Dünyadaki On Komplonun Dokuzu İslam Üzerine…
Takın kemerlerinizi, 1975’e gidiyoruz. Özelliği şu bu yılın, 20. Asır bitti ancak henüz 21. Asır başlamadı; başlaması için daha 25+25 yekûn elli yıl var. Yazımızın burasına bir parantez içi yıldız koyup dipnotumuzu “Baş not” olarak kaydedelim: Bu konuyu ileride bir makalede ele alacağız. Devam edelim tekrardan: 75’le birlikte dünya ahvalinde bir takım değişimler başladı. Yazımızda bu olayların ilklerinden “İran Devrimi” ya da “Komşudaki Hanedan değişimi”yle başlayan o kanaldaki gelişmelerden söz edip günümüz Ortadoğusu’na ulaşacağız inşallah!
Yaşı, sözünü ettiğimiz yılı kapsayan Ankaralılar gayet iyi bilirler. Ulus semtinde, Heykel’in yanından geçip kaleye çıkan Hisarpark Caddesi’nde sol tarafta sekiz on katlı bir otel vardı: Paris Oteli… Otelin adına dikkatinizi çekerek ilerleyelim. Bu otelde kara sakallı, kara sarıklı, kara gözlü ve kara üstlüklü ihtiyar bir adam kalıyordu. Kara düşkünü bu adam İranlıydı ve sıradan biri değildi; bir “Ayetullah”tı ve adı Humeyni idi. O yıllarda doğu komşumuza, elli yıl evvel, bir elçilik darbesiyle el koymuş olan “Sonradan görme” ya da “Çakma Şah” Kavas Rıza Pehlevi’nin oğlu hakimdi. İkinci Dünya Harbi’nin arkasından gelen dönüşüm yıllarında, Türkiye’de Menderes iktidara geldiği sırada İran’da da milli eğilimler içindeki, Türk kökenli olduğu söylenen Musaddık oturmuştu başbakanlık koltuğuna. Dünyanın yeni efendisi Sam Amca buna müsaade etmedi ve başarılı bir CIA operasyonu olan Ajax darbesiyle idareye el koydu. Böylece Avrupa çizgisindeki İran, ABD’nin nüfus alanı içine girdi. Bu itibarla doğu komşumuz, “21, Yüzyılın eşiğinde Küresel Komplo”nun eylem alanlarından biri belki de birincisi oldu.
Ortadoğu’da en stratejik istasyonunu Atlantik ötesine kaptıran ve o yıllarda “Demir-kömür Birliği”nin temellerini atma çalışması içinde olan “Avrupalı Babalar” yenilgiyi kabullenecek değillerdi ya. İran’a çengellerini attılar. Böylece “Paris Oteli Operasyonu” başlamış oldu.
Yazımızın üst başlığını bir kere daha yazalım: “Dünyada on komplo varsa, dokuzu İslam ve Müslüman üzerinedir.” ve devam edelim. Komplonun ve fitnenin beşikdarı olan “Salamon Efendi”nin yanında üç yüz yıldan beri “Mister Majeste Edvart”ta vardı. Bu “Dehşet Çiftine” yüz yıldan beri “Mösyö Şarl” ve “Herr Hans” da dahil olmuştu. Şimdi bir de “Sam Amca” katılıyordu Mahşer Atlıları’na. Birbirlerine karşı “Taktik Komplolar” düzenlemekten de çekinmeyen “Mahşerin Beş Atlısı” geçmişi bin dört yüz yıl evveline hatta bir bakımdan “Kabil Operasyonu”na kadar giden “Temel Komplo”da ortak iş tutuyorlardı. Ve bu komplo, bizatihi İslam’a karşıydı ve Vahdet Dini’ni yeryüzünden silmek üstüneydi. Zira “Mahşerin Atlıları”nın nihai hedefleri sayılan “Satan İmparatorluğu”na giden yolda ayaklarına dolanan tek unsur “Tevhit Dini”ydi.
Ahir Zaman’daydık. Bu itibarla vakit giderek daralıyor hatta tükeniyordu ancak kesin tarih belli değildi; o nedenle “Komplonun Efendileri” söz konusu vakti, “Kontrollü olarak kendi istedikleri takvim içinde tüketme”yi plânlıyorlardı. Bu plânın birinci ayağı İran ve İran’da hayata geçirecekleri yönetim değişiklikleriydi.
1953 Musaddık Darbesi’nin ardından, Berlin ve Paris’te mukim “Demir Çelik Lordları” İran’a çengel attılar demiştik, oradan devam edelim: Çengel, İran’daki özerk dini hayat üzerineydi. Kısa zamanda, Şah’ın “Laikçi” uygulamaları dini otorite arasında hoşnutsuzluğa neden oldu ve gide gide bu hoşnutsuzluk muhalefete dönüştü. Ayetullahlar; “Bu hanedanlıkla olmayacak.” noktasına ulaştıklarında bazı mahfel ve gizli servislerin merkezlerinde “Şah’tan sonrası”nın düzenlemeleri yazılmaya başlanmıştı. Bu merkezlerin başında da “Mösyö”nün SDECE servisi geliyordu. “Fransız Mit”inin Ceolarının hedefindeki ideal adam, “Kara sakallı, kara gözlü, kara sarıklı” zattı. Bu itibarla Ayetullah Humeyni, Şah’ın karşısında hedef hâline getirildi. Önce Ankara’ya Paris Oteli’ne taşındı ve kendisini fitnenin sonuncu istasyonuna götürecek kaçak trenini beklemeye başladı. Lakin bir durak daha vardı: Irak… Sonra Irak’a sürüldü. Orada “Necef’in Şii Ulema”sıyla tanıştırıldı. “Fitnenin son istasyonu” Ankara’daki otelin isminde saklıydı: Pagi… ( Pagi kelimesini lütfen Fransız aksanıyla okuyunuz yoksa çizgi film ayıcıklarını çağrıştırır.)
