Malûmunuz; sorunun sahibi, “Her daim Osmanlı” olan yazar ağabeylerimizden Kadir Mısıroğlu. Başındaki ciğer rengi fesiyle uzun yıllar, sahipliğini ve “Neşriyat Müdürlüğü”nü yaptığı Sebil Yayınevi’nden çıkardığı, orta kalınlıktaki kitabıyla bu soruya cevap verişinin üzerinden zannımca otuz sene geçmiş olmalı. Bu zaman zarfında kitabın baskı sayısı da otuz olmuştur. Ya da geçmiştir. Mısıroğlu, geniş kitlelere ulaştığı çalışmasında, sorduğu sorunun cevabını, şerhsiz-şüphesiz; “Lozan tam bir hezimettir.” diye veriyor ve dosyayı kapatıyordu.

Fakir, dosyanın kapanmasına gönlüm el vermediği için bir makale hacmince açmak niyetindeyim zira ilk çeyreğin bitimine on kala, yaşamakta olduğumuz olaylar nedeniyle 21. Yüzyıl yeni gözler açtı yüzümüzde; “olaylara ve insanlara” üçüncü gözle ve bir kez daha bakma gereği doğdu. Yoksa “dayatılan yanlış algı” iftira terkibine dönüşür.

suleymanicamii19yy

Madem konumuz Lozan, yüz yıl geriye gitmek durumundayız. Çünkü “olay yeri inceleme” şart oluyor: Efendim, yıl 1839… Yirmi bin kilometre kareyi aşan devasa alanıyla bir imparatorluk yatıyor dünyanın merkezinde. “Yatıyor” diyorum çünkü adı “Hasta Adam”a çıkmış olan İmparatorluk, tam bir benzetmeyle “Kalp Yetmezliği” çekiyor; yatmasın da ne yapsın! İstanbul’da tekleye tekleye çalışan kalbin pompaladığı kan, ne yazık ki devasa ve yorgun vücudu beslemeye yetmiyor yani uzak azalar için kan basıncı kafi değil. İşin kötüsü, dünyanın leş yiyici akbabaları çürümüş et kokusunu almış bile, etrafta bekleşiyorlar. Kısacası, “Hasta Adam” için ölüm mukadder!

Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa
Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa

Son zaferini kırk yıl evvel Filistin’de, Akka’da kazanan İmparatorluk, Mısır’ı kurtarmış ancak “Firavunların ülkesine tayin ettiği ümmi bir adam karşısında yenilmişti. Napolyon’a karşı gönderilen askeri birlikte grup ağası olarak bulunan Kavalalı Mehmet Ali, ağalıktan paşalığa terfi olmakla kalmamış, koca Mısır’a vali bile olmuştu. Yeni paşanın Mora’nın, Yunanistan adıyla devletleşmesinin ardından “Al-i Osman olacağına Al-i Mehmet Ali” olsun diyerek İstanbul’u fethe yolladığı oğulluğu kumandasındaki ordusu elini kolunu sallaya sallaya Suriye’ye girmiş, Anadolu’ya atlamış ta Kütahya’ya kadar ilerlemişti. Araya Mustafa Reşit Paşa’nın ricası üzerine İngiltere girmemiş olsa birkaç gün sonra soluğu Üsküdar’da alacak hâldeydi.

İngiltere bu! “Günahını bile Meccani” vermeyecek kadar şeytani bir ülke. Kavalalı’yı durdurmanın karşılığı olarak istiyor da istiyor. Bunun üzerine Yed-i Vahit olarak bilinen Osmanlı tekel sistemi kaldırılıyor ve ekonomi ve ticaret hususunda İngiliz tüccarlar, Devlet-i Aliyye’de bir nevi “Monopol” oluyorlar. Kapitülasyonların yanında halt ettiği bu gelişme tarihteki yerini “Balta Limanı Antlaşması” olarak aldığında takvimler, 1838’i gösteriyordu. Bu antlaşma İmparatorluğun ekonomik olarak yıkılması anlamına geliyor ve dehşetli bir yok oluşun uğursuz sürecini başlatıyordu.

