Üç ay önce, Haber Ajanda’da yayınlanan yazımızda üçüncü Dünya Savaşı’nın başladığını söylemiş (3. Dünya Savaşı) ve bunun nedenlerini anlatmıştık kalemimizin döndüğünce… Yazımıza destek, üç ay sonra Vatikan’dan geldi. “Dünya, Üçüncü Dünya Savaşı’nı yaşamakta fakat parça parça…” Bu sözler, Katolisizm’in Ruhani Lideri Papa Fransis’e ait… Bizimle aynı frekansta düşünüyor olmasından hiç de mutlu olmadığımız Vatikan’ın Papa’sı, aynı beyanatında eski savaşlara atıf yaparak “Parçalı 3. Dünya Savaşı”nın kuralsızlığından, kadın çocuk ve sivillerin hedef hâline getirilmesinden yakındı; ilaveten, çok yakında “mağdur durumdaki” Kürdistan’a gideceğinden söz ederek bir ilke de imza atmış oldu. Tabii ki Kürdistan derken kastettiği coğrafya, Kuzey Irak olsa gerekti…
Papa’yla aynı günlerde ABD, IŞİD karşısında, kendisinden beklenmeyecek bir şekilde ve bir bakıma “bozgun hâlinde” geri çekilen Peşmerge’yi ağır silah larla donattığını ya da donatacağını ima etti hatta ayan beyan açıkladı. Onunla birlikte sırayla Fransa, Erbil’e olan “militarik” desteğinden; İtalya, silah yardımı hususunda Roma Parlamentosu’ndaki görüşmelerin devam ettiğinden, daha sonra Kanada’da da askeri eğitim ve uzman verme hususundaki devlet kararından söz etti. Bu arada, İngilizleri unutmayalım; Majestelerinin MIG’sının, etkin bir şekilde bölgede olduğu herkesin malûmu… Benzeri destek haberlerinin en ilginci, Almanya’dan geldi: Şansölye’nin ülkesi de “Barzaniyye”ye silâh yardımı yapacağını beyan etti. Yani yüzyıl önce 1914’te coğrafyadaki, “Büyükbaş”ların hepsi yerli yerinde, üstelik müttefik olarak… Fazladan ABD ve İsrail de duruma müdahil… Sadece Osmanlı yok; Osmanlı’yı temsilen Türkiye var gibi lakin onun da eli kolu bağlı vaziyette, “Zoraki gözlemci” sıfatıyla seyirci sandalyesindeki yerini almış denilebilir.
Madem Papa Hazretleri, Dünya Savaşı’nı parça parça… ortalığı kasıp kavuran kaosu “Dünya Harbi” olarak üstelik, “parça parça” diye tarif etmiş biz de o minvalde bakalım vaziyete yoksa Vatikan’a karşı anti diplomatik nezaketsizlik olur; sonra “Aforoz mafaroz” ediliriz de içinden çıkamayız hayatın.
Fotoğraf çekme ameliyesine uzaklardan, ta Atlas Okyanusu sahillerinden başlayalım diyorum: Bu sebeple El Mağrip’teyiz. Bahar’dan sonraki mevsimler dahilinde Mağrip Cephesi’nde Yeni Bir şey yok! Madem, sembolik olarak “Avusturya Veliahtı” Tunus’ta öldürüldü ve şu muhalif işportacı kendini ateşe orada verdi ve “parça parça” savaşın görünen müsebbibi oldu o hâlde oradan başlayalım analize yani Tunus’tan… Şu an, Cepheler içerisinde en berkemal olan yer olarak tarif etmek mümkün Tunus’u. Temel itibariyle Cezayir, Libya arasında, bir “Mustralik Fransız Dominyonu” olma özelliğini hâlâ korumaya devam eden bu küçük devlet, Afrika’daki “Frankofonik Sistem”in en başarılı olduğu nadir örneklerden biri olup bu hususiyetinden pek bir şey kaybetmiş değil. “Akıllı velet” şeklini korumaya devam ediyor. “Benzetmek gibi olmasın” fakat Avrupai kültüre yakınlık açısından “Bizim Trakya”yı andıran Tunus, 3. Dünya Savaşı’nda da kendisini en çabuk toparlayan ve “Yeni Yalta Konferansı” sistematiğine uyma başarısı gösteren ilk devlet oldu. Bu bakımdan Savaş, Mağrip’in Trakyası açısından bitti görünüyor.
