“Köpekler, koyulup koyulup düşüyorlardı gecenin karanlığına sarınmış olan gölge adamın üzerine; kimi arkadan, bazıları da yanlardan… Adamın en önemli savunma silâhı geceyle birlikte kararan bedeniydi sonra elindeki, çatallı sopası.” İşte, o gün ilk dahil olan parça buydu koleksiyonuma; “Köpeklerle savaşan, eli çatal sopalı adam…” hikâyesi. Sonu bereketli geldi.
Her ne kadar eli çatal sopalı adam diye yaftalansam da ne elimde çatal sopa vardı ne de köpeklerle savaşıyordum. Çatal sopa gibi algılanan Zülfikar benzeri, çift uçlu bir kılıçtı ve nasırlı elime çok yakışıyordu çünkü özel olarak yaptırmıştım Haykistanlı bir Ermeni ustasına. Adı Hamparsun muydu Vartanik miydi her neyse… Gayrimüslim, mayrimüslimdi velakin adam, işinin ehliydi. Zaten tavsiye üzerine buradaydım; karbon, sülfür ve amonyak kokan bu karanlık demirci dükkânında. Önce kaba yontulmuş ardıç kapının çamurlu eşiğinde durdum; gözlerimin, içeriyi yarı şeffaf bir perdenin arasında isli paslı bir görünmezliğe mahkûm etmiş olan karbon partiküllerinin arkasından baktım. Gözlerimin alışmasını bekledim uzınca bir vakit. Bekleme sürem, “On Emir”i okuyacak kadar vardı. Hatta kendi inancımla besmele çekip okumaya bile başladım On Emri; “Yalan söylemeyeceksin.”
Bir: Koleksiyonumun ilk parçası yalan söylüyordu. Şöyle ki; Kılıç dövdürmek için uğradığı Haykistanlı Usta’nın adı ne Hamparsun ve ne de Vartanik’ti; düpedüz bir hayvan adıydı: Aslan… Hadi bunu geçtik; Aslan Usta’ya bir kılıçdâr olarak gösteri yaptığını ve buna bağlı olarak bir “şov kılıncı” dövdürmek istediğini söylüyordu. Oysa kılıcı, şov için değil, düpedüz katliam için istiyordu. Gözlerini süze süze, ellerini önünde birleştirip; “Öldürmeyeceksin!” diye on emrin ayetlerini tekellüm etmesinin de bir anlamı yoktu zira itiraf etmese de öldürmeye hazırlanıyordu.
Aslan Usta, sıradan bir adamın baldırı kalınlığındaki kıllı bileğiyle alnındaki isli teri silerken, adamın istediği ölçüde bir kılıç çıkarmak için yeteri kadar demirinin olmadığını söyledi. O doğru söylüyordu; devir, demirin kıt bulunduğu bir zaman dilimiydi. Elementler içinde en muteberiydi demir ve altından daha kıymetliydi.
O hâlde? Adam, elindeki çatallı sopasını uzattı kara derili demirciye; “Al…” dedi. “Bunu döv.”
Yıllarını bu karbonlu izbede geçiren Demirci Aslan Hayk, bir demir kadar sert, bir aslan kadar ciddiyet sahibiydi ve laubalilikten oldum olası hazzetmezdi. Zaten, adamın teklifinden de hoşlanmamıştı. Buna rağmen sustu, cevap vermedi ve muhatabının elindeki budaklı sopayı çekip aldı; önünde küçük bir cehennem gibi yanmakta olan kor ateşin gözüne daldırdı. Demir madeninin bile dayanmadığı bu sıcaklık, kısa bir süre zarfında budaklı gürgeni yakıp kömür edecekti nasılsa; ukala şovmen de alay etmenin semeresini sopasız kalmakla çekecek. Az önce üzerine abanan köpeklerin saldırısından koruyamayacaktı kendini bu kere. Lakin ateş, budaklı gürgeni yakıp kül etmedi, demirci yanılmıştı. Şimdi de şaşırıyordu Hayk: Olacak şey değildi lakin gürgen parçası ucundan başlayıp ortasına doğru nar misali kızarıyordu. Bu durum, sadece Demirci’yi değil adamı da şaşırtmıştı zira ağzından çıkan, öylesine; “Al bunu döv!” sözünün sonunda ateşe sokulan budaklı sopasının bir demir parçası gibi kızaracağını düşünde görse inanmazdı. İki şaşkın adam, dönüp bir süre göz göze geldi ve anlamlı anlamlı bakıştılar. Ocaktaki nar parçasını birbirlerinin kerameti gibi algıladılar. Ee, ortada kızaran bir keramet varsa şaşırmaya mahal yoktu. İlk harekete geçen demirci oldu. Çekicini yeniden kavradı. Yeterince yumuşayan demir dalını ateşten çekti. Örsün üzerine uzattı. Çevreye şerareler saçarak dövmeye başladı. Dövdü dövdü; durdu terini kuruladı sonra yine dövdü. Küçük dükkânı dolduran “Dan dan!” darbeleri dışarı taştı bütün sokağı kapladı.