Balta Limanı ve onu hazırlayan bir dizi olayı tarif noktasında kullanılacak tek kelime “Hezimettir” ve Lozan’dan tam seksen beş sene önce yaşandığını kaydetmiş tarihler. Doğal olarak, Lozan’ı imzalayan İsmet’in doğumuna daha kırk dört sene vardı; Mustafa Kemal’inkine ise kırk bir yıl…

Bitmedi. Balta Limanı Antlaşması’ndan bir yıl sonra 1839’da devlet, tam bir türbülansa giriyor, Osmanlılar, beş yüz yıllık kadim sisteminden vazgeçiyor ve Gülhane Fermanı’yla Batı’ya teslim oluyordu: Alın size bir hezimet daha… Fermanın altındaki imza, “Cumhuriyet Ekabiri”nin değil Sultan Abdülmecit’in…

93 Harbi sonunda Rusya İmparatorluğuyla Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşmaları imzalandı
93 Harbi sonunda Rusya İmparatorluğuyla Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları imzalandı

Devam ediyoruz: 1877 yılındayız. “Rusya’nın kafası esiyor” ve ordusunu çekip Balkanlar’a giriyor. Tokatlı Gazi Osman Paşa’nın inatçı direnişine rağmen Osmanlı güçlerini “kâğıttan aslanlar” gibi devire devire Romanya ve Bulgarya’yı geçiyor. Selimiye Cami’nin hemen dibindeki tozlu yoldan geçip tüm Trakya’yı tepeliyor ve İstanbul’a dayanıyor. Durduruldukları yerin Ayastefanos olduğunu söyleyerek saklanmanın âlemi yok, bal gibi Yeşilköy… Henüz; havaalanı kurulmamış o arazide; etrafta boş tarlalar uzanıyor. Rus ordusu bir saat daha yürüse Topkapı Sarayı’na Rus bayrağı çekilecek durumda. Neyse ki –sağolsun- Majeste araya giriyor da Rus ordusu rica minnet durduruluyor. Durduruldukları yere kamp kuran Çar askerleri “Yan gelip” yatmıyor; etraftan topladıkları taşlardan devasa bir “Zafer anıtı” inşa ediyorlar; otuz dört sene sonra bu kaçak anıt yıkılırken filmi çekilsin, çekilsin de o film Türk sinemasının ilk ürünü sayılsın diye…

Ee, bu ne şimdi? Biz söyleyelim, İmparatorluğun siyaseten yıkılmasından başka bir şey değil. Ve hezimetin daniskası!

Tabi, “Rus Ayısı”nı Yeşilköy’de bir kez daha durdurarak, Osmanlıya suni bir hayat bahşeden İngiliz, bunun karşılığını Kıbrıs olarak tahsil ediyor; ha, bu arada Balkanlarda, İstanbul aleyhine yapılan harita düzenlemesini görmezden geliyoruz konu uzamasın diye. Fakat sormadan geçemiyoruz; bu ne peki, hezimet değil de nedir diye? Bu arada, Vakit dolmamış, daha Lozan’a kırk sekiz sene var!

Daha bitmedi; iktisadi ve fiili yıkılışın ardından sırada “Hukuki Yıkılış” var. Onun hikâyesini anlatmayacağım; nasılsa, hepiniz biliyorsunuz. Çanakkale’de kazanılan “Son Zafer”de yetmiyor ve İmparatorluk, her cephede yenilerek Birinci Cihan Harbi sonunda final yapıyor. Mondros Ateşkesi’ni Rauf Orbay imzalıyor ve devletin anahtarını Batılılara teslim ediyor. Bir kere daha soralım; bu ne, hezimet değil mi? Ha bu arada, Lozan beş sene sonra…

Başlıktaki soruya bir kalemde cevap verme imkânı yok; ne üstat Mısıroğlu gibi “Hezimettir!” ne de muhalifleri gibi “Değildir!” deme lüksümüz var. Meseleyi bir terazide tartmak ve bir sarraf hassasiyetiyle kâr zarar hesabı yapmak gerekli… İşte, o zaman “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Senato’nun hakkı senatoya…” verilmiş olur ve genç kuşaklara ufuk hakkı tanınır. Kanaatimiz bu yönde…