Bir ara verelim: İnce belli bardakta tavşan kanı içelim ve “21. Yüzyıl için Temel Komplo neden İran’da başlatıldı?” sorusunun cevabını arayalım: Efendim, İslam’ın en zayıf halkasının “Şii halkası” olduğunu ispatlamamıza mahal yok; bunu herkes biliyor ve bilinen bir başka şey Şia demek İran demektir. İşte, sebep bu! “Tötonik” fitne merkezleri şimdiye kadar yüzlerce yıla uzanan “Haçlı Seferleri” düzenlemiş İslam imparatorluklarını çökertmiş, Müslüman diyarlarını işgal etmiş lakin din mevzuunda “Yel, kayadan bir şey kopartamamıştı.” İslamiyet, her yüzyılda mücedditleriyle kendini yenileye yenileye yoluna devam ediyordu. “Tötonik somon pehlivanları”na mücadelenin püf noktasını gösteren yine bir İbrani olmuştu; Galiba o İsrailiydi… Vaktiyle, kendisi de bir Judik olan Majeste’nin Başbakanı, “Avam Kamarası”nın kürsüsüne, elinde bir yaldızlı Kur’an alarak çıkmış; “Bunu silmediğiniz sürece, Müslümanları yok edemezsiniz!” diye hedef göstermişti. Ve fitne merkezleri elbirliği hâlinde dinin kalbine saldırıyorlardı: Doğrudan Kur’an’a, İslam’ın bizzat kendisine… Ancak bu kez taktik farklıydı ve tabir caiz değil ama biz, yine de kestirmeden yazalım; “İti ite kırdırmak!” yeni savaşın temel kuralıydı. Yumuşak karın “Zayıf Halka” dan koparılacaktı. Kısaca, plânlanan Sünni-Şii savaşıydı.
Bu düzlemde bir sorun vardı: İki milyarı bulan Müslüman nüfusu içerisinde Şia’nın payına düşen en kabadayı şekliyle yüz, bilemedin yüz elli milyondu hadi iki yüz olsun yani genel içinde yüzde on… Derin komplonun dişinin kovuğuna bile yetmeyen bir sayı… Bu durumda ne yapmak lazımdı? Basit: Kemiyet bir yana keyfiyete el atmak gerekiyordu yani Sünni gücü azaltmak, Şii gücü artırmak ta ki güç terazisinin kefeleri eşitleninceye kadar. Yoksa “Yüz yıllara uzanan genetik yılgınlığı ruhunun bir parçası şeklini almış olan Şia”nın Sünniliğe ve Sünnilere karşı topyekun bir saldırıya kalkışması zordu hatta imkansız!
İşte bu sebeple “Grand Yatırım” İran’a yapıldı. Evvela Paris oteli operasyonuyla ve bir “Tanrısal Kahraman” yaratmak amacıyla “kara sarıklı adam” SDECE elemanlarının yönlendirmesiyle Pagi’ye (Lütfen Fransız Aksanıyla…) götürüldü. Ondan sonrası karanlık… Pagi’de kimlerle görüştürüldü, bu görüşmelerde neler konuşuldu, operasyonun adı hangi görüşmelerden sonra “İkinci AjaxOperation”a dönüştürüldü, (Lütfen, Ajax sözcüğünü Alman aksanıyla telaffuz ediniz.) işin finansmanı kim tarafından sağlandı, ne kadar sermaye kondu ben bilmem ağam bilir.
Ve Operasyonun finali… “İmam” doğrusu bilemiyorum fakat galiba bir Fransız uçağıyla Tahran’a indi. Peki, indiğinde ona, refakat eden hangi ülkenin gazeteci kimlikli gizli servis elemanlarıydı? Mutlaka İmam’ın yanındaki koltuklarda Fransız SDECE görevlileri oturuyorlardı; diğer yolcular ise Alman BND’sine bağlı olmalıydı, yolcuların aralarında İngiliz M16’sından da eleman var mıydı ya MOSSAD ve CIA’dan… İranlı “Ağır Abiler” yanlış anlamasınlar sakın; fakir sadece bu soruların cevabını istiyor. Siz cevap olarak; “İmam Tahran’a İran uçağıyla geldi ve yanında diğer Ayetullahlar ve Şii din adamları vardı.” deyin size inanalım ve böyle “Bozguncu yazılar” yazmayalım.
Devam edelim: İran’da bir “İslam Cumhuriyeti” kurmak, Şii gücünü, Sünni gücünün karşısında dayanabilecek siklete çıkartabilir miydi? Hayır. Bu durumda terazinin Şii kefesini daha da artırmak gerekiyordu. Bunun üzerine, İran’ın eski alışkanlığı harekete geçirildi; Şah İsmail yöntemiyle Müslüman ülkelere “Devrim İhracı” çalışmaları başlatıldı. “Modern Dailer” başta Türkiye olmak üzere bölgeye sevkedildi. O yılları anımsayınız lütfen; ülkemizde bir “Humeynicilik” akımı doğmuş hatta bu akıma kendini kaptıran kimileri mezhep değiştirip Caferi olmuşu. İşte, Sünniler arasından devşirilen ilk cihatçı damar bu şekilde Afganistan güzergahına döşenmiş ve batıdan doğuya sirkülasyon başlatılmıştı. Onlar, Elbruz Dağları geçitlerinden Afganistan yaylalarına akadursun…
Biz, geri dönelim: İran’dan yapılan devrim ihracının asıl ereği başkaydı; istenen, mihver ülkelerdeki pasif/edilgen/yarı uykulu Şii unsurların ihtilalci genetiğini uyandırmaktı. Böylece üzerlerinden uyku örtüsü sıyrılan “imametçi” kitleler, arkalarını “Güçlü İran”a dayayacak ve kendilerine gelen güvenle birlikte, ülkelerinde hükümran Sünni idareler karşısında “Sıffin savaşçıları”na döneceklerdi. Belki bu plânın senaristleri, Şii unsurların “Hüf!” deyince ayağa fırlayacak ve “Zülfikar”ı kapanların meydanlara fırlayacağını sanıyorlardı lakin öyle olmadı. Şii kitleler uyumaya ve Sünni iktidarlar karşısında “ezeli korkularına gömülerek” ya da sağduyuya müracat ederek “efendice” yaşamaya devam ettiler. Türkiye’de bir uyanış yaşandı lakin onlarda “Yavuz tedirginliği”ni üzerlerinden atamadılar. Maraş, Çorum, Sivas, Madımak ve Başbağlar provokasyonlarına rağmen kitleler harekete geçirilemedi. Hatta “Eli Zülfikar tutacak olan Evlad-ı Kerbela” ülkeden kaçıp Avrupa’da mülteci yaşamayı tercih etti. Olsun! Derin German BND elemanları, ayaklarına kadar gelen “Kerbelayan”a çengel atmakta gecikmedi ve “98 Kuşağı Marksizmi”nin üzerine “Alisiz Alevilik” diye bir başka klasör açtı ve malzeme biriktirmeye koyuldu. İşte DHKP-C, Tikko vs tipi örgütler, o malzemeden üretildi. 79 Ajax Operasyonu’nun, ülkemiz üzerindeki etkisi, bu minval üzerinden devam ededursun…
