Yecüc ve Mecüc hakkında malûmatınız vardır da Gog ve Mogog’u duydunuz mu bilmem; ancak Hunor ve Magor’u duyanınız eminim ki oldukça azdır. Kur’anî bir bilgi olan Yecüc ve Mecüc ikilisinin Batılıların inancında da aşağı yukarı benzerleri var ve onlardan birinin adı da “Gog ve Mogog” olarak dinî literatürde yer kaplıyor. Bunun gibi kadim inançlarda da kıyamet evvelinin “arzı çekirge sürüleri” misali kaplayacak iman, ruh ve et yiyici figürlerine rastlanıyor, Hunor ve Magor gibi bazen dev, bazen cüce olarak…
Konumuz ise Demir Kubbe, radar elektrokalkan ve f üzesavar dünyasında tarihten bir benzer olarak kıyamet setleri ve onunla aynı hikâye içinde yer alan cUceler ya da devler… inkârı mUmkün olmayan YecücMecUc realitesine bidayette İslam penceresinden bakmak gerektiği kanaatindeyim. Zira bizi ancak Kutsal Kitabımız bağlıyor. İslamî kaynaklar, YecücMecüc’ü kıyametin büyük alametlerinden sayıyor ve aynı düzlemde bir “şeften bahsediyor. Söz konusu “çekirge sürüsü”, kıyametin kopmasına yakın bir zamanda bulundukları/ hapsedildikleri şeddin arkasından çıkıp yeryüzüne dağılacak iki güruh ya da kavim olarak betimleniyor. Müslüman olmayan ya da “Vahdet Dini”ne inanmayan bu iki kavmin, Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’in soyundan olduğu belirtiliyor; yani Asyalı…
Burada duralım…
Bilindiği gibi Hazreti Nuh’un gemiye binen inançlı üç oğlundan birinin adı Yafes/ Yafet/Yasef olarak geçiyor. Diğerleri Sam ve Ham adlarını taşıyorlar. Dini literatür, ikinci dönem insanlık âleminin bu üç evlattan türediğini kaydediyor. Evlat Şam’dan Arap, İbrani ve Arami gibi Ortadoğu halkları doğuyor ve onlara günümüzde “Sami ırklar” deniliyor. Siyah derili olan Ham ise zencilerin babası sayılıyor ve onun evlatları Afrika’yı mekân tutmuş durumdalar. Son oğul Yafes’e gelince, o, eşini ve belki çocuklarını alıp İran üstünden Asya cihetine yol alıyor. Türklerin, “Olcayto Peygamber” dediği Yafes’ten, başta bizim atalarımız “kalkan yüzlüler” ve onların komşuları olan “çekik gözlü kavimler” dUnyaya geliyor ve bir de dinî kaynakların dediğine göre Yecüc ve Mecüc kavimleri…
Bu bilgiye göre Yafesoğulları, yani Türkler, Moğollar, Koreliler, Mançuryalılar ve de bu listeye son olarak katılan Japonlarla diğerleri dünya yüzeyinde yaşamaya devam ediyorlar. Peki, ya aynı babanın oğullarından Mecüc ve Yecüc? Onlar hâlihazırda yoklar. Bu noktada soru şu: Pekâlâ Yecüc ve Mecüc kavimleri şu an neredeler? Bidayette bu sorunun cevabının “Görünürde yoklar; zaten olmamaları gerekiyor. Çünkü önlerine çekilen bir duvarla ayrılarak insanlık ailesinden ayrı düştüler” şeklinde olması gerekiyor. Bu durumda bir başka soru öne geçiyor: Bugün yeryüzünde, hususiyetle Asya’da yaşayan milletleri, “atadaşlan” Yecüc ve Mecüc’ten ayıran set nerede?
Yukarıdaki sorunun/soruların cevap analizlerine geçmeden önce, Yecüc-Mecüc’ün kimliklerinin yakınına gidip biraz onlardan söz edelim. Bakalım kimmiş bu atadaşlar?
***
Yecüc-Mecüc nerede?
Kaynaklar, Asyalı bu iki kavmin oldukça zulümperest olduklarını haber veriyor bize. İnsanları öldürüyor, çevreye zarar veriyor ve tarım alanlarını talan ediyorlar. Bir bakıma, etraflarına “illallah!” dedirten birer savaş makinesi gibiler. Bu özellikleridir ki onları kıyamete kadar konuşulan iki “kayıp kavim” şekline sokuyor.