Mağrip’in diğer devletleri arasında yer alan Fas, zaten “varta”yı teğet geçirmişti; bu nedenle Kral Muhammet; “Ne dendiyse onu yapan edilgen Melik” olarak tahtını ve ülkesini koruyor; Kazablanka Macerası’ndaki roller dağıtıldığı gibi, berdevam…
Mağrip’in en büyüğü sayılan Cezayir’e geçiyoruz zira onun hesabı, yaklaşık yirmi sene evvel alınmıştı; ülke, bu savaşta yarasını kanatmamayı başarmış görünüyor.
Olan Libya’ya oldu. Oynadığı tiyatro oyununu gerçek sanan “Artiz”lerin ağababası diyebileceğimiz Albay Kaddafi, bir kubur ağzında infaz edildikten sonra coğrafya bir türlü durulmadı. Aslında, Osmanlı’dan en son kopan Mağrip diyarı olan Libya’ya çok yazık oldu. Toplumsal dokuyu oluşturan kabile arazileri itibariyle Fizan, Tripolitanya ve Sirena olarak bölünmesi plânlanan coğrafya, Arap Baharı aldatmacasının ardından kısa bir süre, durulur gibi olmuştu lakin için için kaynamasına devam ederek “cicim ayları”nın sonunda, “Çakma Bahar”ı ortasından patlatarak gerçek yüzünü cümle âleme göstermeyi başardı! Kaddafi’ye karşı ayaklanma şeklinde başlayan sosyal yangının ardından, tek pozitif gelişmesi bayrağını değiştirmek olan ülke, eski sembolüne döndü yani ay yıldızlı bayrağa…
Malumunuz; o bayrak, Libya’ya bizim Teşkilatı Mahsusa’dan kalmaydı. Eski hikâyeyi biliyorsunuz: Yukarıda da denildiği gibi Osmanlı’dan en son kopan Makedonya, Suriye ve Libya üçlüsü içinde, kopmamak için direnen tek coğrafya diyebiliriz eski Trablusgarp vilayetimize. Açgözlü İtalyan sürülerinin 1912’de ayak bastığı bölgeye, uzaklığı nedeniyle İstanbul, herhangi bir yardımda bulunamamıştı. O yıllarda yapılabilen tek şey, Teşkilatı Mahsusa subaylarını harekete geçirmek ve Mısır üzerinden ülkeye sokmak olmuştu. Bu askerlerin aralarında M. Kemal ve Enver Paşa’da vardı. Az bilinir ancak Libya’ya yapılan “Teşkilat müdahalesi,” çok izli bir operasyon olarak, tüm Osmanlı coğrafyasında yapılmaktaydı. Gizli Plân son derece akıllıca, atılgan ve cesurdu ve de şu işleyişi şekildeydi: Özellikle Ortadoğu’ya dağılan “Gizli görevli”ler, gittikleri bölgelerde parça parça devletler kuracaklar ve idareye hakim olacaklardı.
İşte, Papa’nın “3. Dünya savaşı parça parça devam ediyor…” açıklamasının altında yatan “parçalı gerçek”in aslı budur. Plân zekiceydi lakin Teşkilatı Mahsusa hafiyelerinin, ilk iş olarak bayraklarını çizdiği, Osmanlı’ya sadık bu gizli devletlerin hayata geçirilmesi maalesef gerçekleştirildi sayılmaz; kader râzı gelmedi. Ancak bir başka biçime evrildi. Teşkilat merkezinde tasarlanan gizli devletler, aşağı yukarı bugünkü şekillerdeydi; zaten Sykes-Pickot mühendisliğindeki mevcut devletler de zamanın vilayetlerinin parça parça birleştirilmiş hâlini muhafaza ediyor. Sadece aralarında Ürdün, Lübnan ve Umman gibi birkaçı yoktu; bir de Saudiyye iki parçalıydı, Hicaz emirliği ve Necid Sultanlığı şeklinde… Tabi Filistin coğrafyası da bir başka biçimdeydi.