Biz inelim güneye… İranizm’in etkisinin en çok hissedilmesi istenen bölge “Arap Ortadoğusu”ydu zira “Şia’nın Kâbesi sayılan Kerbela” oradaydı; Kerbela’nın vatanı Irak’ta ciddi bir Şii nüfus vardı ve “Arap Aleviliği” Türklere has “Kızılbaşlık”tan daha çok benzeşmekteydi İran Şiasıyla… Ancak bu durakta da bir sorun vardı: Daha çok benzeşiyor olmasına rağmen Arap Aleviliği, yüz yıllara uzanan zaman içinde, Sünni idarelerin terbiyesinden geçmiş, devrimci karakteri iğdiş olmuş, edilgen bir meşrep geliştirmiş; en önemlisi, Sünni kardeşlerle beraber yaşama kültürü geliştirmişti. Sayılan bu argümanlar, temel plânın topal ayaklarıydı ne yazık ki… Topal ayakları tamir için Suriye’de Nuseyriyan Alevilik, SDECE’nin bir makas darbesiyle iktidara getirildi; bununla Şii zihinlerde “Evet, biz de muktedir olur, iktidara gelir, Sünnileri idare edermişiz.” düşüncesi oluşturulmak ve yok olan kendine güveni inşa etmek istenmişti. İstenen Suriye’de başarıldı ve fakat asıl coğrafyada yani Irak’ta olmadı. Ya da orada bir başka yöntem denendi: Şiileri savaş içinde bilemek ve bilinçlendirmek… Bunun için “Sekiz Yıl Savaşları” başlatıldı; İran’la Irak 1980-88 aralığında acımasızca vuruşturuldu. Böylece Irak içerisindeki yüzde seksenlik Şia varlığının uyanması, Sünni devlete başkaldırması, en azından Bağdat’a düşman olması, İran sempatisi geliştirmesi ve istenen isyan hareketini başlatması istenmişti lakin istenen yine olmadı. Bunun üzerine doğrudan müdahale gerekti ve “Körfez Harekatları” başlatıldı. Baba Bush, Sünni iktidarı yıktı, Şiilere yol açtı. Fakat Şiiler, Kürtler kadar bile olamadılar ve Güney Irak halkı üzerindeki “Tarihi Çekingenlik” devam etti. Bunun üzerine “2. Körfez Müdahalesi” yapıldı ve oğul Bush, idarenin anahtarını bizzat kendisi teslim etti Şiilere, Üzerlerindeki korkuyu atsınlar diye başta Saddam olmak üzere “Tikrit Sünnileri”nin tamamını, cümlealemin gözü önünde astı. U.S Army, bölgede tam bir “Sünni süpürmesi” yaptı; dişe dokunur herkesi havaya savurdu. İşini tamamlayan Sam amca, Irak’tan kendisi çekilirken, Bağdat tahtına oturttuğu “Şii Maliki İdaresi”ni İran’a emanet etti. Bağdat’ı Nuseyri Suriye ile komşu, Şam üstünden Lübnan’la temas eder hâle getirdi. Böylece kökü Kum’da, bir ucu Bahreyn’de diğer ucu Yemen’e inen “Şii Hilâli” şekillenmeye başlıyordu ve bölgedeki Şii nüfusa, Kum’lu Dailer –Ki artık onlar SAVAMA ajanlarıydı.- tarafından “Sasani Ruhu” üflenmeye başlamış ve sözünü ettiğimiz “Güç Terazisi” eşitlenme yoluna girmişti.
Öte yandan “Derin Dünya” durmuyor ve insanlık önünde İslam’ı “Lânetli” duruma getirecek her türlü numarayı yapmaya devam ediyordu: Bu lânetin adı İslamofobia idi ve aslında bu fobi İslam değil Sünnilikti ve lanetlenen bütün Müslümanlar değil sadece Sünnilerdi.
Hay Allah! Atın büyüğünü ahırda unuttuk: Derin Dünya her ne yaparsa yapsın Şiiliği bir savaş unsuru olarak Sünniliğin karşısına dikemeyeceğini biliyordu. Bir şey hariç… Hariç olan şey Nükleer güçtü ve böylece İran’ın nükleer güç hâline getirilmesi kararlaştırıldı. Fransız, Alman, Rus nükleik şirketleri, İran’ın nükleer güç olması için yönlendirildi; Buşehr’deki yer altı sığınaklarında otomatik sarnıçlar kaynatılmaya başlandı. Uranyum ihtiyacı, dağılan Komünistlerin Kızıl Ordu’sunun, Rus pazarlarına düşen nükleer artıklarıyla karşılandı. Üstelik bu uranyum hareketi, Türkiye üzerinden yapıldı. Ne yazık ki ülkemiz, bu fırsatı değerlendiremedi ve nükleik yakıtı, kendi elleriyle teslim etti “Çaldıran artıkları”na. Bu arada, Batılı devletler boş durmadı ve sürekli “Buşehr faaliyeti”ni kışkırttı: “Vuracağım ha, kıracağım ha!” salvolarıyla işi hızlandırmak için ne lazım geliyorsa yaptı. Biz zavallılar da için için sevindik; Pakistan’ı unutarak, “İslami bomba geliyor!” diye. Ne yazık ki o bombanın İslami değil, “Şii Bombası” olduğunu hiç aklımıza getirmedik. Hatta Birleşmiş Milletler’de bile, devlet olarak “Nükleik Şia”nın arkasında durduk. Tırnak içinde yazıyorum; “Biz Türkiye’ye yani Ana İslam damarına karşı üretilen Şia Bombası’nın, İsrail’e ve Batı’ya karşı kotarıldığı yanlışına düştük ve hâlâ düştüğümüz yerdeyiz.” Bugün… Ortadoğu da bir “Şii-Sünni Savaşı” fiilen başladığına göre, terazinin dengesini sağlayacak son okka Şia kefesine konmuş demektir: Gözünüz aydın kelaynaklar! “Ayetullah Bombası” yapıldı. Bu yüzden, birkaç ay evvel Ruhani, Batılılarla anlaşma masasına oturdu. Artık Kumlu Şah İsmail, artık nükleer güç… Tıpkı İsrael gibi, Hindistan gibi, Amerika ve diğerleri gibi… Bu durakta bir şeye dikkatinizi çekmeden geçmeyelim: Batı, İran’la anlaşma yoluna girdiği andan itibaren Türkiye ile külâhları değişti; farkında mısınız? Gezi, 17 Aralık ve sokak operasyonları değişen külâhla birlikte başımıza oturtuldu; halen “külâh operasyonları” devam ediyor. Şu andaki hazırlıklar ve hazırlayıcıları, 10 Ağustos’a kilitlenmiş durumda; bu arada, her şeyi bekleyebilirsiniz, suikastler dahil!