***

lozan-baris-antlasmasi
Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri tarafından 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması imzalandı

24 Temmuz 1923’te parafe edilen Lozan antlaşmasına giden Türk delegasyonu, giderken şu kanaatteydi: Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın son toplantısında alınan karar muvacehesinde belirlenen yeni devletin sınırlarından bir milim sapmamak… Misak-ı Milli olarak bilinen yeminli sınırlar, 780 bin kilometre kareden daha fazlaydı. Herkesin bildiği Musul- Kerkük vilayetleri başta olmak üzere Halep, on iki adalar ve bir kısım Batı Trakya arazisi de milli sınırların içerisindeydi. Şimdi ise hepsi dışında…

Haklarını yemeyelim: Delegasyon, başta İsmet Paşa ve heyettekiler Milli Misak’ta sonuna kadar direndi lakin karşı taraf, özellikle İngilizler, son derece rahattı ve bizim yerimize onlar, dediklerinden tek milim sapma göstermiyorlardı. Çünkü Türkiye kelime kelime dinleniyordu.

Günümüzden bir parantez içiyle devam edelim. Yahudi sermayeli Alman dergisi Der Spiegel, önce Almanya’nın bir hafta sonra İngiltere ve Amerika’nın Türkiye’yi dinlediğini yazarak ülkemizi ayağa kaldırdı.

Fakir ise o hafta oturduğumuz yorumcu koltuğunda, Kanal 5 televizyonu “Haftaya Bakış” programında; “Bu yeni bir şey değil; Almanya bizi 1871’den Otto Von Bismark’tan başlayarak sürekli dinliyor, iddia edildiği gibi 2009’dan beri beş sene değil…” dedikten sonra ekledim; “Buna karşılık Türkiye, ne yapıyor; Almanya’yı dinliyor mu, dinliyorsa ne zamandan beri?”

Dinlemek kolay bir şey değil, hele dinlemeden dinleniyorsanız, bu bir hezimet hatta rezalettir! Öyle anlaşılıyor ki hezimetin ağababası, Lozan’da yaşanmış: 20 Kasım 1922 de açılan Lozan Konferansı iki bölüm hâlinde yapılmış ve toplan sekiz ay sürmüştü. Konferansın başkanı, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, “Diplomasi Kurdu” olarak ünlü biriydi. Yaşı, Türk delegasyonunun başkanlığını yapan İsmet İnönü’den yirmi beş sene daha fazlaydı. Galip tarafın temsilcisi olan Curzon, yanına Fransa ve İtalyan diplomatlarını alarak, mağlup tarafı ezmek ve onları “en azla” ve “arkalarına bakıta bakıta” Ankara’ya göndermekti. Bu bağlamda tüm istekleri, Sevr Antlaşması’nın şartlarıyla paralellik gösteriyordu.

Diplomatik tecrübeden yoksun bir “Ordu Mensubu” olan İsmet Paşa’nın Lord kurdunun isteklerine karşı direnecek tek kozu, kazanılmış “Milli Mücadele”ydi lakin o da bir yere kadar hükmedebilirdi.

Dünya Savaşı’nın tüm galipleri karşısında yalnız ve çaresiz kalan İsmet Paşa ve Türk tarafı, görüşmelerin çıkmaza girdiği, ilerleyen bir zamanda “Ne akla hizmet ettiyse” İngiltere’yi yanlarına çekme hevesine kapıldılar. Baştan beri direndikleri Musul meselesini, Londra’nın kontrolündeki Milletler Cemiyeti’ne havale etmeyi kabul ettiler. Alın size, bir hezimet!