Ne yazık ki Teşkilat, tasarladığı devletleri hayata geçiremedi lakin Gizli Plân’a uygun olarak kurulan devletlerde iş başı yapan idarelerde hafiyeler görev aldılar. Bu da bir nevi başarıydı; eski Osmanlı paşaları ve memurini, Batılı mühendislerin cetvel çizimlerinde memur hatta bakan ve başbakan olarak koltuklara oturmuşlardı. İşte, bu devletler içerisinde, Teşkilat’ın en başarılı olduğu “vilayetdevlet” Libya’ydı. O hâlde “parçalı savaş”ın parçalarının ilkinden, Libya’dan başlayalım analize.
Şimdiki adını o bölgede yaşayan, “Labe” diye isimlendirilen Berberiler sebebiyle Yunanlıların dilinden Libya denilen bizim Trablusgarp, Osmanlıya sadakatini son gününe kadar koruyan nadir coğrafyalardan birincisi… Mustafa Kemal, Enver Paşa ve arkadaşları o zamanki adıyla Trablusgarb’a, ülkenin en önemli dini cemaati sayılan Sunisiyye Tarikatı’nın müntesiplerini bilinçlendirmek, kabileleri silâhlandırmak, çöl adamlarına askeri eğitim vermek ve paramiliter savunmayı başlatmak üzere gitmişlerdi. Plân, bidayette başarılı oldu: Subayların müdahalesininin akabinde, Libya’da “Dervişler Savunması” başlatıldı. Ancak nihayette İtalya’nın donanımlı ordusu karşısında bir varlık gösteremeyen savaşçıdervişler, birer birer şehit oldular. Yukarıda söylendiği gibi 1911’de İtalyan pençesine düşen ülke ikinci dünya Savaşı’nın ortalarına kadar bu statüsünü sürdürdü. İtalyan zulmüne karşı başkaldıran Teşkilatı Mahsusalı Sunusiler ve bu mücadelede bayraklaşan Ömer Muhtar başarılı olamamışlardı. Bu mücadelenin sonunda Muhtar şehit edilmiş; son Sunusi İdris, Mısır’a sürgün edilmişti.
Kaybedilen çöl savaşlarının sonunda İtalyanlar, ülkeyi işgal etti ve bir süre yönettiler. Onların hükümranlığı da çok sürmedi; 2. Dünya Savaşı başlatıldı ve bu kez Roma, kendini bir başka ittifakın içinde buldu. Savaşın sonunda müttefiki Führer Hiltler’le birlikte mağlup olan Duçe Mussolini, İtalya’nın Libya’yı kaybetmesine neden oldu. Bu sefer, 2. Savaş’ın galibi sayılan İngiliz Fransız ittifakının eline geçen Libya, 1949 yılında boyunduruktan kurtuldu. Güya, elde edilen bağımsızlık sonucunda kurulan Libya Krallığı’nın tahtına da bir Sunusi oturdu: Kral İdris Sunusi…
İki dünya savaşı arasındaki geçici dönemdeki “kısmi Teşkilat etkisi” her ne kadar saklı idiyse de İngiliz, Fransız ve İtalyan “kocabaşları” durumun farkındaydı; yani kurulan devletlerde “Teşkilatı Mahsusa Damgası”nı fark etmişlerdi. Batı, buna tahammül niyetinde değildi ve ilk fırsatta hepsini alaşağı edecekti…
Batılılar adına bir hata olarak Libya’ya kral olan İdris Sunusi, eski bir Mahsusa mensubu olarak “Ay yıldızlı bayrağı” sandıktan çıkardı ve göndere çekerek ilan etti devletini. Bununla kalmadı; devlet teşkilatını oluştururken, Son Osmanlıları idareye ortak etti lakin bu açık hâlliliği ona pahalıya mal olacak ve tedavi için İstanbul’u tercih ettiği 1953 yılında bir darbeyle alaşağı edilecekti.
