Henüz “Kavimler Göçü”nün tarih sayfalarına düşmediği devirde Keltler vardı; hem de Büyük Britanya Adası’nın sadece kuzey ucunda değil, tamamında… Adanın tümü “Kelticland”dı. Adı da ne Büyük Britanya idi ve ne de İngiltere’ydi. O yüzyıllarda, diğer Avrupa kavimleri gibi Keltler de Pagan’dı. Kendilerine has bir putperestliği yaşıyorlardı.
Çok sonraları takipçilerinin doğumunu ikinci zamanın başlangıcı yaptığı Filistinli İsa dünyaya geldi. Otuz yaş öncesinde, ilk vahyi almadan önce bir “Mucize Çocuk” olduğu bilinen Meryemoğlu Mesih, Roma İmparatorluğunun Palestin Eyaleti’nde mukim bir İsrailoğu’ydu. Lakin otuz yaşına geldiğinde, hem içinden çıktığı Yahudi toplumunun, hem topraklarında oturduğu Roma’nın teolojik ve sosyolojik temellerini sarsacak bir “iç değişim” yaşadı: Ancak üç yıl sürecek olan bir nübüvvet serüvenine başladı. Ruhullah’ın miladından 1600 yıl evvel “Mısır”ı şereflendiren Musa’nın “Torah”ıyla insanlığa seslenen “Ahad Rab” yeni bir “Enbiya” devri başlatmayı murat etmişti. Musa’nın kendisinden sonra gelen ve şahsi şeriatıyla görev yapan onca peygambere rağmen ne İsrailoğulları lânetlerinden kurtulabilmiş ve ne de Palestin ve Mısır dahil neredeyse dünyanın yarısına sahip olan Roma, Pagan inancından sapmıştı. Aradan geçen bir buçuk milenyumluk zaman dilimi, medeniyet ve medeni teknolojik değişimi sebebiyle “Musa Şeriatı”nı yetersiz kılmıştı. Bu durumda yeni bir başlangıç şart olmuştu ve ilahi plânda süreç başlamıştı. Lahuti muradın gereği olarak yeni dönemin, inancını adı İsevilik, peygamberi ise İsa idi.
Hazreti İsa’nın, aldığı ilk vahyin ilahi kaynağının imani şifresi olarak “La ilâhe illallah!” dediği an yani “şifre söz”ün arz atmosferinde işitilmesi, “Negatif merkez”in faaliyetinin de başlangıcı oldu. Nice zamandan beri, Hazreti Süleyman’nın, ardından kazandığı Buhtunnasır ve Nebukadnezar zaferlerinin üzerine yatmakta olan “tetikçi virüs” uyandı; “organik kompüter”lerin arter kablolarında daha hızlı bir şekilde akmaya başladı, tıpkı “kanın damarlarda dolaşması gibi.” Teolojik sinyal olarak, “La ilahe illallah!” sözü, hem “Hak” hem “Batıl” için uyarıcıydı; İsa ile birlikte iki kutup, aynı anda aktif oldu ve ezeli mücadele bir kez daha başladı. Şimdiye kadar bu, hep böyle olmuştu; hem de yaklaşık olarak yüz yirmi bin kere… Ne yazık ki uzun vadede mücadeleyi negatif kutup kazanmış; pozitif kutbu kendi içinde absorbasyona tabi tutarak bir kere daha değiştirmiş, terkibi bozuk bir imana evirerek yok etmişti. Ya bu kez?!
O devirde coğrafyaya “Tanrı Mitra” hakimdi ve Mitraizm’in sınırları, neşet ettiği Hindistan’dan başlıyor, Manş Denizi’ne kadar zihinleri Ezoterize ediyordu. Pers Mitraizm’i İran’a, Roma Mitraizm’i İran’ın batısına hakimdi ve bu iki GDO’lu iman, kendilerini besleyen Hint Mitraizmi’nden farklı karakterlere sahip olmalarına rağmen “Gnostik Dayanışma” birbirini reddetmiyor ve “”Hermetik Platform”da beraber hareket ediyordu. Onların ortak kavgası, benzeşlerine “Yüz yirmi bin kere yenilenen”e karşıydı. Belki bu “Hormonlu İnanç”ın ismi, yüz yirmi bin kere değişmiş lakin “Teolojik Kavga”nın muhtevası ve “Düşman’ın Ahad kimliği” değişmemiş aynı kalmıştı.