Asıl hezimet bu değildi haberleşmede yaşanıyordu. Dönemin teknolojik şartlarının kısıtlı kurulumu üzerinden ve iki hat kullanılarak yapılan haberleşme, her türlü komploya açıktı. Konferans’ın üç ay devam eden birinci bölümünde Lozan’dan Ankara’ya 320 telgraf çekilmiş; konuyla alakalı olarak bilgilendirme yapılmış ve görüş sorulmuştu. Dönemin Başbakanı Rauf Orbay’dı ve Orbay, 388 telgrafla karşılık vermişti. Bu telgraflar bilgi ve talimat içerikli önemli belgelerdi.

lozan-antlasmasi2

Ankara’yla Lozan’ı birbirine bağlayan telgraf hatlarından biri, Akdeniz üzerinden gidiyor ve “Eastern Hattı” diye biliniyordu. Diğeri ise “Köstence Hattı” olarak adlandırılan Fransız kanalıydı. Türk heyeti görüşmelerin başında, Köstence hattını kullanmaya başlamıştı ancak iletişim kopuklukları nedeniyle daha sonra Eastern Hattı’na geçerek, bir bakıma “Londra’nın kucağına oturmuş”tu.

Tabii ki giden gelen telgraflar şifreliydi lakin İngiliz entelijans servisi ajanları, şifre çözmede oldukça mahirdiler. Telgraf hatlarına giren İngiliz şifre çözücüleri, Lozan Ankara arasında gidip gelen bilgileri çalıyor ve anında Lord Courzon’a iletiyorlardı. Bu bilgiler, konferansın ikinci bölümünde İngiliz tarafının kurt delegesi Harace Lumbort’un masasına konmaya başlamıştı. Gerek Courzon, gerek Lumbort, önlerine gelen telgraf şifrelerini okuduklarında “ağzı kulak”larında olduğu hâlde ve her şeyden haberdar bir şekilde giriyorlardı konferans salonuna… Zira Konferans sonrasında yaptıkları yorumda, gizlice aldıkları bu bilgilerin “altın değerinde” olduğunu söyleyeceklerdi.

Hezimet bununla sınırlı değil: Türk Heyeti ilk üç ayın sonunda Ankara’ya dönüyor ve on beş gün süresince Meclis, Lozan’ı konuşuyor. Ama ne konuşma! Sanki yer yerinden oynuyor. Motamot, resmi tutanaklara geçirilen bu hararetli tartışmaların da celselerin gizli olmasına rağmen, İngilizlere servis edildiği biliniyor. Hadi, şartlar gereği Lozan’daki dinlemelere “Eh!” denilebilir ya Ankara’daki Millet Meclisi gizli oturumlarındaki konuşmalar nasıl uçuruldu Londra’ya? Buna kimsenin aklı yetmiyor; benim de… Ya sizin? Alın size hezimetin ayakları dışarda kalanı…

Daha bitmedi: İletişim esnasında yaşanan hezimetin sonucu vahim: Musul uçmuş, Kerkük uçmuş… Halep, On İki Adalar ve Batı Trakya yanmış, bitmiş, kül olmuş durumda… Bu hezimetin ilk ayağı ya da “Eski yurdun” kesilip biçilerek kuşa döndürülmesi… “Öküzün büyüğü ahırda!”

Geçmişine kırk kilit vurulmuş, geleceğine ipotek konmuş bir “Öksüz Millet”ten söz ediyorum. Neredeyse tamamı köylülerden oluşan bu toplum, “ağzı var, dili yok” koyunlar gibi mezbaha önünde kurban edilmeyi bekliyor ve bir Allah’ın kulunun itiraz hakkı da yok; böyle bir niyeti de… Zira 1912’de Balkan Harpleriyle başlayan mücadele yıllarında, bir ucu Avrupa’da, bir ucu Asya’da diğer ucu Afrika’ya uzanan devasa bir İmparatorluğun tüm yükünü omuzlayan bu halk yani Anadolu insanı, onlarca cephede, şehadet bereketi yaşamış. Tüm erkekleri yok edilmiş; onunla kalmamış eli silâh tutabilecek yaştaki çocukları dahi kurşunlara hedef olmuş. Geride kalanlar kadınlar, bebeler ve üç beş çürük ihtiyar… “Ne yapsan gider!” Cumhuriyet’in kurucularının, “Acaba ne yapsak da gitse?” diye düşünmelerine gerek yok zira her şey Lozan öncesinde düşünülmüş, yazılmış ve Konferans esnasında dikte edilmiş.

