
Yeni CHP yani önümüzdeki seçimde iyice şekillenecek olan CP/Cumhuriyetçi Parti’nin en büyük icraatı ne olacak sorusunun cevabı şu; Ak Parti dışındaki tüm partileri, başta MHP olmak üzere yutacak, sindirecek ve Ülkücü, İslamcı, Solcu hatta Kürtçü gibi kavramları işlevsiz hâle getirip herkese “Cumhuriyetçiyim” dedirtmeye çalışacak ancak yeni dönem insanı, eski kimliğinden kurtulunca, beynindeki prangadan da özgürleşecek. Doğal olarak kendisine önerilen, eski partisini arkasına takılıp gitmek olmayacak zira “abiler”in ağabeylik tahakkümü kalkacak ve özgür birey kendisine soracak: “Ben Cumhuriyetçi miyim yoksa Demokrat mıyım?” diye… 20. Yüzyıl’dan, 21. Yüzyıl’a geçerken kat ettiği yüz yıllık yolun yorgunluğuyla kendisini yeniden tarif etmek şart olacak. Bu sebeple yeni yüzyılın Cumhuriyetçileri içerisinde ne kadar Ülkücü, İslamcı, Komünist, Faşist, Kürtçü, Sağcı, Solcu olacaksa Demokratlar içerisinde de aynı kimliklerin eski müntesipleri yer alacak. Sadece Laikler hariç zira onlara sadece CP içinde rastlamak mümkün olacak; onların karşıtları, Demokrat Parti içinde antilaik olarak değil Seküler olarak yer tutacaklar. Tabi, her iki partide de partililer, kendilerini eski kimlikleriyle tarif etmeyecekleri için her hangi bir kan uyuşmazlığı yaşanmayacak.
Operasyon bitmedi. Demokrat Parti haline dönüşecek olan Ak Parti, bugünlerde ilçe teşkilatlarını sil baştan yaparak değişimin başladığının ilk işaretini veriyor bize. Ancak Yeni Ak Parti, eski Ak Parti’den bir farkla ayrılıyor. Yukarıda izah ettiğimiz CHP’nin CP olma serüveninde Ülkücü, İslamcı ve diğerlerini Cumhuriyetçileştirilme ameliyesi aynı şekilde Yeni Ak Parti’de de yaşanacak zira her iki parti de partilisini ve siyasetçisini tek havuzdan derliyor/derleyecek. Bu havuz, geçen yüzyılda ayrı havuzlarda yüzen partili ve siyasetçiyi haznesinde karıştıran ve sonra ikiye ayrıştıran bir iksirle dolu… Bu itibarla geçen yüzyılın ülkücüsü kapanan MHP’den ayrılırken ikiye ayrılmak durumunda. Bu süreç içinde kendi iç değişikliğini yaşayanlar “Demokratlaşmış” olarak Ak Parti’ye yönelirken Anakronizm batağına saplanmış olanların yeni adresi Yeni CHP olmak zorunda. Diğer partiler için de gelecek yok ve yol ayrımı önlerinde duruyor.
İhsanoğlu’nun Adaylığını Tarifi
Biraz zaman alan ara makaleden sonra gelelim Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığına… Yukarıdaki izahtan sonra hiç kimseye, bundan kelli, bu Ülkücü’dür, ya da İslamcı’dır veyahutta Türk-İslam Sentezcisi’dir demeyeceğimize göre, İhsanoğlu’nu niye eski fikriyatıyla yaftalayalım ki… Ona, ateş püsküren Laikçiler ve Kemalistler ya da eski dindar arkadaşları henüz yüzyıl değişimini anlayamamış olan anakronik vakalar olarak arzı endam ediyorlar ekranlarda yani onlar bir nevi zaman şaşkınları… Ancak korkacak bir durum yok zira şaşkınlık bulaşıcı değil ve zamanla geçiyor.
Bu noktada, ben kendi adıma “Kemal abi”yi kutluyorum: Çünkü şahsen ve parti olarak geldikleri ve gidecekleri noktayı anlamış bir Kılıçdaroğlu var karşımızda. İnanmayacaksınız lakin Sayın Bahçeli de anlamış. Hatta “çatıcı biraderler”den aylarca önce Mısır’daki Sisi darbesi karşısında yeni yerini belli eden Ekmeleddin Bey de anlayanlardan. İİT Başkanlığı hususunda İhsanoğlu’nu bidayette arkalamasına rağmen nihayette Erdoğan da kimin ne olduğunu anlamış hem de ta 7 Ocak’ta; Oslo görüşmelerinin ardından… Galiba bir de fakir anlamış ki bu makaleyi yazmayadurmuş. Başka anlayan yok galiba. Zaten Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin, Ekmeleddin Bey’in Cumhurbaşkanlığını alacağı umudu da burada yatıyor.
Nerde mi yatıyor? Ne demiştik ta yukarılarda bir yerde “Gizli İnönizm” bahsinde? İnönistler, Cumhurbaşkanlığı seçiminin gizlisinde ya “Sülü Tekniği”ni ya da “Sezer Tekniği”ni kullanırlar. Şimdilerde İnönistler, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, Cumhurbaşkanı yapmak için iki tekniği birden kullanıyor/kullanacaklar. Yani Ekmeleddin Bey, dindar kimliğiyle karşı kampın içinde yer alıyor; Esed ve Sisi hususundaki tavrıyla Cumhuriyetçi/Darbeci kampa ait olduğunu işmar ediyor. Daha ne etsin adamcağız? Düşünsenize, Cumhuriyetçilerin oyu zaten çantada keklik… “Truva atı” resmiyle de dindarların daha doğrusu yeni tabirler Demokrat olması gerekenlerin ciddi bir miktar oyunu alabilirlerse “Çataday” neden,Cumhurbaşkanı olmasın ki? Olur mu olur!
Bu seçimin en önemli buluşuna gelince: Eski İnönistler, şimdiki Cumhuriyetçiler, ağababalarının tekniklerine yeni bir “Cumbaba Seçtirme Tekniği” daha katacaklar; bu tekniğin adı şimdiden belli “Ekmel Bey Tekniği…”