Lacivert gözlü bir adam, kadim uygarlıkların gnostik dehlizlerinden bir fenomen olarak çıkıp çağımıza geldiğinde, yaşlı İran liderinin devriminin ardından kırk, Avrupa’nın birinci Hitler’i sayılan Bonapart’ın Akka yenilgisinin üzerinden iki yüz, Töton kıtasının ikinci Hitler’i, Adolf’un üzerinden yetmiş, palabıyıklı Gürcü köylüsü “Demiradam”ın zulümatının üzerinden elli sene, kendilerini Yaratan’ın kıymetli ulusu sayan İsrailoğulları’nın tarih sahnesine çıkışlarının üzerinden Musa’da başlayıp İsa’da biten uzunca bir “peygamber kuşağı” geçmişti.
Bu arada; ben, bir Belucistan prensiydim, annem Horasanlı bir Özbek dilberi… Atadan miras, Beluci ayrılıkçılığının önemli bir fiigürü olan ailemin son fertleriyle beraber yaşadığımız küçük kariyemizde güzelavratlar yetişirdi. Güzelavrat demek benim için küflü bir Maveraünnehir şifacısının kuru ve kemikli elleriyle sunduğu zevkti; biraz da onulmaz azgınlığıma şifa…
Nereden bilirdim ki “Kum”lu bir fenomen olan ezoterik rayihalı o uğursuz kentin, rutubet kokan zindanlarında bir operasyonla burun buruna geleceğimi? Çağlar ötesine ait bir tarih yırtığından fırlamış gibi yorgun ve çarıkları tozlu yaşlı bir Parsi ruhbanı, beynimin kıvrıntılarında gezinmeye başladığı anda kendimi uluslararası bir “derin iblisizm”in ortasında buluverdim. Kaçmalıydım. En yakın komşu ülkeye bir “politish asyl” mülteciliğinde… Ve kaçtım da… Ancak sınır boylarının diğer uçtaki Beluci kardeşleri sayılan Kürtlerden bir Kürt katırcının iki ağzı da kesen bolat/boynuz karışımı paslı kaması boğazımdaydı. O yetmezmiş gibi iki kere ölümcül hastaydım. Elburz Dağlarının sınır boylarında uzanan karlı zirvelerinde kurtlar uluyordu… Ve bir mağarada, son kasabanın kuytu bir kıyısında bindiğim yağız katırın buz kesmiş leşinden arta kalan kırıntılar yaşamam için dinamik bir güç oluyordu. Bu sırada, bir adım ötemde aşkımı buldum. Adı “Zelmaya…”
Poşusunun aralığından yeşil gözleri birer kıvrık uçlu San’a cembellesi gibi kalbime kalbime batıyordu. Bir Çingene falcısı -ki o da Melek-ül Tavs bağlısıydı- sevdamıza aracılık ediyordu. Ancak kimdi bu haşin karekteriyle bana Jean Dark’ı hatırlatan Zelmaya? O da sözünü ettiğim “Güzelavrat Operasyonu”nun aşk ayağı mı? Yoksa az kalsın ölümüne neden olayazdığım o “İstanbul bebesi”nin, genleri husyelerimden inmiş annesi mi? Yoksa Puştu Abdulkadir Han’ın bizimkiler üzerinden sizinkilere pazarlamaya çalıştığı “Nükleer sırlar”ın taşıyıcısı mı? İblis’in kızı mı? Kim?
Evet, hissediyordum; kıyamet çok yakınımızdaydı. Ben de, kıyametin güzelavrat tarafında kullanılıp atılmaya aday bir zavallı mıydım acaba?

——————-

Kitap Hakkında

Yazar : Seydahmet Karamağralı
Sayfa Sayısı : 648
Yayın Evi : AKÇAĞ YAYINLARI
Tür : Tarihi Roman – Öykü