Evet! Batı, İdris Sünusi’nin hakimiyetine bir süre tahammül etti lakin hastalanan ya da hastalandırılan Kral’ın, tedavi için Batı başkentlerini değil de İstanbul’u tercih etmesi hem fırsat hem de bardağı taşıran son damlaydı. Kral ülke dışındayken, orduda vasat bir albay olan Muammer’e yaptırılan darbe başarılı oldu ve Trablusgarp vilayetimiz elden çıktı.
Batılıların 1. Son Osmanlı operasyonunun eseri olan Albay Kaddafi Cuntası, ülkeyi tam bir deneme tahtasına çevirdi. Gâh “Yeşil Devrim” dedi; Gâh “İslam Sosyalizmi…” Bu arada “Cemahiriye” diye bir devlet şekli icat etmekten de geri kalmamıştı. Bittabi, Darbeci Albay’ın ilk işi, idaredeki “Son Osmanlılar”ı elimine etmek oldu. Bu minvalde yapacak bir şeyleri kalmadığını gören “Mahsusa Aileleri” Libya’da uykuya daldı ve uygun bir fırsat kollamaya daldılar.
Uzun yıllar şahsi Cemahiresinde, feodal bir çiftlik ağası gibi davranan Albay Muammer’e verilen “mühlet” Arap Baharı günlerinde doldu. Yalancı Bahar’ı essah sanan “Son Osmanlı Mahsusa Aileleri” uyandı ve “Cemahiriye Kahyası”nı mermi manyağı yaptı. Mahsusa savaşçıları bir kez daha “Şanlı Bayrağı” göndere çekmişlerdi. Hatta bu davranışlarıyla Ortadoğu coğrafyasında uyumaya devam eden “kadim ailelere” örnek oldular. lakin Bahar çok kısa sürdü. Şimdilerde, deşifre olan ailelerin kan kusma süreci devam ediyor; tıpkı onlar da dedeleri gibi kendilerini “Cihan Harbi”nin ateşten gömleğini giymekten alakoyamadılar. Mücadeleleri ve ölümle pençeleşmeleri sürüyor.
***
Geçelim Irak’a… Bir yapay devlet olan Irak, Kral Faysal döneminde yani 1932’de bağımsız olmuştu. Tarihler, 1933’de Faysal’ın ölümüyle Kral Gazi’nin işbaşı yaptığını yazıyor. Kral Gazi’nin altı yıllık iktidarı sonunda, bir trafik kazasında ölmesi üzerine yerine oğlu ikinci Faysal geçti. Dört yaşındaki Faysal Kral’ın naibi, amcası Emir Abdullah’tı. İngilizler adına ülkeyi idare eden Abdullah, 1941 yılında yapılan askeri darbeyi önleyemedi. İşin garibi darbeyi, Almanlar planlamışlardı lakin bir karşı darbeyle İngilizler, duruma yeniden hakim oldular; bu hakimiyet Saddam’a kadar devam etti. Sonrası malum!
1958 yılında yapılan kanlı bir darbeyle Irak’ta krallığa son verildiğinde, yönetimdeki Teşkilat mensubu son Osmanlı kalıntıları, acımasızca temizlenmişti. Başbakanlığı deruhte etmekte olan Osmanlı Paşası Nuri Said, Prens Abdülillah hatta Kral Faysal’la birlikte tüm saray halkı arasında bir katliam yapıldı. Bunun üzerine, yönetime müdahil olan “Mahsusa Aileleri” geri çekildi ve uykuya daldılar.