Miladı milat yapan olağanüstü yani “Kocasız bir kadından doğum” sadece “Musavari Şakül”ü şaşmış Yahudi toplumunun okunu bir kez daha düzeltmek için olmamıştı tabii ki… Doğumun nihai hedefinde Palastin mülkünün, bir parçası olduğu Roma coğrafyasının eğrilen istikametini doğrultmak da vardı. 79 yılında “menfi final”e erişerek, bir kısmı Etna’nın külleri altında, gazabı ilahinin toplu mezarına gömülen Roma halkı, artan zenginliğiyle birlikte Mitraizm’in “Soyut Şaşkınlığı”ndan adım adım uzaklaşarak Paganizmin “taş gibi” sapkınlığına gömülmüştü. Gide gide daha da yaklaşıyordu nefislere zulmün zirvesine. O zirvede Gayretullah’a ilk dokunan Pompei şehri ahalisi olmuştu, vurgunu onlar yedi. Pompei coğrafi konum olarak Roma’nın başşehri Roma’dan bir adım ötedeydi. Bu nedenle Roma’da Pompei’den daha temiz değildi tıpkı diğer Latinyanlar gibi gübrelikteydi. Onun sarkacı da Gayretullah’ etğinde sallanıyordu; ha dokundu, ha dokunacak noktada…
Miladın 33. yılına girilirken İsacılık, henüz üç yaşındaydı ve ilk önce istikamet vermek istediği Musevi toplumunun ihanetine uğramış ve inancın “Hilkatten yetim” olan peygamberi, çarmıha çivilenmişti. Hain Judas firesiyle on bire inen Havariyun, “Lânetli toplumun adam olmasının imkansızlığı” hususunda kararını kesinleştirmişti. Varılan nokta; “Palastinden adam çıkmaz!” kesinliğindeydi. Bu sebeple İlâhi Tebliğ’i Roma’ya çevirdiler. “Kutsal Kase”yi de yanlarına alıp bir kısmı Anadolu, diğer yarısı Güney Fransa üstünden harekete geçtiler. Pompei gazabının, etkisinin ruhlar üzerindeki zelzelesi, Havariyun’un işini, kolaylaştıracaktı. Onca debdebesine ve gücüne rağmen Roma Paganizmi, zelzele vurgunuydu ve panik halindeki ruhlar, “Apollon”dan kaçıyorlardı. Şaşkınların aradıkları, sakin bir ruh sığınağıydı, bir damla lahuti iksirdi zira dudakları, susuzluktan alev alev yangın yeriydi. İşte, o an sunuldu onlara “Kutsal Kase”deki iksir. Ve içtiler onu kana kana hem de…
Roma Başkenti aristokrasisi ve onların yakın çevresini oluşturan ve burjuvazinin “zevk ve haz dünyası”na uyuşmadığı için bu çevrede pek rağbet görmemiş ancak imparatorluğun merkezden uzak derbeder bölgelerinde mer’i olan “bir hırka, bir lokmacı yani ezoterik/gnostik Mitraizm,” Havariyun lahuti iksirini, başkentten başlayarak zelzele vurgunu Sezer aristokrasisine, Latin burjuvazisine ve rejimden otlananlar eşrafına sunduğu anda kendisine biçilen coğrafyadan kara bir yılan gibi doğruldu; şimdi, “ezeli kavga”nın bir kez daha mevsimi kapıya dayanmıştı. Bunun üzerine Mitraizm ve Havariyun İsacılığı arasında hem Anadolu, hem Roma arazisinde ölümcül bir kavga başladı: Bu kavga ezeli iki inanç sisteminin toslaşmasıydı. Bu toslaşmanın sesi, arzda yaklaşık yüz yirmi bininci kere yankılanmaya başlamıştı ve birkaç yüz yıl berdevamdı…
***
Roma arazisindeki Hak-batıl mücadelesinin ilk raundunu Orta Avrupa dolaylarında, Havariyun anlayışı kazandı. Bölgeden Arius diye bir adam çıktı. Havariyun inancından, kendi adıyla bir başka imanın temelini attı; Ariusçuluk’un… Dinler tarihi uzmanlarının bazılarının “monoteist/tektanrıcı” bazılarının “politeist” olarak izaha çalıştığı Ariusçuluğun üzerinde henüz bir fikir birliği oluşmuş olmaması durumu tartışmalı zeminde tutmaya devam etmektedir. Ancak deyip şahsi izahımızı yapmaya çalışalım…