Derler ki… Üç beş senede bir İsmet Paşa, sekreterine der ki; “Oğlum filan! Getir bakalım şu defteri… Yaptıklarımızın üstünü çizelim; yapamadıklarımızı gözden geçirelim ve yeniden sıraya koyalım.” O defterdir ki “Lozan’ın gizli protokolleri” diye biliniyor ve bizzat “Konferans Kâhyası” Lord Courzon tarafından takip ediliyor; “Hangileri yapıldı, hangileri yapılmadı?” diye…

“Lozan’ın Gizli Defteri”nde yazılanlar nelerdi?” Bunu bilmiyoruz diyemiyorum zira zaman içinde yapılanlar defterde yazılanların bizzat kendisi… Neydi bunlar? Harf Devrimi’nden önce saltanatın ve Hilafet’in kaldırılması geliyor. Her iki makam da yüzlerce yıllık geçmişine bakılmadan iki dudak arasından çıkan “Kaldırıldı!” direktifiyle mülga hâle getiriliyor. Peki, itiraz var mı? Nereden olacak ki! Peki, bu hezimet değil de ne?

Adı Gladstone’ydi galiba… Kırk elli sene öncenin İngiliz Başbakanı’nın elindeki “Kelam-ı Kadim”le Lordlar Kamarası’ndaki kürsüye çıkıp; “Bunu, onların elinden almadıkça…” diye başlayan konuşmasını bilmeyeniniz var mı aranızda. Elbette yok! İşte, o meşum konuşmanın gereği yapılıyor ve “Osmanlı Alfabesi” bir gecede, tüm toplumu ümmileştirecek şekilde ortadan kaldırılıyor. İtiraz eden var mı? Yok! Peki, bu hezimet değil de ne?

Buna benzer onlarca örnek var ve hepiniz onları biliyorsunuz. O örnekleri vermeye gerek görmüyor ve yine soruyorum; bütün bunlar hezimet sayılmıyor mu?

Mondros Mütarekesi’nin 1918’deki parafesiyle Osmanlılar, son hezimeti yaşatıyorlar millete. “Son Hezimet”in ardından, eğer bakmaya yüreğiniz elverirse gördüğünüz manzara devasa bir “Kabiristan”dan başka bir şey değil. Geride ne devlet kalmış, ne ülke kalmış, ne halk kalmış, ne imkân kalmış ve ne de ordu kalmış… Her şeyi inek içmiş, dağa kaçmış.

Hadi, gel de kurtar bu memleketi! Kurtarmaya talip olsan kurtartırlar mı? Kurtarmana izin verseler, tüylerine kadar yolmadan bırakırlar mı? Tüylerinin yolunmasına razı olsan bile seni kendi hâline bırakırlar mı? Mı? Mı?

Neyse ki bu topraklarda; “Palabıyıklı delioğlanlar” esik olmuyor. İmparatorluğun yangın yeri görünümüne aldırmadan ortaya fırlayan bir grup serdengeçti den söz ediyoruz. Onlara “Kuvva-i Milliye” diyor tarih. Hezimet üstüne hezimet yemiş ve yok olmuş bir İmparatorluktan ne kaparsak kârdır diye ortaya atılan “Kalpaklılar”ı, Padişah Vahdettin harekete geçirmiş, şahsi parasını sermaye olarak vermiş; yok efendim, İngiliz’in gizli izniyle yola çıkmışlar; o da değil olaya ecinniler parmak katmış… mış mış mış… İnanıyorum ki hepsi birden olmuş. Sonunda, İmparatorluk bakiyesi olarak elde kalan Anadolu toprakları üzerinde, devleti yeniden diriltme fırsatı doğmuş ve galipler “Kalpaklıları” Lozan’a çağırmış. Masanın “yenilen” kısmına da olsa oturtulmuş bir “Millet artığı” var karşımızda ve onun “kırık dökük temsilcileri”…

Bir “Hezimetler zinciri” sonucunda ulaşılan Lozan’da ne bekleniyordunuz ki? Hiç! İşte, bu sebeple o İsviçre kasabasında, 1022’nin ayazlı güz ayında, “hezimetler zinciri” nin ikinci varyantı başlatıldı. İlk zincirin sahipleri “Son Osmanlı”lardı; ikinci halkaların sahipleri ise “İlk Cumhuriyetliler”di ve yoklardı birbirlerinden farkları hatta hepsi Osmanlı paşasıydı.