Kayıp YecücMecüc kavimlerinin, zamanında Asya ve Avrupa’nın hâkimi unvanını taşıyan ya da bu unvanı taşıyan hükümdarın çok yakınında bulunan birinin varlığından haberdarız. Hakkında “Peygamber miydi, yoksa evliyadan mıydı?” ikirciği yaşanan bu zatın ismi Zülkarneyn ki Kur’an’da adı geçen 28 mübarek şahsiyetten biri olarak biliniyor. Bilinen bir başka şey de Zülkarneyn isminin bu zatın adı olmadığı, ancak lakabı ya da unvanı olduğu. Adının “İskender” olduğu söylentisi yaygın.
“Zülkarneyn” sözcüğünün anlamının “iki boynuz sahibi” veya “çift boynuzlu adam” olduğu da bilinenler arasında yer alıyor. Buradan yola çıkarak kimi analizciler, bu lakabın söz konusu şahsa, başı üzerinde Viking kavmine mensup savaşçıların taktığı iki boynuzlu miğfer bulundurması sebebiyle yakıştırılmış olacağını söylüyorlar, İşi daha öte götürüp Zülkarneyn’in başında uzaylıların takabilecekleri varsayılan antenli bir başlık olabileceğini ortaya atanlar da bulunuyor. Bu hususa ileride temas edeceğiz…
Konuyla ilgili olarak Rehber Ansiklopedisi, “Asya’nın kuzeydoğusunda yaşayan Türklerin ricası üzerine Zülkarneyn, Yecüc ve Mecüc kavminin kötülüklerine mani olmak için büyük bir duvar yaptı” yazıyor. İşte bu makalenin peşine düştüğü “kıyamet seti” de bu duvar; ancak zaman içinde o kadar çok set, bent, sur ve duvar yapılmış ki neredeyse dünyanın dört bir yanı “kıyamet duvarları” ile örülü hâle gelmiş.
Aynı kaynak, Zülkarneyn’in yaptığı şeddin iki dağ arasında 6 kilometre kadar bir uzunluğa sahip, 25 metre genişliğinde ve 100 metre yüksekliğinde olduğunu haber veriyor. Yine aynı kaynak, duvarın yapımında taş ve demir kullanıldığının tahmin edildiğini yazıyor. Kutsal Kitabımız ise demir ve bakır metallerinin temel malzeme olarak kullanıldığını haber veriyor. Zülkarneyn Duvan’nın yapımındaki amaç, zalim Yecüc ve Mecüc kavmini tecrit etmek olarak belirtiliyor. Bu durumda tarihi şeddin bu amacı layıkıyla yerine getirdiğini söylemek mümkün. Şeddin inşasıyla birlikte “kötü kavmin”, surların arkasında kaybolup gittiği de malumat arasında. Hâlâ ortalıklarda görüldükleri yok.
“Bu durumda surun dış yüzünde kalanlar Türkler oldular ve zalim saldırılardan kıyamete kadar kurtuldular” iddiası, birinci iddia. İkinci iddia ise “Türkler şeddin dışında değil, arkasında hapsolan kavim/kavimlerdi, yani Yecüc ve Mecüc’ün kendisi” şeklinde. Onların tecavüzünden kurtulanlar da başta Çinliler olmak üzere Asyalı diğer kavimler.
Türk ve set, öyle ya da böyle konuyla ilgili söylentilerde ayrılmaz ikili gibi her daim yan yanalar. Tarihî serüvenleri içerisinde Türklerin Orta Asya maceralarında önlerini kesen bir set mevcut ki günümUzde de halen ayakta ve oldukça popüler. Şimdi meselenin somut yüzüne geçtik ve hepimizin bildiği, uzaydan bakınca görünen tek insan yapısı sayılan Çin Seddi’nden söz etmeye başladık. Büyük ihtimalle bölge, aynı bölge ve duvarlardan biri Çin Şeddi diye günümUzde de ayakta. Diğeri de ZUlkameyn Şeddi ki bu noktada efsanevi bir karakter arz ediyor. Yoksa ikisi aynı mı, ayrı yapılar mı? Evet, sözün burasına da bir virgül atıp konunun izini dini kaynaklardan sürmeye devam edelim…
***
Zülkarneyn Duvarı
Kıyamet ya da Zülkarneyn Seddi’nin yapılışına dair Kur’an, Surei Kehf te 95,96 ve 97. ayetlerde şöyle yazmakta: “Nihayet Zülkarneyn iki dağ arasına ulaştığı zaman, orada hiç söz anlamaz bir kavim buldu. Onlar tercüman aracılığıyla ‘Ey Zülkarneyn! Yecüc ve Mecüc burada fesat çıkarıyor. Sana masrafını versek, bizimle onlar arasına bir set yapsan da dışarı çıkmasalar’ dediler. Zülkarneyn dedi ki, ‘Rabbimin beni içinde bulundurduğu iktidar (güç ve servet), sizin vereceğinizden daha hayırlıdır. Haydi bedeniniz ve lazım olan aletlerle bana yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım. Bana demir parçaları getirin. Bu iki dağın arası demir kütleleriyle doldurulup dağlar birbirine eşit şekle geldiği vakit körükleyin’ dedi. Demir ateş gibi olunca, ‘Bana erimiş bakır getirin, üzerine dökeyim’ dedi. Artık onu (şeddi) ne aşabildiler, ne dedelebildiler…”
İşte, olayın Zülkarneyn’le ilgili Kur’anî hikâyesi bu kadar. Ancak Kutsal Kitap, Enbiya Suresi’nde bir işaret daha veriyor “kötü kavim”le ilgili olarak. Ayet 96’da, “Yecüc ve Mecüc, seddi yıkıp her yüksek tepeden (süratle) çıkar ve saldırır…” yazıyor.