Geriye dönelim ve konumuza Türkiye üzerinden devam edelim: “Şii Dünyası’nın koçbaşı” hâline getirilen İran ve arka bahçesinde bunlar olurken, zaten ve biz ne kadar, “Yok canım, öyle bişey yok!” desek de “Sünni Dünyanın Koçbaşı” durumundaki ülkemizde bir “Model olma” teranesi tutturulmuştu. “Olmaz olaydık.” Bize model ülke yaftası yapıştıran “Lordlar” Sünni İslam dünyasını da bize benzeme vaadiyle bir “yalancı bahar” havasına soktu ve Tunus’tan Suriye’ye kadar, bir dizi ayaklanma başlattı. Baharla birlikte “Geçen yüzyıla ait idareler ve idareciler” birer birer tarihin çöplüğüne gönderildi yerlerine “taze kan lider ve idareler” getirildi/getiriliyor. Bir bakıma “Batıcı yönetim/rejim” rektefiyle edildi. Mısır’ın firavunu gençleştirildi; Libya Afganistanlaştırıldı; Tunus’un zaten bir hükmü harbiyesi yok, Suriye malûm! “Bahar hurucu” devasa bir savaş halinde alt yanımızda kronikleşti ve sınırlarımızı zorlamaya başlamış durumda… Savaşın bize dönük muharebelerini Gezi’de ve 17 Aralıkta yaşadık; şimdi sırada 10 Ağustos var, “atın büyüğü ahırda” bizi bekliyor…
“Arap Baharı Operasyonu”nun Ortadoğu’ya “hediye” ettiği en mühim unsur “Selefiyan öfke” oldu. Lakin bu öfkenin kontrolü, öfkeli Selefilerin elinde değil. “Lordlar” onu, ta 1720’de Deriyye bölgesinde Muhammed bin Abdulvehhab’ın zuhuru esnasında ele geçirmiş durumda. “Bir İngiliz Casusu’nun Hatıraları” kitabındaki casus, çengeli üç yüz elli yıl evvel Riyad’da takmış ve hırslı Deriyye Emiri Suud ile Abdülvehhab’ı, “Made in Majestik Yuvarlak Masa”nın etrafında bir araya getirerek el sıkıştırmış. Hepimiz, Suudi idaresinin Arabistan coğrafyasının elimizden çıktığı, Birinci Cihan Harbi’yle tarih sahnesine çıktığını sanır oysa idare, 1800’den öncesine kadar gidiyor ve Deriyye Emirliği’ni o tarihlerde kuran, Osmanlı’yı bölgeden kovan, “Majeste” destekli Suud ailesinin Şerif Hüseyin’i alaşağı edip Hicaz Emirliği’ni iç ettiği tarih yanıltıyor bizi. Suudi Krallığı’nın kuruluş tarihi 1926 fakat Suudi Hanedanı, milli bayramına söz konusu tarihi başlangıç yapmıyor 1744’ü baz alıyor. Yani “Vehhabi Selefiliği” yaklaşık üç yüz seneden beri var ve geleneksel “Tezkiyeci Selefilik”in siyasallaşarak günümüzdeki Cihatçı ruha evrilmesinin anarahmi görevini göregeliyor. Suudiler, 1980’lerde çok sözü edilen “Rabıta” sayesinde İslam ülkelerine yayılmış ve bugünlerdeki “öfke hâli”ne ulaşmak için ciddi rakamlarda “Petrodolar” harcamıştı. Vehhabi Selefiliği, harcadığı Petro doların karşılığı olarak ilk devşirmeyi, Afganistan’da yapmıştı.
Arabistan’ı bilen bilir; Suudia’de nereye baksanız “Bin Laden” tabelalarıyla karşılaşırsınız. Elcezire’nin en zengin ailelerinden biri olan Bin Laden’lerin, birçok kalemde ABD’li şirketlerle ortaklık yaptıkları biliniyor. Galiba asıl ortaklık, Afganistan’da olmuş: Afgan cihadı, Vehhabi cihadına dönüşmüş, akabinde Bosna ve Çeçenistan savaşlarında önemli tecrübeler kazanmıştı. Afgan, Boşnak ve Çeçen coğrafyalarında “Cihatçılık”ı meslek edinen, elinden başka iş gelmeyen “Nefret Savaşçıları” o zamandan beri, serseri kurşunlar gibi dolaşıyor ortada ve nerede iş varsa orada mantar gibi bitiyorlar. Birkaç yıldan beri Suriye’deler.
Bir kez daha dönelim ülkemize ve eğri oturup doğru konuşalım: 2002’de, “İngo-Amerikan Ekolü”nün siyasal organizasyonu olarak iktidara gelen Ak Parti’nin ömrü on senelikti ve 2012’de Parti’nin arkasındaki Washington’un “on yıllık” desteği çekildi. “Plân gereği, belli bir süreç içerisinde Amerikan ekolünün iktidarının sonlanması ve “Alman-Fransız” (Almo-Frans) ekolünün işbaşı yapması gerekiyordu lakin Parti’nin arkasındaki halk desteği ve Erdoğan’ın meşrebi buna engel oldu. Bunun üzerine; Ergenekon tutuklamaları nedeniyle ortada “Militarist darbeci” kalmadığı için “TSK emir komuta zinciri içerisinde idareye el koyamadı” ve kerhen Gezi Parkı’nda “Sivil darbe” girişimi başlatıldı lakin “başıbozukun darbesi” ancak bu kadar olurdu ve girişim, hükümet tarafından “kaput” hâle getirildi. (Kaput kelimesini Alman aksanıyla okuyunuz zira kelimeyi Almanca lügattan apardım.)