Sokağın bu başı isli demirci dükkânıysa, öteki başı paslı bir yolcu hanıydı. Yirmi beş adım karelik, tabanı kesme taş döşeli, ortası çeşmeli bir avlunun dört yanını çevreleyen, kareprizmatik bir yapı olan hana, kıbleye bakan tarafından ve birinci kat hizasından giriliyordu.
Çatal açılan ardıç kapıdan, hana girenlerin hepsi, kanlı kantarmalarını geven doru atlara binmiş dağ şövalyeleriydi. Yöre insanı, kara giysili, koca sakallı, gözü dönmüş bu adamlara harami, haydut ya da eşkıya demeye korktukları için bu ismi vermişlerdi; daha doğrusu onlar kendilerinin dağ şövalyesi olarak anılmasını istiyorlardı. Ben de öyle diyordum doru atlılara. Kerhen…
Ahşap haftlı, kiremit oluklu şırşır pınarının başında oturmuş, serçe parmak kalınlığında akan oluk suyunu çanaktan tasa dolduruyor, küçük çam fıçıya boşaltıyordum. Boyum orta, enim ortadan kalın, kafam yuvarlak ve dazlak, sakalım yarı yarıya beyazdı ve “Kara Yatık Hanı”nı tercih eden kervan yolcuları beni “Tülek” diye seslerdi; “Hancı Tülek! Şarap getir, yanında domuz eti olsun, yağlı yerinden…” Olmadı. “Tülek, kımız getir, bir büyük çamçak!”
Dağ şövalyelerinin en usta onlusuyduk ve hep doru aygırlara binerdik. Elimiz kızılkandan henüz çıkmışken, Kara Yatık’ın yağ tulumunu andıran, müzmin Historriya Zloti’si hastası, paragöz Tülek’e uğramadan geçmezdik. Bugün şefimiz, Kazar Bek’ti. Eski bir gemi korsanı olan Kazar, bir oturuşta yarım domuz eniği kızartmasını yer, bir testi şarap içer ardından da “İki takım urba” dikerdi. Belki bugün, rutin olarak yaptığı işleri ikiye katlayacaktı çünkü çıktığı vurgun sonunda, her zamankinden daha fazla, tam iki kat Zloti kaldırmıştı kapçık ağızlı uğru. Bizim de gözümüz doymamış ama cebimiz doymuştu. Her zamanki gibi atların başı, han avlusuna duhul ettiğinde; “Tülek!” diye haykırdı Kazar Bek. “On testi şarap getir. Fırına on enik sür. Etleri bılk yağ olsun. Yoksa domuz diye seni pişirir kurtlarımın önüne atarım.”
“Oristi Pasam!”
Ben de oradaydım, Tülek’in hanında; en ücra köşedeki, üzeri kusmuk kurumuş kırık masada… Her zamanki siyah maşlakhama bürünmüş, kamburumu çıkarmış, külâhımın serpeneğini kaşlarımın üzerine değdirecek kadar aşağı eğdirmiş, belli-belirsiz bir yolcu müsveddesi olmuştum. Dağ şövalyeleri, çatal kapıdan girdiğinde on emri okumaya devam ediyordum; “Ahlâklı olacaksın!”