***
Sırada Suriye var. Bu ülke, Osmanlı’dan kapan en son vatan parçasıydı ve 1920’de Fransızlar, Suriye’de kendini savunan “Teşkilat Milisleri”ni yenerek yönetime el koymuşlardı. Bu el koyma işleminin, 1946’ya kadar sürdüğünü görüyoruz. Bu tarihte bağımsız olan ülke, 1958’de Mısır’la birlikte “Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni” kurdu ancak bu birliktelik üç yıl sürebildi.
Bilinenin aksine Suriye de diğer Arap devletleri gibi işe Krallıkla başlamıştı. 1918 Mondros Ateşkesi’nin ardından, savaş esnasında verilen vaadlere inanan Suriyeliler, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın liderliğinde Krallıklarını ilan ettiler. Tabii ki “Son Osmanlılar” burada da yönetimdeydi. Lakin İstanbul’un saklı gölgesini üzerinde taşıyan idare, çok uzun sürmedi; Fransızlar, bir ültimatomla Kral Faysal’ı uyardı ve ülkeyi Fransız kuvvetlerine teslim etmesini istedi. Tabii ki Kral direndi. Bu arada Fransız ve Suriye orduları arasında yapılan Maysalun Savaşı’nda Fransızlar galip geldi ve ülke düştü. Kral Faysal, sürgüne gönderildi; akabinde, krallık yöneticilerinin hayatta kalanları dağıtıldı. Ülkede Fransız idaresi kuruldu. Bu yönetimde fazla sürmedi; 2. Dünya Savaşının ayak seslerinin işitilmesiyle birlikte Paris, istemeye istemeye bağımsızlık verdiği ülkeyi, ayrılmadan evvel Suriye, Lübnan ve Hatay olmak üzre üç devlete böldü ve nüfuzunu başkentlerin üzerine bürüyerek gitti.
1958’deki üç yıl süren “Birleşik Arap Cumhuriyeti” deneyiminin başarısızlığı sonucu yine tek başına kalan Suriye, çok geçmeden kendini Arap İsrail Savaşı’nın ortasında buldu. İsrail’le yapılan “Altı gün Savaşı” sonunda Golan’ı kaybetti. 1963’te “Baas belası”na düçar oldu ve bu sefer de ülke, 1970’de yapılan bir darbeyle yüzde on nüfusa sahip olan Nuseyri azınlığın eline geçti. Nuseyriyan Esed Hanedanı, ülke yönetimindeki “Son Osmanlılar”ı temizlemekle durmadı; zulmünü Sünni Arap ve Kürtler üzerinde de devam ettirdi ve 1980’de Hama ve Humus katliamlarına imza atarak ortalığı kana boyadı. Sonrası malum!
Baas Rejimiyle birlikte, diğer Arap devletlerinde olduğu gibi Suriye’de de “Mahsusa Aileleri” münasip bir fırsata kadar uykuya yattılar. Bu arada unutmadan; yukarıda sözünü ettiğimiz Suriye Kralı Faysal bin Hüseyin, bir süre sonra Irak Kralı olarak ortaya çıkmıştı. Suriye’de 1920 tarihinde yaşadığı yüz yirmi beş günlük taht macerasından sonra Irak’ta 1921 ile 1933 yılları arasında on iki yıl hüküm sürdü.
***
Burada duralım ve yukarıda söylemeyi unuttuğumuz Yemen’e de bir göz atalım: Mahsusa’nın ilgi alanlarından biri de El Cezire’nin güney batısıydı. Elbette bu ülkede de “Son Osmanlılar” yönetimde bulundular. Babülmendep’in doğusundaki topraklara hakim olan İmam Yahya ülkeyi, Osmanlı kalıntısı memurin takımıyla idare etmek istemişti lakin “Birinci ekarte operasyonu” onları da alt etmiş ve ülke, tıpkı benzerleri misali “Darbe vurgunu” olmuştu.