Yazının burasında “Hamd-ı şükr” şart oldu. Çünkü 1839’da Islahat Fermanı’yla iplerini, resmen Batı’ya teslim eden ülkemiz, tam 172 yıl sonra ilk defa “BAĞIMSIZ” oldu yani Amerika, (Fakir, Amerika dediğinde İngiltere ya da İngo-Amerika anlayın lütfen) Ak Parti’nin arkasındaki elini çekmiş, Almanya (yani Almo-Frans) elini sokamamıştı; işte, bu sebeple spontane olarak bağımsız alana düşmüştük. Bu gelişme karşısında “Derin Dünya’nın Plânı” hiç umulmadık bir şekilde çatlamıştı. Herkes şaşkındı; İngiliz, Alman, Yahudi hatta Türkiye bile… Şaşkınlardan ABD ve İsrail, kendisini ilk toparlayan taraf oldu ve apar topar “17 Aralık Operasyonu” tezgâha sürüldü oysa operasyonda kullanılan “Argüman” daha ilerideki bir başka ameliyat için hazırlanıyordu yani adamların kırk yıllık emeği heba oldu.
Sonuç malûm: Operasyon, 30 Mart itibarıyla tam bir hezimete uğradı ve Türkiye gerçekten “BAĞIMSIZ” oldu, bu kez taammüden… Lakin bağımsızlık, bizim için iki ucu keskin bıçaktı ve buna “Lordlar” asla müsaade etmezlerdi. Zira bağımsız olmuştuk ama bağımsız yaşayacak gücümüz yoktu. Şahsen, ben bağımsız olmaktan korktum. Galiba Başbakan da ürktü ve apar topar destek arayışına girdi. Önce Avrupa Parlamentosu’na gitti, destek işini konuştu fakat Avrupa “Derin Plân”da bir taraftı ve Türkiye’nin bağımsızlığını şiddetle reddetti. Erdoğan döndü ve ayağının tozuyla Pakistan, Japonya ve Malezya gezisine çıktı.
Burada duralım: Batı Emperyalizmi karşısında; “Öteki devlet/millet”lerin bağımsız olması o kadar zor ki buna imkânsız demek daha doğru olur. Ancak bağımsız olmanın bir yolu var: Nükleer güç olmak… Batı’nın kabusu hâline gelen atom bombalarını hangarlarına istiflemeyen hiçbir ülkenin bağımsız olmasının olanağı bulunmuyor; isterseniz, dünyanın yarısı sizin olsun. Şu an, mevcutlar içerisinde dünyanın en bağımsız devleti neresidir, biliyor musunuz: Sizi yormayalım ve cevabı verelim: Kuzey Kore… Şimdi anladınız mı uçsuz bucaksız arazilerin bit kadar önemi olmadığını… Galiba bunu, şu son bir sene içerisinde Erdoğan da anlamış olmalı. “Nükleer kardeş Pakistan”ı ve hemen ardından “Nükleer Dost Japonya”yı niçin ziyaret etti sanıyorsunuz? Biz niçin olduğunu sanmasak da “Deri Avrupa” gerçeği fark etti ve apar topar, Fransız Cumbabası Hollande, ülkemize geldi; tabii ki “Delioğlan”ın kulağını çekmek için ancak o, aynı gün İran’a gitti. Bu seyahat, “kulak çekiciler”ne verilmiş atomik bir cevaptı. Demek istiyordu ki Sn. Başbakanımız; Van minit birader! Benim canımı sıkmayın; İran’la otururum masaya, veririm Suriye’yi ve dahi Irak’ı alırım nükleer sırları…” Ankara’dan uçan bu mesajı, Şansölye Merkel aldı ve hatta “Türk Şövalyesi”ni Berlin’e çağırdı yetmedi, bir süre sonra Cermen Cumbabası Gaug’u Ankara’ya yolladı. “Ukala Cumhurbaşkanı”nın Ankara’da “Gak guk!” etmesi, Almanların, hâlâ Ankara’nın kararlılığını anlamadığını göstermemişti lakin Herr Gaug, hak ettiği cevabı sert bir retorikle aldı. Yetmedi, bir süre sonra Erdoğan Almanya’ya gidip “Lordların” ininde geniş katılımlı bir miting yaparak tüm “Derin Dünya”ya meydan okudu ve ipleri kesip attı. (Attı mı acep?)
Bu arada, iki şey daha yaptı Erdoğan, sık sık “Yeni Türkiye”den söz etmeye başladı. Ne demekti yeni Türkiye? Bana göre, bağımsız bir devlete işaret ediyordu Başbakan bu tarifiyle. Tarifin içini doldurmak gerekiyordu. Gereğini yapmak üzere harekete geçirildi ve “Amerikancı Ak Parti” bugünlerde yeniden kuruluyor ve “Bağımsız Türkiye’nin Partisi” olarak silbaştan dizayn ediliyor. İl yönetimleri “gönüllü” olarak istifa ediyor; eskilerin yerine, “Yerli Ekol” rengi en belirgin siyasetçilerden yeni yönetim oluşturuluyor/oluşturulacak… Ters tarafından, “Birinci Meclis, İkinci Meclis” operasyonu gibi…
Gemiler yakıldı, köprüler atıldı, ipler koptu. Önümüzdeki son muharebe, 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı Seçimi… Bu seçim, 3. Dünya Savaşı’nın en belirleyici kapışması olacak; belki de son muharebesi yerine geçecek. Ondan sonra savaş bitecek mi? Ne gezer! Zira harbin bitim tarihi belli ve 2023… “Seçim Savaşı”nı karşı cephe kazanırsa 1923’e döneceğiz hepimiz. Emperyalistlerin postmodern Saykıs-Pikot’ları Ortadoğu’yu yeniden cetvelleyecek. Bu bölüşümde bize başta Trakya’sı, Boğazları olmak üzere Doğusu, Güneydoğusu, Güneyi budanmış; üç yüz bin kilometre kare civarında bir iç devlet kalacak yani biz Türkler de “çöl halkı” olacağız. “Hâlâ anlamdın mı Mustafa arkadaş?! O hâlde, yuh olsun sana!”