HYTMATLOS – Kum Tarihi Facebook Sayfası

——————-

YORUMLAR

[styled_box title=”Dr. Orhan Yeniaras” class=””] Ben Haymatlos’u üç günde okuyup bitirdim. Büyük bir keyif aldığımı söylemeliyim. Yazar kitapta gerek içerik gerek biçimsel olarak alışılmışın ötesinde bir tarzı kurgulamış. Orhan Veli’nin şiirde yaptığını o romanda yapmak istemiş bir bakıma. İşin güzel yanı da bazı teknik ayrıntıların dışında başarılı da olmuş. Romanda bunun ipuçları açıkça görülüyor. Kitabı okuyup bitirdikten sonra Feyyaz’a verdim. Şimdi oturup Ahmet’ten söz ederken Feyyaz da nerden çıktı, diyenler için onu sizlerle tanıştırmak istiyorum. Feyyaz bilgi ve yeteneğine çok güvendiğim bir ozan ve bestekardır. Ama ne yazık ki okurlarına ve dinleyicilerine tam olarak ulaştığı söylenemez. Umarım bir gün okurları kendisini tanıma fırsatını bulurlar. Şimdi gelelim asıl meselemize. Feyyaz’ın, romanı beş günde okuyup bitirdiğini duyunca çok sevindim. Yorumunu merak ediyordum. Bir gün hiç beklemediğim bir anda onu Maltepe Postanesinde gördüm. Elektrik faturası yatırıyordu. Ben de adıma gelen bir koliyi almaya gitmiştim. İşimizi bitirip Kızılay’a doğru yürümeye başladık. Hava güneşli sokak cıvıl cıvıldı. Muhteşem Yüzyıl dizisini tartışıyorduk. Keyifli bir sohbete dalmıştık. Bir ara ona, “Ahmet’i nasıl buldun” dedim.
“Hangi Ahmet’i?”
“Hangisi olacak bizim Ahmet’i, Haymatlos’un yazarını”…
“Kitapta bir Ahmet yok ki birçok Ahmet var. Hangisini istiyorsun?”Böyle bir cevap beklemiyordum. Onun sözünü ettiği Ahmetleri ben fark edememiştim. Bir süre sessizce yürüdükten sonra ona şu soruyu sordum,
“Kitap genel olarak nasıl sence?”
“Kitap beni tuttu”
“Nasıl yani? Tren ve otobüsün tuttuğu gibi mi?”
“Evet tren ve otobüsün tuttuğu gibi” Ben tren ve otobüslerin bazı insanları tuttuğunu çok iyi biliyorum ama kitabın insanı tuttuğunu o gün ilk kez duydum. Şaşkınlığımı anlayan arkadaşım sözlerini şöyle sürdürdü: “Tren tutması insana acı verir ama kitap tutması ile bilişsel bir genişliğe uğrayan insan gevşeyip rahatlar.” Beni bir merak sardı ve oturup Haymatlos’u yeni baştan okudum. Bu kez ilk okumamda görmediğim hatta farkında bile olmadığım birçok şeyi geç de olsa görmüş oldum.
Haymatlos’u bilip tanıdığımız edebi akımların hiçbirisine sığdıramazsınız. Feyyaz onun çeşitli edebi akımların bileşkesi olduğunu söylüyorsa da ben bu sınırlayıcı yoruma katılmıyorum. Onda farklı yorumların bileşkesinden çok farklı akımlardan esintiler görüyor ve bu farklılıkların da uyumlu bir biçimde kurgulandığını düşünüyorum. Bence yazarı güçlü kılan bu uyumu sağlayabilmesidir. Feyyaz’ın roman tutması dediği sanatsal sarhoşluğun sebebi de budur aslında. Kitapta bir başıboşluk ve keyfilik yoktur. Anlatılmak istenenler çoğunlukla klasik mantık bazen de cedel tekniği kullanılarak yer, zaman ve düşünce bağlamında kurgulanmıştır.
Kitabın sayfalarını açıp ağır ağır ilerlerseniz bir tayflar seremonisi karşılar sizi. Bir an yer yer geleneksel çizgilerin ağır bastığı Jean Moreas tarzı neoklasik bir ortama girdiğinizi düşünürken perde değişir ve kendinizi Dante’nin Cehennem’inde bulursunuz. Cehennem’in baş köşesindeki Freud’un silüeti sizi şaşırtır. Bu adam burada ne arıyor diye düşünürken sahne yeniden değişir. Bu kez Gustave Kurbe ağırlar sizi. Onun sıkıcı realist dünyasındaki yoksulluk savaş ve hastalıklar sizi üzer ve nedendir bilinmez Cehennemin kapısındaki ‘burası tüm umutların bittiği yerdir’ sözünü hatırlar ve dehşete kapılırsınız. Bereket bu an uzun sürmez ve sahne yeniden değişir. Gözlerinizi kapatıp olanları unutmaya çalışırsınız ama nafile. Bu kez de aklın, denetim ve kontrolü kaybettiği bir dünyaya Salvador Dali’nin, dünyasına gelirsiniz. Çevrenize dikkatle bakıp Freud’u göremeyince şaşırırsınız. Freudsuz Dali olur mu, diye düşünürken birden kan ter içinde uyanıp yaşadıklarınızın bir rüya olduğunu anlayarak rahatlarsınız. Fakat ne bulunduğunuz yeri ne de çevrenizdekileri tanıyorsunuzdur. Aslında Edward Mone’nin görsel izlenimci dünyasındasınızdır. Neden sonra bunu anlayıp rüya içinde rüya gördüğünüzü fark ettiğiniz an Güven Park’ta bulursunuz kendinizi. Yaşadıklarınızın bir rüya olması sizin tek tesellinizdir. Bu ara fena halde acıktığınızı hissedip en yakın cafede simitle çay içerken gözleriniz televizyona takılır. Türk-İran gerginliğinin tırmandığını söyleyen spikerin sözleri size yeniden Haymatlos’u hatırlatır.
İşte sevgili okurlar Haymatlos böylesi bir şeydir. Onu mutlaka okumalısınız. Eğer sizi tutmasını istiyorsanız iki kere okuyun.[/styled_box]