Çapul dönüşü Tülek’e uğrayan dağ şövalyeleri, domuz yiyip şarap içmeden önce atlarından inip duvar dibine dizildiler. Kirden kara kayış gibi olmuş şalvarlarını sıyırıp elâlemin önünde, mesanelerini şorlata şorlata boşaltırken hiç de ahlâklı davranmıyorlardı. Ortalığı kaplayan amonyak ve üritik asit kokuları arasında gelip hanın aşevindeki kirli masalardan birine oturdular. Önlerine konan, kocaman bir enik kızartmasını, avını parçalayan sırtlanlar gibi parçalayıp yemeye başladılar. Kalın dudaklarından ve idrar artıklı ellerinden içyağı olukları akıyordu. Her lokmanın arasında bir maşrapa engür şırası deviriyor ve yerli yersiz gülüyorlardı.
“Öldürmeyeceksin, öldürme, öldür!”
Adam, elindeki kanlı kılıcını bize çevirdiğinde onu umursayacak değildik ya… Dokuza karşı bir! Bir anda ortalık karıştı ve kol, bacak ve kelleler havada uçuşmaya başladı. Adamı hafife almakla hata ettiğimi anladığımda iş işten geçmişti.
Harika bir gündü; oldukça bereketli ve keyif verici… Yerlere saçılan tırtılları toplamak için ücra masamdan doğrulduğumda “adamım” işini bitirmiş ve korku içinde titreyen yamaklara bağırıyordu; “Şarap getirin bre lanetlikler!”
Önce hancının tırtılını aldım. Oldukça semiz bir şeydi. Düştüğü yerde iştah açıcı bir biçimde kıvranıp duruyordu. Sol elimin baş ve işaret parmakları arasında kıvır kıvırdı. Bir süre seyrettim sonra sahtiyan çantamı açıp onu da Hayklı Aslan Usta’nın ruhunun yanına koydum. Sonra artçının ruhuna yöneldim. O da taş zeminde büklüm büklüm ilerlemeye çalışıyordu. Kısa kesilmiş, körüklü bir lastik hortum parçası gibiydi. Yakaladım ve usulca kaldırdım yerden; ardından, ruh çantamdaki eşdeşlerinin yanına bıraktım. Diğer çapulcuların ruhları da aynı bölgeye düşmüştü. Örtüsü deşilmiş bir tırtıl yuvası manzarası duruyordu önümde. İşte bu manzarayı izlemekti benim için bahtiyarlık; bu yüzden ağzım kulaklarımdaydı. Kısa bir molanın ardından, bir kez daha ve artan bir keyifle uzandım aşağı. Önümde kıvranan kutsal tırtılların hepsini birden kavradım ve kaldırdım taş zeminden. Tekrar açtım kalın kapağını çantamın. Elimdekileri de diğerlerinin yanına bıraktım. Kısa günde, tam on bir ruh tırtılına sahip olmuştum. Çantamın kapağını kapatıp kapıya yönelmeden önce bir çatal sopadan ekskalibur armağan ettiğim sirk soytarısına yöneldim.
Adam, beni ilk kez görüyordu, şaşkınlık içinde; “Sen de kimsin?” diye sordu.
Tiz bir kahkahanın ardından; “Tanışalım.” dedim. Elimi uzatırken; “Senin yeni patronunum.” diye karşılık verdim. “Adıma gelince o kadar çok ki hangi birini söyleyeyim: Azazil, Erlik, Albız, Ehrimen, Diabolik, Satan… İlk aklıma gelenler bunlar ama en iyisi sen bana patron de…”
Karşımdaki yamuk yumuk adam karalamasını küçümsemiştim ilk önce ancak uzattığı eli, elime değince bir anda değişti fikrim; şimdi karşımda iki kulaç boyu olan, enli vücudunu ışıltılı kırmızı pelerinine sarmış, yanında şişkin bir çanta taşıyan, etkileyici bir adam duruyordu. Son sözü; “En iyisi sen bana patron de!” şeklindeydi. İtiraz hakkımın olmadığını anlamıştım; “Peki patron!” derken iliklerime kadar teslim olmuştum. Elini omzuma attı; “Haydi gidelim köpeğim!” derken o kadar doğaldı ki “Cehennem bizi bekliyor.”