Bitmedi. Lordlar açısından bir problem daha var: Ya, 10 Ağustos Seçimi’ni Erdoğan kazanırsa… Bu 3. Dünya Savaşı’nı Sünni Türklerin ve çözüm süreciyle birlikte ağabeyleriyle beraber hareket etme kararı alan Sünni Kürtlerin kazanması anlamına geliyor ki bu kazanım, içinde bir kartopu potansiyeli taşımakta. Potansiyel kartopunun yuvarlandığında kinetiğinin nerede duracağı beli değil ancak belli olan bir son var: Devasa kartopu, önüne çıkan “Tötonojudik” yani Batı ve Yahudi ortaklığının, eseri olan “Zalim Emperyalizmin” üzerinden bir buldozer gibi geçecektir. Bu, 1701’de Batılı Tötonlara geçen “Gönül Medeniyeti”nin, tekrar gerçek sahiplerine, şark milletlerine daha açık konuşalım Satan’dan, Hakk’a geçmesi anlamına geliyor.
Peki, binlerce yıllık emekle bina edilen kazanımlarının, bir kartopu darbesiyle yok olmasına müsaade etmek Emperyalist Lordların sineye çekeceği bir durum sayılabilir mi? Asla!
Şimdi savaş zamanı; hem de topyekûn bir savaştan söz ediyoruz. Biliniz ki 3. Dünya Savaşı, Birinci Cihan Harbi’nin Ortadoğu cephelerinde şiddetle başlatıldı. Şimdi boğuşma, Sünni-Şii düzleminde devam edecektir zira 1979’da başlatılan “Şii Dünya”yı “Sünni Dünya” ile savaşacak boyuta eriştirme plânı epey bir yol almış durumda. Artık düğmeye basılabilirdi. Basıldı. Bunun üzerine IŞİD/DAİŞ markası altında birleştirilen Selefi Cihatçılar, Şam’ın verdiği Rakka desteğinde elde edilen “Petroparası”yla yola dizildi. Ortadoğu çöllerinde “kan kervanı,” yolda ilerliyor; bu sebeple hepitopu dokuz yüz kişi olan IŞİD alayı, Sufilerin, Saddam ardıllarının, aşiret muhariplerinin katılımıyla on bin savaşçıya ulaştı ve “Çekirge sürüleri” gibi güneye akmaya başladı. Yolda zafer vardı, kolektif gücün verdiği egoizm vardı, ganimet vardı… Tıpkı bin yıl önce “Doğunun Masalsı Zenginliği”ne akmakta olan “Haçlı Çapulcuları” misali…
HOŞGELDİN RUHANİ
IŞİD’in Bağdat seferi, İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Ankara’ya ayak basışıyla başladı. Bu durum manidar! Kanaatimizce, Ruhani’nin başkente gelişinin şifresi önemli… Bu gelişin, Hollande’nin Ankara’ya indiğinden birkaç saat sonra Erdoğan’ın, Tahran’a yaptığı günübirlik seyahatin devamı olduğu belli oluyor. O seyahatte, Ankara Tahran’a ne önermişti? Fakirin yukarıdaki tahmini gibi Türkiye’nin, mevcut Suriye ve Irak politikasını, İran lehine geliştirmek mi? İhtimal evet. Ruhani’nin gelişi sırasında imzalanan antlaşma sayısı on kadar ya kamuoyunun bilmediği gizli imza kaç tane? Bunu bilmek güç fakat yukarıdaki tahmin doğrultusunda anlamak hiç de zor değil zira IŞİD, seyahate paralel olarak harekete geçirilmiş durumda. Örgütün ve bağlı grupların hareketinin hem Türkiye’ye hem de İran’a dönük tarafları var. Önce İran, IŞİD ilişkisini irdeleyelim. Meselenin uzun vadeli yüzünü 1979’da başlatmış ve yazının uzun içeriğinde izaha çalışmıştık; spontane geliştiğini tahmin ettiğimiz, Selefiyan Bağdat seferinin Tahran’ın kulağını çekmeye matuf olduğu anlaşılıyor. Kanaatimizce Batı plânlarında, Türkiye ile İran’ın yan yana değil karşı karşıya durması şarttı ve üstelik bu istek yeni değil, ta Venedik’ten Ceneviz’den beri böyle. Lakin bir anda İran kendisine çizilen yolun dışına çıkıyor ve Ankara’yı ziyarete geliyor… “Vay! Sen misin gelen?” öfkesiyle birlikte İran, en başarılı olduğu “Irak Şii Devleti”nin başkenti Bağdat’ta vuruluyor. Ne oranda ve nereye kadar vurulacağını zaman gösterecek ancak ilk sadmede Musul’dan Samara’ya kadar kovalanmış durumda. Ancak bu sefer, Şii hilâlinde Suriye Irak arasında derin bir çatlak oluşturmuş durumda. Bu arada, Irak ordusunun da kof bir yapı olduğu belli oldu. Kof Ordu gerçeği karşısında, Maliki’nin “Büyük Şii Irak” hülyası ölümcül yarayı beyninde hissetmiş olmalı. Yazının kaleme alındığı tarihte durum bundan ibaret…
Gelelim Türkiye’ye… Kendilerine, Suriye’de insani ve coğrafi bir zemin bulan Selefi Cihatçılar, bir örgütler harmanına dönen ülkede hakimiyet sağlamak için, “Nuseyriyan Devlet”le kapışmadan önce mevcut örgütleri temizlemesi gerektiğinin farkındaydı. Bu anlayışla Esad’la Rakka petrolleri karşılığında anlaşmıştı. Bu anlaşma, üç başlı bir kazanımdı ve “harp hile”ydi. Cihatçılar, bu sebeple Esed’le tokalaşmışlardı yoksa biz Türklerin kafasını karıştırmak için değil. Bu arada, Nuseyri Diktatör’e, asıl amaçlarının Irak olduğunu ve Diktatör’ün ülkesinde “ayakları yere basana kadar” kalacaklarını da söylemiş olmalılar yoksa iki tarafın anlaşması bu kadar kolay olamazdı.