Arius, bizzat Havariyun veya onları gören ya da görenleri görenlerle teması sebebiyle Özgün İsacılık’a oldukça yakın bir imanın temellerini atmış olmalı. O sırada Kavimler Göçü nedeniyle Hindistan’dan yola çıkmış olan Tötonlar, Avrupa’nın kuzeydoğusundan giriş yapmışlardı. Somutlaşmış ilâhlarını Anayurt Hindland’da bırakıp inandıklarının imajıyla uzun bir yol katetmiş olan Töton grupları, boydan boya Hint ve İran’ın coğrafyasına hakim durumdaki Mitracılığ nefeslene nefeslene geçmişti. Akabinde, Kafkas geçidinden girilen Karadeniz’in kuzeyindeki İskitya vardı ve bu coğrafya, Ezoterik imanıyla ünlüydü. Ezoterik insanların arazisini katetmiş olan göçmen Tötonların beyinleri, bu zorlu yolculuğun etkisiyle kısmen silinmişti. Bu yalınkatlığı yaşadıkları sırada “vurduğu yerden ses getiren” Atilla budunuyla temas etmişlerdi. Orta Asya göçerlerinin beyni ise beyaz bir sayfayı andıran Çocuk saflığı”ndaydı. Tötonlar yıllar sonra Orta Avrupa’ya indiklerinde peşlerindeki Orta Asyalılara benzemişlerdi. Bu sebeple başdüşmanları Atilla’ya hayranlıklarını “Dejbeng”lerinin iki telli sazlarıyla “Nebelungen Destan”ında dile getiriyorlardı. Şimdi Tötonların karşılarında “Megaloman Roma” vardı ve “Jüpiter’in kulları” kendileriyle Atilla Hunlarını aynı kavramla etiketliyordu: “Barbarlar…” Hatta daha kötüsü “Dinsiz vahşiler/Godlos Kanaken…”
“Dinsiz vahşiler” yakıştırmasından rahatsız olarak kendilerince kötü bir anlam çıkaran Tötonlar, izansız kompleksle barbarlıktan kurtulmak için bir yol aramaya başladılar. Hind kıtasından başlayan ve Orta Avrupa’da sonlanan uzun ve yorucu yolculuk esnasında körelen, inanma ihtiyaçlarını karşılamak için “yeni bir tanrı şehveti”ni duydular ruh köklerinde. İşte, Arius’la temasları bu şekilde oldu. Kısa bir süre içerisinde tüm Tötonlar Ariusçuydu artık. Bundan böyle, Roma mütekebbirleri, kendilerine “Dinsiz Barbarlar” diyemeyecekti. Her ne kadar, babayiğitliği karşısında şapka çıkarsalar ve adına destanlar da dizseler de Hunları’ndan onlara neydi? Hiç! Pekâlâ, dinsiz barbar yakıştırması Atilla’nın üzerinde kalabilirdi. El Hak yakışırdı da… Orta Asyalılar hem barbar, hem de dinsizdiler.
Bu sırada Roma’da… Yıllarca imparatorluğun çepeçevresinde dolanan “Lokmacı-hırkacı” Mitra, nihayet Pompei gazabını yaşayan başkent ve yakın çevresine de sızmış ve kardeş Jüpiter Dini’nin yerini almışken kuzeyden sarkan Arius vurgunuyla sarsılmadan kurtulamamıştı. Bu Ariusçuluk da nereden çıkmıştı şimdi? Özü, “”Trinity/Teslis” olan Mitracılık, “Tektanrısı”yla kendisinin “Üçtanrısı”na meydan okuyan yeni düşmandan hiç hoşlanmamıştı. Böyle durumlarda uyguladığı ve yüz yirmi bin kez başarılı olduğu “S plânı”nın parşömenlerini tozlu raflardan indirip masaya serdi; Mitracı rahipler, meymenetlerini değiştirip dini bütün Arius keşişleri kimliğiyle Ariusçuluk’a “sızacaklar”dı. Zira ucu binlerce yıl öncesine uzanan “S” plânının özü “Düşmanına benze ve damarlarına sız!” şeklinde özetlenebilirdi.