Arada geçen uyku döneminin nihayetinde, San’alı “Mahsusa Aileleri” orada da uyandı ancak ülkenin Şia Zeydiliği mezhebi dolayısıyla günümüzde çoğunluk, Osmanlı’ya değil İran’a meyletmiş görünüyor. Bununla birlikte “Son Osmanlıları” yok etme plânı o topraklarda da sürüyor; hareketlenmenin adı her ne kadar “Zeydi Husiler”in isyanı olarak isimlendirilse de durumun zemininde yatan gerçek bu…
Yukarıda saymadığımız nere kaldı? Suudi Arabistan, Ürdün, Umman ve ufak tefek emirlikler… Buralar sakin çünkü bu devletler, Teşkilatı Mahsusa’nın gündeminde olmayan yerlerdi yani diğer devletlerin parçalarıydı. Dolayısıyla “Mahsusa Devlerleri haritası’nda bağlı oldukları ülkelerden koparıldı ve Batılılar tarafından plânlandı ve tabi kuruldu; bu sebeple oralarda “Son Osmanlı”lar yoktu. Bu yüzden, sükûnet içindeler. Şimdilik.
***
Sonra Bahar geldi. Mahsusa Savaşçıları, Arap kabileleri ile birlik olup başlarındaki “Deli Diktatörü” bir kuburda kıstırıp infaz etti ve yönetimini çöle gömdüler. Bundan böyle kendilerine tevdi edilen “kutsal görevi” iki şekilde yapabilirlerdi: Bir darbe yaparak, iki demokrasi içinde…
Irak, Suriye ve Libya’da krallara karşı gerçekleştirilen birinci operasyonun ardından, bu ülkelerin ordularına egemen olan oligarşik anlayış ve ekalliyet generalleri nedeniyle ordu üzerinden bir girişim namümkündü. Bu sebeple Mahsusa aileleri demokrasi üzerinden yürümeye karar verdiler.
Birinci operasyonda “Son Osmanlılar”ın köküne kibrit suyu döktüğünü ve ilelebet, Türk’ün “Yüce Devlet”ini mezara gömdüğünü zenneden Batı, tabii ki “Son Osmanlılar”ın uyanışından haberdar olmakta çok zorlanmadı zira Ortadoğu’da cirit atan M16, CIA, MOSSAD, SDECE hatta BND ajanlarının yerli işbirlikçileri ve onların muhaberatlarının her yerde gözü kulağı vardı. O göz göreceğini görmüş, duyacağını duymuştu. Gördüğü ve duyduğu, sadece “Osmanlı Ruhu”na dairdi; Ruh, görünüşte Tayyip Erdoğan sevgisi şeklinde tezahür etse de koku, Osmanlı’nın kokusuydu.
Osmanlı’nın kokusuna dahi tahammül edemeyen Batı “2. Operasyon”u Arap Baharı yanıltmacası adı altında başlatmıştı. Bu bahar, bir nevi “Zarf atmaydı,” atılan zarfla beraber öngörülen oldu: Mahsusa aileleri, beklenen bahar geldi zannıyla şubatın yalancı güneşinde çiçek açan erik ağaçları gibi uyandılar. Maalesef çok geçmeden onları, zemheri soğuğu vuracaktı.
Baharla beraber Ceviz sandıklardan çıkarılan “Mahsusa Bayrakları”ndan sadece birini Libyalılar göndere çekebildi ancak bunun bir önemi olmadı hatta Aileler, bu kez gerçekten deşifre olmuşlardı. Bu yüzden Bahar, bir iki yıl içinde sona erdirildi. Şimdilerde Irak, Suriye ve Libya bölgelerinde parça parça yaşanan 3. Dünya Savaşı muharebelerinde ölümle pençeleşiyor.