Fikrini “Sebil” etmiş olan Üstad’ın başına ciğer renkli Osmanlı Fesi oturtup “Lozan bir hezimettir…” demesini anlamlı bulmuyorum. Fakir, kafasına ne Osmanlı fesi, ne devrim kasketi takmadan diyorum ki Lozan, Osmanlı hezimetinin son hezimetiydi; biri ötekini doğurdu, analık yaptı, yavru anasına çekti. Hepsi bu!

Burada durup kendime ve Üstad’a soruyorum gıyaben: Mısıroğlu’nun doğumu 1881, benim doğumum 1882 olsaydı ve kendimizi 20. Yüzyıl’ın ateş denizinin ortasında bulsaydık ve siyasetin zehirli gömleğini sırtımıza geçirmiş olsaydık, Birinci ve İkinci Adam’dan başka bir şey mi yapacaktık? Yani Lozan’ı hezimet değil şanlı bir azamate mi çevirecektik? Cevap üç kelime: Hayır, hayır hayır! Soruyu bir de şöyle sorayım Lozan’ı hayata geçirenler, bizden daha mı az vatanseverdiler? Soru yine üç kelime: Asla asla asla!

Son söz olarak: Kader böyleydi, yaşandı be Üstad! O yaşanmışlık içinde biriken deneyimler, milletin aynını açan ibretlik dersler oldu ve geldik bugüne… Sayın ki şu an takvimler 2014’ü değil 1914’ü gösteriyor olsun. Lozan’a daha dokuz yıl var ve biz yaklaşık bir yıl sonra yaşanacak Çanakkale cehennemini cennete ve onun ardından yaşanacak Cihan Harbi hezimetini, azamete çevirecek güç, bilgi, donanım ve azme sahibiz. Bu cesaretle Lozan’ı Lozan’da değil, İstanbul’da imzalayabilir ve istediğimiz şartları yazdırabiliriz.

Dile kolay! Aradan tam 91 yıl geçmiş. Geçtiğimiz günlerde Lozan bir kez daha hatırlandı. Dost, düşman konuyla ilgili fikir serdetti. Yazının başında işaret edildiği gibi bunlar, kesin hatlarla ayrılmış iki karşıt görüştü. Her iki tarafın dedikleri de fakiri tatmin etmediği için yazma gereğini duydum. İnşallah, doğru zaviyeden bakan olmuşuzdur.

91. Sene-i Devriyesi’nde Lozan’ı unutmayanların başında, bir bakıma “Vak’anın sahibi”nin vakfı da vardı. İnönü Vakfı… Onlar da bu arada, Lozan’la ilgili olarak bir dizi etkinlik yaptı…

Twitter : https://twitter.com/a_yozgat - Facebook: https://www.fb.com/Ahmet-Yozgat-125248547525424

Sohbete Katılın

4 Yorum

  1. Selamlar hocam,
    Affınıza sığınarak sormak istiyorum ,
    Osmanlı’nın çöküşü anında yaşanan bir sel misali önüne geleni götüren bir zamanla Çanakkale kurtuluş savaşımızla rüzgarın lehimize döndüğü zamanda yaşanan Lozant hezimetini nasıl aynı kefeye koyabiliyorsunuz anlamış değilim .
    Sizin kadar bu konularda bilgili değilim ama sorarak bilgilerinizden faydalanmak istiyorum.
    Allah’a emanet olun
    Bahattin eski bir öğrenciniZ .

  2. sevgili bahattin konuya devam ediyorum. yakında lozanla ilgili yeni bir makale yayınlayacağım inşallah. orada sorunun cevabını da bulabilirsin. ailene selamlar ederim. üzerine makale yazabileceğimiz ya da video çekebileceğimiz yeni soruların varsa yaz. Allah işini rast getire….

Leave a comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.