Ve Ariusçuluk’tan önce “Havariyunculuk”un içine sızıp “Augustinusçuluk”u formatladılar. Jupiter Dini’nin taştanrılarını, “Milano Piskoposu Ambrosius’un en sadık ve zeki öğrencisi Augustinus’un öğretisinde, “Chirist”tik azizler şekline sokup Roma Halkını kolayca Augustinusçu yaptılar. Sonra Augustinus misyonerleri, tebdili kıyafet edip Ariusçuların arasına sızdılar. Bu durakta her iki taraf da İsa Mesih’e inanıyordu. Aradaki fark Ariusçuluk’un İsevilik’i monoteist, Augustinusçuluk’un İseviliği ise Politeist’ti. Aradaki farkı, “Sızıntı rahipler”inin saygın dindarlığı izale etti ve Arius, bu dünyadan göçtükten sonra takipçileri, farkında olmadan tek tanrılarını üçlemişlerdi. Sorun yoktu gari!
***
Burada bir evveline dönelim: Ariusçuluk’un bidayetinde, yeni dinin tebliğcileri olan heyecanlı ozanlar, Avrupa’nın dört bir yanına dağılmış ve bunlardan bir kısmı, komşu adalara geçmişlerdi. Bu adaların en büyüğü ise Britanya’ydı. Orada da misyoner ozanlar, Ariusçu ilahiler söyleyerek, mazlumları kurtarmaya gelen/gelecek olan Mesih’ten söz ede ede seyahat ediyorlardı.
Elbette Roma lejyonları, Britanya’ya Ariusçulardan çok önce gelmişlerdi. Adanın eski halkı Keltlerdi. Kendi kabile inançları ve yoksulluklarıyla mutlu bir hayat sürdüregelen Keltler, adalarını istila eden davetsiz misafir lejyonerlerden hiç hoşlanmamışlardı. Zira “Burnu bulut çizen Roma kalantorları” bu ilkel Kelt ülkesine, medeniyet götürme iddiasındaydılar ve kendilerini istilacı değil “medenileştirici” olarak görüyorlardı. Bu tanrı Jüpiter’in kendilerine tevdi ettiği kutsal bir vazifeydi. O gün Keltya’da yaşanalar ve lejyon anlayışı, günümüzde Batılı emperyalistlerin, kendilerince ilkel buldukları ülkelere “demokrasi” götürme seferleri düzenlemelerinin kökeninin nereye kadar uzandığını göstermesi bakımından manidardır.
Ancak ilkeli medenileştirmek o kadar da kolay değildi. Latin plânı doğrultusunda, “Medenileşmek istemeyen” Keltler kuzeye çekilirken Roma Lejyonlar, onları adım adım takip etmişti. Sonunda “cimri ilkeller” varıp yüksek dağlara dayandılar. Kelt mazlumları, Buz denizi ile Roma cebabiresi arasındaki bu yüksek ve karlı dağlara sığınmaktan başka bir çare bulamadı ve buz vadilerinde izlerini kaybettirdiler. Keltlerin adı artık İskoç, sığındıkları dağlarda “Highland/Yüksek ülke”ydi. Bundan böyle derin ve saklı vadilerde gayda çalıp kendi dertlerine ağlama devri başlamıştı onlar için.
İşte, bu yıllarda ulaştı onların yüksek ülkesine Ariusçu derviş-ozanlar… Önerdikleri, gelmesi çok yakın olan mazlumlar için Kurtarıcı Mesih’ti. Kulağa hoş gelen bir sesti bu ve çok sürmedi İskoç gaydaları “Mesih/kurtarıcı ilahileri” çalmaya başlamıştı. Ancak onların Mesih’inin bir diğer adı da “Braveheard/Cesur yürek”ti.