IŞİD’in Türkiye ile önce Süleyman Şah/Caberi Kalesi’nde sonra Musul Başkonsolosluğu’nda karşı karşıya gelmesinin sebeplerinden birincisi Esed’e verdikleri söz veya “Nuseyri Kral”ın hazzını okşamak gibi görünse de Caber hususunda, meydan okuma nedeni sınırlarımızdaki “Katırla Petrol Transferi” ticaretiydi. Suriye’nin birkaç fakir petrol bölgesinden biri olan Rakka kuyularını ele geçiren örgüt, hem aynı bölgeye göz diken Rojova PYD’sinin PKK sever militanlarıyla çarpışıyor; hem de elde ettiği petrolü satıp “Cep harçlığı”nı çıkarmanın peşinden koşturuyordu. Elindeki malı, -her ne kadar Esed’e satıyor dense de- tek pazarlayacağı ülke Türkiye’ydi. Ancak bu kaçak ticarete “Ayyıldızlı Jandarma” izin vermiyordu ki… Mehmetçik; “Yassa hemşerim!” diyor başka bir şey demeyi bilmiyordu. Oysa örgütün istediği birkaç yüz katırın sırtındaki birkaç bin galonluk mazotu paraya çevirmekti. Devenin kulağındaki kir… İşte, Caber Kalesi tehdidinin altında yatan sebep buydu.
Konsolosluk çalışanları ve Türk tırcıların tutsak edilmesi ise bir pazarlık kozu ele geçirme çabası gibi duruyor. Anlaşılan o ki örgütün başı olduğu söylenen Ebubekir Bağdadi, Ankara tarafından dikkate alınmak arzusunda; bu bir. İkinciye gelince; Bağdadi, Irak seferinde halen Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan Musul-Kerkük hususunda Ankara’yla karşı karşıya kalacağının farkında. Ayrıca, bir kısmı Şii olan Türkmenleri de içine alacak savaş ateşi karşısında Kuzey Komşu, ırki refleksleriyle hareket edebilirdi ve IŞİD idarecileri bu savaşta Türkler’in karşısında hedef olmak istemiyorlardı.
Bununla birlikte Selefi komutanlar, kim ne derse desin, artık Ortadoğu’da Türkiye’nin de var olduğunu haykıran gerçek tarihin sesini duymuş olmalılar; bu itibarla IŞİD, yukarıda dendiği üzre, Ankara tarafından tanınmasını, dikkate alınmasını arzu etmektedir. Güneye doğru çekilen örgütün, giderayak Musul Konsolosluğu’nu basıp görevlileri esir almasının düşmanlık gibi bir başka gerekçesi olamaz. Başka kalemler tarafından dillendirilen bir diğer neden ise “Ankara’nın ayranlığını kabartmak” ve spontan olarak bataklığa çekmek şeklinde kendini gösteriyor. Eğer, amaç bu ise Bağdadi ve çevresindekiler, yanılmış olmalılar zira Kerkük’teki defakto duruma rağmen, bununla birlikte Musul baskını, Türkiye’de bir öfke patlaması oluşturmadı ancak IŞİD’in muhatap alınması ve pazarlık arzusu gerçekleşmiş durumda; görüşmeler –bugün itibariyle- sürüyor.
Derin Dünya açısından “IŞİD Irak Hurucu”nun Türkiye cephesinde arzulanan pratiği “Kürt Taşları”nın yerinden oynamasıydı. “Derin Plân”ın bu gereği, amacına ulaştı sayılır; “Bayrak, Lice” derken taşlar, yerinden oynama istidadı gösterdi. Suriye ve Irak’ta IŞİD’in hayali devletinin arazisi, “Güneye hücum”la birlikte boşaldı ve boşalan yeri Kürtler doldurdu. Artık Kerkük, bir Türkmen Kenti değil, Peşmergelerin kontrolünde… Şehirden kaçan Türkmenler, “Barzani Bölgesi”ni zorluyor ancak yine Kürt gruplara teslim olmaya zorlanan Telafer başta olmak üzere Ambar kasabalarının Sünni kaçkınlarıyla birlikte sınır boyunda bekletiliyor ve zorunlu kamp hayatına mecbur ediliyorlar. Fakat dönüp dolaşıp Türkiye’ye iltica edecekleri kesin! Şii soydaşlar ise Sünnilerin aksi istikametinde yer alan, Melek-ül Tavus adını verdikleri Şeytan’ı kutsayan Yezidi Kürtlerin oturduğu Sincar şehrine doğru çekiliyorlar. Şii Türkmenler, her ne kadar, Ankara kendilerini dışlamasa da politik olarak Türkiye’ye yakın durmuyorlar zaten seçimlerde de Şii blok içinde hareket ettikleri biliniyor.
Irakta bunlar olurken… Ankara açısından, Suriye’de de durum farklı değil. Rojova köşesine sıkışmış olan PYD/PKK’lılarının eli ve yeri bolardı; Rakka petrolleri, bugün değilse bile yakın bir süre içinde onların olacak. Suriyeli Kürtler, yine makûl bir süre içerisinde sınır boyunca batıya doğru ilerleyerek Türkiye’nin “İkinci özerk komşusu” olmaya hazırlanıyor… Bir başka durum; birbirlerinden pek hazzetmeyen PYD ve Barzani, IŞİD’e karşı ortaklığa karar vermiş durumdalar… Kısacası “IŞİD Emiri” Ebubekir Bağdadi’nin bir süre önce yayınladığı Irak Şam Devleti Haritası doğu batı ekseninde Kürt arazisi olmaya gebe yani Irak Şam Devleti, Irak Şam Kürt Devleti şeklini alırsa hiç şaşırmayın. Türkiye’nin yumuşak karnı bu şekilde şişerken “Bizim Kürtler”de boş duracak değildi ya… IŞİD seferine paralel olarak, kardeşlerimiz de “Süreç müreç derken Erdoğan bizi kandırıyor mu; yoksa aldatılıyor muyuz?” öfkesine kapıldı ve başta Lice olmak üzere yine ortalığa saçıldılar. Plânlı bir girişim olduğuna inandığımız “Bayrak indirme olayı” işin tuzu biberi oldu ve kafası karışan iktidarı, “Süreç ve Bayrak” dilemması içinde bıraktı; Başbakan; “Bayrağı indireni indireceksin!” demek zorunda kaldı. Bu söz, Bahçeli’nin “Alnının çatından vurma…” tavsiyesinin ötesinde değil, yanında.