Bir hadis kitabı olan Sahihi Müslim, konuyla ilgili olarak Efendimiz’in ashabına şöyle bildirdiğini yazmakta: “Yüce Allah, Yecüc ve Mecüc’ü gönderecek ve onlar, yüksek yerlerden akın edecekler. Onların öncüleri evvela Taberiye gölüne uğrayacak ve suyunu içecekler. Arkadan gelenler de oradan geçecek, ‘Bir zamanlar burada çok su varmış’ diyecekler. Nebiyullah isa ve beraberindekiler Tur dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki kuşatmanın şiddetinden bir öküz başı, bugünkü paranızla yüz dinardan daha fazla edecek. Bunun üzerine isa ve arkadaşları, onların belasından kurtulmak için Yüce Allah’a yalvaracaklar. Yüce Allah, onların duasını kabul edip Yecüc ve Mecüc kabilesinin enselerine ismi “Nugaf” olan küçük kurtçuklar musallat edecek.
Bir sabah, Yüce Allah’ın kudretiyle hepsi birden, tek bir nefes gibi bir anda helak olacaklar. Daha sonra isa ve arkadaşları Tur dağından inecekler. Yeryüzünde YecücMecüc’ün kokmuş leşlerinin olmadığı bir karış yer dahi bulamayacaklar. Bir kez daha Yüce Allah’a yalvaracaklar; bunun üzerine Allah, Horasan develerinin boyunları gibi kuşlar gönderecek. Onlar leşleri alıp Allah’ın dilediği yere atacaklar.
Peşi sıra Yüce Allah, gökyüzünden şiddetli bir yağmur indirecek; hiçbir ev ve çadır, yağmurun inmesine engel olamayacak. Yağan yağmur, yeryüzünün her tarafını tertemiz ve yemyeşil bir hale getirecek. Akabinde yeryüzüne ‘Meyvelerini bitir, önceki gibi feyz ve bereket ver!’ diye emrolunacak. İşte o günden sonra bir cemaat tek narla doyduğu gibi, yediği meyvenin kabuğuyla gölgelenebilecek. Otlağa gönderilen deve, sığır, koyun ve keçilerin sütleri son derece bereketli olacak. Öyle ki sağmal devenin sütü kalabalık bir toplumu, sığırınki bir kabileyi, koyunun sütü de yakın akrabadan bir cemaati doyurabilecek. Böylece zamanın insanları bolluk içinde huzurlu bir hayat geçirirken Yüce Allah hoş bir rüzgâr gönderecek. Bu serin rüzgâr onları koltuklarından tutacak ve bu şekilde her mümin ve Müslümanın ruhları alınacak, geride en şerli insanlar kalacaklar.
Bu şer topluluğu birbiriyle boğuşmaya başlayacak. Hatta eşekler gibi halkın huzurunda açıktan fuhuş yapacaklar, işte kıyamet, bu kötü insanlar üzerine kopacak…”
Yecüc-Mecüc’ün, Haber-i Peygamberîdeki hikâyesi bu şekilde özetleniyor. Durum bu! Yukarıda Çin Seddi’nden söz açmıştık ya, oradan devam edelim…
Bölge, Zülkarneyn hadisesindeki coğrafya ile benzer ve o arazide Türkler meskûn. Ortada bir de duvar çekili… Hal böyle olunca, vaktiyle birçok yorumcu, hatta tefsirci olayı karıştırmış, Türkleri YecücMecüc’le eşleştirmiş ve Çin Seddi’ni de “Zülkarneyn Duvarı” yapmış. Tabiî yanlış ve belki de yanlı bir varsayım… Zira Türkler, günümüzde ortadalar ve gerçeğe aykırı olarak, yani kıyameti beklemeden duvarın dışına çıkmış, tüm dünyaya yayılmış durumda oluyorlar. Oysa Kutsal Kitabımız, hakikati “(…) Artık onu (şeddi) ne aşabildi ve ne de delebildiler” diye yazıyor Kehf 97’de.