Adada bunlar olurken, Kıta’da “Augustinus rahipleri projesi” başarılı olmuş ve “Teslis” Ariusçuluk’a sızarak Tevhid’i üçlemişti artık. Tanrı tahtında baba-oğul ve kutsal ruh oturuyordu tıpkı Mitra, eşi ve oğlu gibi hatta tıpkı Osiris, İsis ve Horus misali… “Sızma plânı” bir kez daha başarılı olmuş ve “dönüştürücü zafer” yüz yirmi bin emsalinin arasındaki yerini almıştı. Lüsifer bir bayram daha katmıştı “Ölüler Kitabı” envanterine… Bununla birlikte barbarlar medenileşmiş ve Romalı, Töton ayrımı kalkmıştı. Şimdilerde savaşçı Tötonlar, Roma ordusunda birer birer askere alınıyordu. Roma ordusunun, Britanya Lejyonun Tötonların Ang ve Sakson kabilelerinden müteşekkildi. Yani Highlanders, artık Anlo-Saksonlarla yüz yüzeydi ve onların “Aslan Yürekli Rişar’larının “vasalı” olarak yaşayacaklardı dağlarında İskoç Kralları ya da beklenen kurtarıcı Cesuryürek’in oğulları…
***
Şimdi günümüzden üç yüz yedi yıl evveline gidiyoruz…
Angels ya da Anglo-Sakson kavramını oluşturan Ang’ların “terre”si yani toprağı veya ülkesi anlamındaki England’ın veya Türkçe söylenişiyle İngiltere’nin Kralı olan “Uzunbacaklı” lakaplı Edward’ın tahtta olduğu yıldı 1280. Ta baştan beri saltanata kafa tutan “Cimri İskoçlar”a canı sıkılan Uzunbacaklı, nihayet harekete geçmişti. Uzunbacaklı, başlattığı askeri harekatla kısa sürede İskoçya’nın epey bir bölümünü işgal etti ve İskoç kralcıklarına önünde diz çöktürdü. Bu arada Kelt klanlarından birinin liderliğini yapan Wallace ailesinin ileri gelenlerini de öldürmüştü. Wallace Beyi’nin oğlu olan William, yurt dışında yaşayan amcasının yanındaydı ve orada yetişmişti. İngiltere Kralı’nın topraklarını işgal ettiğini, babası ve ağabeyini öldürdüğünü duyunca ülkesine döndü. Sahipsiz kalan klanının başına geçti. Amacı, mücadele değildi; çiftinde çubuğunda bir bey olarak bağlılarını bir arada tutmaktı. Lakin bunu başaramadı ve kaçınılmaz olarak belaya bulaştı. Uzunbacaklı’nın askerleriyle zoraki bir mücadeleye girişti. Sadık adamlarıyla sırt sırta verip çevredeki bazı İngiliz garnizonlarını dağıttı hatta bir kaleyi, kralın elinden aldı. Onun kahramanlıkları, İskoç halkına cesaret vermişti. Bu cesaretle ülkenin kuzeyi ayaklandı. Bu ayaklanmada, genel istek üzerine William Wallace, İskoç ordusunun başına geçerek yapılan Stirling Savaşı’nda İngilizleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Lakin savaşın büyüğü arkadaydı. Adı tarihe Falkirk Savaşı olarak geçen bu karşılaşmada ne yazık ki İskoç Soyluları, Wallace’ye ihanet ettiler ve bu ölüm kalım kavgasının kaybına sebep oldular. Artık lakabı Bravehard/Cesuryürek olan William tutsaktı. Londra’ya götürülen Cesur Yürek, orada yargılandı ve şehrin meydanında işkenceyle idam edildi.
Cesuryürek’in idamından iki yıl sonra Kral Uzunbacaklı Edward da öldü ancak onun, Cesuryürek’in ülkesindeki haksız işgali sürdü geldi; ta, zamanımıza kadar.
İskoç Mesihi’nin Ruhu
Vakt erişti! Nihayet “İllallah!” dedi İskoç klanları ve “zamanın Uzunbacaklı’sı ya da uzun ellisi” sayılan Kraliçe’den özgürlüklerini istedi. Eylül 2004’te yapılan referandumda kurtuluşa altı kaldı. Yüzde 55’e karşı 45’lik oy oranıyla nihai hedefe ramak kaldı. Majeste, olmaz iki vaat ve yalvar yakarla zor çevirdi adını cimriye çıkardığı Yüksekülke’nin kilt etek giyinen dağlılarını. Bu birinci raunddu; bunun, arkası kesilmeyecek ve kanaatimizce 2025 tarihine varmadan dünya haritasında yeni bir devlet daha doğacak: Keltland… Maalesef, müstakbel ülkenin adını “Keltland” şeklinde ve yarı İngilizce olarak yazdık zira zavallı Keltler, ana dillerini unutalı yüzyıllar oldu; onlar da diğer sömürgeler gibi İngilizce tekellüm ediyorlar.