Bahçeli demişken, Lordlar epeyden beri Ülkücüleri sokağa dökmeye uğraşıyorlardı; “Bayrak hadisesi”yle birlikte bu arzu yerine geldi ve bayrağı kapan bozkurtlar dışarı fırladı. Çoktan beri kaşınan öteki ülkücüler/alperenler de PKK sempatizanlarıyla çatışmaya başladı. Zaten, “Gezi Mezhebi”nin müntesipleri hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar maşallah! Özetle “10 Ağustos Seçimi” yaklaşırken sokak savaşları yeni katılımlarla sürüyor/sürecek…
Bu arada güzel bir gelişme… Derin plânın da yufka plânın da dışında geliştiğini zannettiğimiz “Yürekli anneler” hareketine “Yürekli babalar” da katılmış durumdalar. Doğruyu söylemek gerekirse, bu anne ve babaların AK Parti çizgisinde olduğu biliniyor. Olsun, zararı yok! Sonuçta anneler kazandı; “ciğeri yananlar”ın Ankara ziyareti, HDP genel merkezindeki “ağız dalaşı” dışında, olumlu geçti. Hükümet, dünyadaki tüm Kürtlere dostluk elini uzattı: Bir: “Süreç”i yasal bir zemine oturtmak için konuyla ilgili kanunu, Meclis gündemine aldı, ramazan içinde hâlletme sözü verdi… İki: Barzani Vilayetinin Başbakanı Damat Neçirvan’ı, birkaç kez Ankara’ya çağırdı. Genç adama, şu bağımsızlık hususunda, İsrael’in kışkırtmalarına kulak asmamasını öğütledi ve galiba zamanı gelince bu konuyu beraberce konuşacaklarının işaretini verdi. Her ne kadar Barzan Baba, Erbil Parlementosu’dan bağımsızlık için komisyon kurulmasını istese de “kazın ayağı”nın hiç de onun sandığı gibi olmadığı malumatını bir kere daha ortaya koydu.
Sonuç… Eğer bir paranoya ise, bu satırları paranoyak kardeşiniz yazdı ve otuz seneden beri İran cephesinde olanların, dört yıldan beri Tunus’tan başlayıp sınırlarımıza dayanan olayların, IŞİD’in Irak seferinin ve olan biten her şeyin hedefi Türkiye’dir ve Türkiye’de yaşandığına inandığımız “Hakk’ın İslam’ı” dır. Biliyorsunuz; İslam Dünyasının ekseri yerinde İslam olmak Türk olmak/Turkuvaz olmak olarak isimlendirilir. Bu isimlendirme, hiçbir devirde, bugünlerdeki gibi doğru olmadı. Evet, İslam olmak artık Türk olmaktır. Şu anda Turkuvaz Türkler, Tevhid Dini adına tam bir varoluş mücadelesi vermektedir “Cumhurbaşkanı” seçiyor değiller. Ya Türkler, Türkiye’deki ve Gurbetçi Türklerin oyu, dışarıdaki Türklerin dualarıyla kendi başkanlarını seçecek ve 2023 itibariyle “Empergam Türk İmparatorluğu”nun temelini atacak ya da yüz yıl daha, bir başka ideolojik rejimle “Batı boyunduruğu” nu boğazında taşımaya devam edecektir. Her şeyi o (cc) biliyor.
Not: Bu makale yazıldıktan sonra olaylar gelişti: Aklısıra IŞİD Halifelik ilân etti ve Emiri Bağdadi’yi, halife ilân etti. Garipler, bilmiyorlar ki halen halifelik, TBMM’nin manevi şahsında temsil ediliyor; doksan yıl pasifleştirilmiş olsa da bir halife zaten var. Zamanı gelince ve gerekirse ortaya çıkar; gidişat ona doğru. Oldu oldu, halifenin çıkış tarihini de tahmin edelim bari; kaldırılışının yüzüncü yılında yani 2024 yılında bekleyin Halife Hazretlerini; tabii ki kendi kentinde yani İstanbul’da… Anlaşılan; çakma halife Bağdadi’nin, bir başka halife kenti olan Bağdat’ın fethini beklemeden adına hutbe okuması, Harun Reşid’in tahtını almaktan umudunun kesildiğini gösteriyor. Ha bu arada; halifecik’e biat eden kabilelerden de bahsediliyor ancak Türkmenler, biatı reddetmiş ve “baş kesici militanlar”ın hedefi şekline gelmişler; bu anlamda çarpışmalar sürüyor. Demek ki, IŞİD’ciler konsolosluk çalışanlarını tutsak ederken böyle bir durumla karşı karşıya kalacaklarını hesap etmişler; ee, bu da bir öngörü, ne diyelim! Bu arada, Başkent’e elli kilometre mesafedeki Samarra’da çakılıp kalan, Selefiyan savaşçıların, mezarlıkları tahrip ettiklerinin, cami minarelerini dahi bidat işlerden sayıp bombaladıklarının, tekke ve türbeleri berhava ettiklerinin görüntüleri ekranlara yansımakta. Bir de Endülüs’ün fethi meselesi var; İspanyollar, rüzgârı gerçek sanmışlar, verip veriştiriyorlarmış. Endülüs meselesi neyse de IŞİD cephesinden, “Kâbe”nin dahi yıkılacağı” haberleri de geliyor ki fakir buna inanmıyorum; münafık medya, söylenmemişi, söylenmiş gibi yansıtmakta oldukça mahirdir; biliyorsunuz. Ya da çarpıtma hususunda sabıka zengini bir basın yayın dünyası var. Hem Kâbe, hem Kabr-i Nebevi, doksan sekiz yıldan beri, Vehhabiyan Suud Krallarının yönetiminde… Nice zamandan beri, Kutsal Kâbe’nin genişletilmesi için milyon dolarları da onlar yatırıyor; şimdi, durup dururken adamların hakkını yemeyelim. Siz de yemeyin; oralardaki vaziyeti, bu sıralarda umreden dönen akrabalarınızı ziyaret edin, hurmalarını yeyin, Ebu Zemzem’lerini için ve onlara sorun…