[styled_box title=”Burak SERDENGEÇİ” class=””]

Alışılmış roman anlayışının uzağında olaylar girift bir düzlemde verilmiş. Kahve kültürü, hapishane hayatı, kar ve çığ, sokaklar içinde sürer haymatlosluk.
Yazar, asıl hünerini roman türünde sergilemek istiyor. Daha önce okuduğum “Ankara, Müjgân ve Hüzün” dosyasında; “gerçekleşen hüzün olayının devamı gelsin” temennisinde bulunmuştum. O, Haymatlos ile akılları kurcaladı. Yazarımız, Türk romanına bu kitabıyla okkalı bir tabirle “Merhaba” derken yeni bir soluk getiriyor.
Sevdiğine: “O, bir ateştir tutma yanarsın!” ikazını yapan maşuk, yanmanın kendi içinde başladığını -bir ülkenin değil- başkalarının da parçalanma senaryolarının gizli mahfillerde konuşulduğu zamanın en olunmaz yerinde hepimizin kafasına balyozla vururcasına “Dank” ettiriyor. Akıl sahipleri izan fukarası değilse düşünsün oyun içinde oyunları. Romanın en çarpıcı yerinde Bilge Parsi’ye söylettirir söylemek istediğini. Komünizm belasından kurtulan Majesteleri: “İnsanlığın düşmanını Müslümanlar” olarak görür. Akabinde, Tikrit Haydudu’na gerekli ihaneti yaptırır. Hemen ardından Arap sermayesinin babası Bin Laden uşağının marifetiyle Rus zulmünü kovalayan Afganistan ve garip Pakistan’ın yollarını bağlatır. Sırada İran ve Turan mı var! Bu soruyla oyunların sıralandığı göz önüne serilir. Bunu, yeryüzünün fitnesi, -bir bakıma- Majestelerin ön karakolu gördüğü Yahudileri güya koruyor görünerek kullanması, ezelî sömürü düzeninin sürdüğü Haymotlos’da anlatılıyor. Bu kitap, bir bakıma tarihî vesikalara şahitlik ediyor. Türk devlet ricali, üzerimizde oynanan oyunları hissetmiyor, ya da aymazlıktan kurtulmuyorsa Haymatlos’u okusunlar istiyorum.
Falcı Ani’de insan olmanın gereğinin neler olduğunu hissettiriyor Haymatlosluğunu üzerinden atmaya çalışırken. Necip Mahfuz’un anlattığı Kahire sokaklarında yaşanan hayatlarla yoksulluk ve çaresizlikler örtüşüyor. Batı romanında Victor Hugo’nun modern sefilleriyle bizim Benli, “Senli benli” duruşuyla kaderinin kesiştiği Zelmaya’nın kar kürtünleri içinde örülmüş mağara hayatında ve sonrasında “güzelavratsız” olamayacağını sezdiriyor. Böylece, insanı insan yapan unsurlara bir göndermede bulunuyor. Kar gibi insanın içine düşüyor çaresizlikler. Burada, kahramanımız biraz da kendisi olan Benli, Orta Doğu’da kaynatılan “Cadı Kazanında” bizi de pişirmek isteyenlerin oyununa mı geleceğiz, oyunları mı bozacağız, savıyla çağdaş kafaları düşünmeye zorluyor. Romanın esas konusu bu sorgulama üzerine konuşlanmış. Haymatlos’da bunun şifreleri verilmiş.

Roman yazmak, iğneyle kuyu kazmak mı, kelimelerden saraylar, köşkler yapmak mı? Yazarımız, kelimeleri bir nakkaş hassasiyetiyle nakışlamış âdeta. Kelimeleri bir musiki notasına dökmüş, şiirsel bir havaya bürünmüş roman. Kurgunun oldukça girift ve anlaşılması -herkes tarafından- zor olsa da bu tarz, Karamağralı’nın üslubundaki güzelliğinden ileri geliyor.
Anadolu insanının özüyle sözünün ilmek ilmek dokunduğu ve lügatımıza alınmayı bekleyen kelimeleri Türk Dil Kurumunun etkili ve yetkili zevatına duyuruyorum. Bir millet, diliyle kaim olacaksa son kalemiz elden çıkarılmadan çare arayalım. Yazarımızın bu hassasiyetini alkışlıyorum. Yapılan iş, azımsanmayacak kadar büyük ve önemli.
Yazar geçinen(!) ve mağaralarından çıkamamışlara söyleyecek güzel sözler var Karamağaralı’dan
Sanatçı hastalığına bulaşmayan bu güzel insanın gönül deryasına dalmak isteyenlere adresini verebilirim.

[/styled_box]

Twitter : https://twitter.com/a_yozgat - Facebook: https://www.fb.com/Ahmet-Yozgat-125248547525424

Sohbete Katılın

1 Yorum

Leave a comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.