Vakt erişti! İskoç Mesihi Brevaheard’ın önce ruhu geldi ve Buckingham Sarayı’nın kapısını tam kırk beş kere vurdu; bu neden önemli? “Haşa” deyip nahoş bir cümleyle gireyim konunun bu bölümüne: İnsanların kaderini Yaratan yazıyorsa, milletlerin kaderine M16’ın derin mahfellerinin soğukkanlı katipleri hakim. Ta bu kadar! Siz, Ortadoğu’da Amerika ya da diğerleri mi var sanıyorsunuz? Amerika bir illüzyon, Majeste’nin kendisi hedef olmaktan çıkarmak için dünyanın gözüne dayadığı bir sahte imaj… Washington’un bir nevi başbakanı olan Prezedentlerinin bağlı olduğu Kral ya da Kraliçe Londra’da oturuyor; tıpkı Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda, Güney Afrika ve diğer Commanwelt Ülkeleri gibi. Soğukkanlı bir sürüngen gibi derin dünya eliyle insanlığa yön veren Majeste, ortağı Siyonistlerle her zaman, sarı saman altında akmaya devam ediyor. Sözünü ettiğimiz bu yönetme, “adaletle” olsa bir şey diyeceğimiz yok lakin tam tersi; daha çok fitne, daha fazla fesat! Tüm plânlar bunun üstüne…
O hâlde, insanlığın derhal bu “kalp ve kötü kader yazıcıları”ndan kurtulması gerekiyor. Nasıl? Zor bir soru! Bunun gerçekleşmesinin tek yolu, canavarın elini kolunu budamak değil; beynini dağıtmak. İşte, İskoçya’ya yüzyıllar sonra dönen Cesuryürek’in ruhu bunu başaracak.
Hani derler ya… Hz. Süleyman, cinlere hükmeder ve onları, ağır işlerini yaptırmakta kullanırmış. Davutoğlu, son işini yaptırıyormuş “dumansız ateş ameleleri”ne. Bu yapılan onun, babasından vasiyet olarak devraldığı dinin en büyük eseri, Salamon Mabedi’ymiş. İnşaat kan ve ter içinde ilerliyormuş yıllardan beri. Cinler yorgun, cinler bıkkın… “Şu Süleyman’dan bir kurtulsak!” diyorlarmış. Lakin öyle korkuyorlarmış ki Cihangir Peygamber Kral’dan… Bırakın kurtulmayı, tuvalet yalanıyla “kaytaramıyorlarmış” bile. Gece gündüz demeden, harıl harıl ter döküyor ve ünlü mabedi inşa etmeye devam ediyorlarmış. Çoğu zaman Süleyman Aleyhisselam da inşaat sahasındaymış; kendisi için kurulmuş kameriyenin gölgesinde, asasına dayanmış, amelelerini izliyormuş. Cinler, üzerlerindeki gözlerin korkusuyla habire koşuşturuyorlarmış ter içinde…
Kıssa bu ya, aradan tam yüz yıl geçmiş; Süleyman, son ziyaretini uzattıkça uzatmış ve sabit bakışlarla cinlerin çalışmasını izlemiş. Ve bir an gelmiş; elindeki asa unufak olmuş ve Kral, olduğu yere yığılmış, kalmış. Cinler, bir süre daha çalışmaya devam etmişler. Bu arada korku dolu gözlerle “patron”un ayağa kalkacağı anı bekliyorlarmış. Lakin aradan epey bir zaman geçmesine rağmen Süleyman’dan ses seda yokmuş. Cinnilerden bir ifrit, korka korka kameriyeye yaklaşmış. O zaman anlamış Hazret’in öldüğünü. Bu değilmiş ifriti çırpındıran; meğerse Peygamber ruhunu teslim edeli onlarca sene olmamış mı?! Onu ayakta tutan şey ise elindeki asaymış. Ancak asaya giren bir kurtçuk, ağaç dalını yıllardan beri kemirmekteymiş. Sonunda içi boşalan asa, üzerindeki yükü taşıyamayacak hâle gelince paramparça olmuş. Buna bağlı olarak Süleyman Peygamber’in cesedi, ayakta duracak destekten yoksun kaldığı için yere yuvarlanmış. Bu arada, zavallı cinler de yıllarını, “Patron yaşıyor…” zannıyla korku içinde geçirmiş ve ölümüne çalışmaya devam etmişler.