***
Atın büyüğünü harada unuttuk! Ve tabi Türkiye’den söz edeceğiz… Doğal olarak, yüz yıl evvel, Teşkilatı Mahsusa’nın harekât plânında ilk sırada Anadolu olmak zorundaydı. Hatta Teşkilat Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Balkanlarda başarılı olamayacağını anlayınca “Mahsusa aileleri”ni orada bırakmış ve geri dönerek, tüm gücüyle Anadolu’ya yüklenmişti. Burada, başarı bir şekilde geldi. Akabinde bayrakların anasının ay yıldızını “yavru bayraklar”a vurmuş olan “şehidimizin son örtüsü” 1923 itibariyle Ankara’da göndere çekildi. Şükür Anadolu kurtarılmıştı; bu arada, Trakya da “Muhteşem Selimiye Camii”nin hatırına ya da onun ağır basan gölgesi nedeniyle “Anadolu Başarısı”na eklemlenmişti. Fakat sözü edilen Anadolu ve Trakya başarısının göreceli olduğunu anlamak için “Teşkilat Yiğitleri” çok beklemediler. Lozan’da bizimkileri terleten Batı, işin ucunu kaçırma niyetinde değildi doğal olarak, bu yüzden, bağımsızlığı verdi ama Ankara’yı kendi hâline bırakılmadı: 2. Meclis’le birlikte iş, bir başka yola evrildi. Bu sebepledir ki İhtilal, başta Kazım Karabekir Paşa olmak üzere öz evlatlarını yedi. Devletin başındaki Birinci Adam, Çankaya sofralarında gece hayatına mahkûm edildi ve tıbbi bir suikast sürecine sürüldü.
İkinci Meclis’in ardından başlayan “Topal Osman Sendromu,” Son Osmanlıları birer birer temizlerken artık Teşkilatı Mahsusa’nın adı “MAH” yapılmış ve yeni yapı, bir tahmine göre yirmi bin kişiye ulaşan kadrosu içerisinde, “eski kardaşlar”dan hiç kimseyi bırakılmamıştı. MAH’ın son operasyonu İzmir Suikasti oldu ve “En Son Osmanlılar ya da İstiklal Harbi’nin “Öncü Takım”ı burada toptan yok edildiler. Bunun üzerine “Mahsusa Aileleri” çaresiz kaldı, ağlaya ağlaya sinei millete döndü ve tüm Anadolu’yla beraber ölüm uykusuna yattı.
Geç gelen Arap Baharı’na karşılık “Türk Baharı” elini çabuk tutmuş ve 1950’de çıkagelmişti. “Menderes iktidarı”yla birlikte uyanan aileleri, peşlerisıra Anadolu halkını da uyandırmışlardı. Ondan sonrası malum!
Altmış yıllık süren demokrasi mücadelesinde her on yılda bir darbe yiyen “Son Osmanlı Aileleri” ya da Anadolulular, düşe kalka burca yürüdüler. Allah’ın yardımıyla adım adım ilerledi ve 10 Ağustos itibariyle burca bayrağı diktiler. Ancak henüz 3. Dünya Savaşı bizim için de bitmiş sayılmaz; Libya için de, diğer Ortadoğu ülkeleri için de… Ne demişti Vatikanlı Fransismus; “Harp parça parça devam ediyor…”
Doğru demiş Papa Hazretleri! Parçalı Dünya Harbi, bir on yıl daha devam edecek gibi görünüyor. Harbin nihai tarihi bizim için 2023; diğer Osmanlılar için 2025… Anadolu cephesinde harp, masa başında sürecek; Ortadoğu ve Libya cephesinde sıcak günler bekliyor “Yorgun savaşçıları”
Son söz olarak: Allahualem, zafer yakın ve mutlaka inananların olacaktır.
Sayin ahmet abi yazilarinizi güzellikle okuyorum bugüne kadar eksiklerimi sayenizde az Cok tamamladim ama paragrafinizda su dikkatimi çekti teşkilat i mahsusa hala ayakta ve pis siyonistler bunu alasagi etmek istiyor yanlismi anlamisim hocam
sevgili alperen,
konuyla ilgili bir makale kaleme almak niyetindeyim… derin dünyayı takip et
yeni soruların varsa kafanda bildir bana… işin gücün rast gele….
Uzun bir yazı olmasına ragmen bir çırpıda okudum,Allah bu savaşta muvaffak eylesin ortadoguyu.