Gelelim kıssadan hisseye: Yukarıdaki hikâyedeki peygamberle, fitnenin karanlık gücü Majeste ve avanesini benzetme densizliğinden Rahman’a sığınırım. Ancak Majeste’yi ayakta tutan asa da çürümüş durumda; “İskoç kurtçuğu” son ısırığı yapmaya hazırlanıyor… Son ısırık Keltlerin kurtuluşuna vesile olacak. Nemrut’u kulağına kaçan sinek nasıl yok ettiyse Majeste’yi de beynindeki “Cimri Kurtçuk” bitirecek hem de önümüzdeki on yılın içinde. O bunu çoktan hakketmişti. Kısmet bu yüzyılın ilk çeyreğineymiş. Hayırlısı!
Ee, Majeste Hazretleri, bu gidişin bir finali olacaktı elbette. Peygamberler diyarı Ortadoğu’yu ve dünyanın dört bir yanını, cadı kazanına döndürmenin bir sonu ve bedeli olacaktı mutlaka… Yoksa bu zulüm nereye kadar!? Zalimin eli “Gayretullah”a ha dokundu, ha dokunacak…
Hoşgeldin Cesuryürek’in Ruhu
Bitmedi… Cesuryürek’in ruhu sadece Majeste’nin ülkesine “kayış attırmakla” kalmayacak tabi… Zalimlikte Londra’yla yarışan diğer Tötonik üs olan Avrupa’nın da ipi koptu kopacak. Baksanıza Katalanlar, Basklar, Sicilyalılar, Normanyanlar, Bavyeralılar yeni devletlerinin plânlarını uygulamaya sokmak üzereler. Küçük kıtanın dört bir yanı kıpır kıpır kaynıyor. Kurtçuklar, asaları kemirme işlemini tamamladı, tamamlayacak gibi… Majestik derinlik ve derin Cebabireyi, Ortadoğu’nun üzerine yıkmaya çalıştıkları yapay 3. Dünya Savaşı da kurtaramayacak gibi duruyor. Yılanın deliğine elini bir kez atıp sokulan Osmanlı’nın torunları, ikinci kez sokulmamayı başarırsa insanlık mutlu sona ulaşacak. Bunu, geri dönen iki ruh başaracak: Braveheart’ın ve Abdulhamid’in ruhları…
Son söz olarak: “bizim köyün bilgeleri” demişler ki vakti zamanında; “İtme elin kapısın el ucuyla iterler kapını omuz gücüyle…” Harika bir söz değil mi? Ey Tötonik tiranlar, söz sizin için söylenmiş sanki… Siz, derin yapılarınızda Ortadoğu haritalarını “kırpıp kırpıp yıldız yaparken” kendi haritalarınız paramparça olacak, haberiniz yok. Olmasın da… Siz bilmezsiniz ancak biz biliriz Ebu Cehil diye bir benzerinizin kendi kazdığı kuyuya düştüğünü… Ölümde bir kör kuyuda yakalamıştı o karanlık eşdeşinizi; Bedir kuyusunda… Efendiler Efendisi, o kör kuyuya eğilip seslenmişti: “Şimdi anladınız mı gerçeği?” diye… Galiba has arkadaş Ömer merak etmiş olacak ki; “Seni duyarlar mı ya Resulallah?”şeklinde sormuştu. Aldığı cevap dehşet vericiydi: “Sizden daha acı şekilde…” Sağlıklarında duyamayacakları kadar…”
Galiba, “Kalbi mühürlenmiş” Cebabire, ne söylenirse söylensin; sağlıklarında duymuyorlar zira onları cehennem bekliyor. Allahualem!
Hocam Elinize Yüreğinize sağlık,,
Üçüncü okumamda anladım ve birleştirebildim,,
Şimdi Daha iyi anlamış oldum,
Hindistan-Mısır-İngiltere şeytan üçgenini..