Evet, M.Ö. 500 ile 200 yılları arasında kuzeyden gelen Türk saldırılarına bir önlem olması için çekilmiş olan Çin Duvan’nın hikâyesi, Zülkarneyn Seddi’ni andırıyor gibi, lakin Çin Duvarı 6 kilometre değil, neredeyse on bin kilometre, genişliği 25 metre değil 5 metre, yüksekliği de 100 değil 810 metre aralığında. Yapımı ise birkaç gün sürmemiş ve değişik imparatorlar devrinde, 300 yıla yakın bir sürede tamamlanmış. Bu durumda hiç hak etmedikleri hâlde Türkleri YecücMecüc olmaya mahkûm eden “dindar yorumculara” katılmanın olanağı kalmıyor. Durum tamamen başka… O hâlde ne?
***
Atlantis ve Mu’dan sonra…
Konunun izini sürmeye devam edelim… Birkaç yıl önce vizyona giren “13. Savaşçı” filmini hatırlayacaksınız. Ünlü seyyah ibni Fadlan, Bağdat Halifesi’nin mektubunu Hazar Denizi’nin kuzeyindeki geniş steplerde devlet kurmuş olan Bulgar Türklerinin hakanına iletmekle görevliydi filmin senaryosu içerisinde. Ünlü seyyah, günler süren zorlu bir yolculuğun sonunda Bulgarya’ya vasıl oluyor, ancak orada hiç ummadığı bir sorunla karşılaşıyordu. Sorun, testere dişli ve uzun tırnaklı, insanla hayvan arası bir görünüşe sahip, insan eti yiyen bir kavimdi ve Uralların sakinlerine ölümcül saldırılarda bulunuyordu.
Film, elçi ve arkadaşlarının bu sıradışı mahlûkata karşı verdiği mücadeleyi başarılı bir görsel şölen hâlinde anlatmaktaydı. Bir Amerikan filmi olan 13. Savaşçı’daki söz konusu acayip varlıklarınsa YecücMecüc’ün Batılı kaynaklardaki muadili olan GogMogoglar oldukları anlaşılıyor. Anlaşılan bir başka husus da şu: Hollyvvood, Gog ve Mogoglara ilgi duyuyor, ancak onları Uralların ve benzeri dağların derin mağaralarında yaşayan garip yaratıklar olarak popülerleştiriyordu. Zira o vakitler Batı, medeniyetinin baş düşmanı olarak komünist Sovyetleri mimlemişti; bir bakıma Batı’ya göre “söz anlamayan ve de insan ve ekinin düşmanı”da onlardı, Asya ve Avrupa kıtalarının sınırını belirleyen ve Rusya topraklarında yükselen Ural Dağları, devasa bir set gibi iki ayrı medeniyeti ortadan ayırıyordu: Asya ve Avrupa’yı… Ya da komUnizm ve kapitalizmi Batılı anlayışa göre uygarlığı ve ilkelliği…
“Urallar ya da bir başka dağ silsilesi” deyince yazının burasında Agharta ve Şamballa’dan söz etmemek olmaz. Efsanelerde sözü edilen kadim zamanların iki karşıt medeniyeti olan Atlantis ve Mu, teknolojinin zirvesine ulaştıklarında hâkimiyet çekişmesine girmişlerdi. Zamanla çatışmaya dönüşen çekişme, nükleik bir finalle karşıt medeniyetleri yerle bir etti. iki medeniyetin uluları/ rahipleri, ulaştıkları bilgi kodlarını alıp yeraltına çekilerek teknolojik adalarıyla birlikte uygar halklarını da yok oluşa terk ettiler. Hint Okyanusu’nda yer alan devasa bir adanın halkı olan Mu’nun ileri gelenleri Hindistan’a, Atlantik Okyanusu’ndaki Atlantis ada kıtasının rahipleri de Atlas Dağları’nın bulunduğu Kuzey Afrika’da karaya ayak bastılar.
AtlantisMu Kıyameti’nin izini süren Batılı yazarlar, Atlantislilerin Mısır’da “Firavun Uygarlığı”™ başlattıklarını ve ulaştıkları bilgi birikiminin tekno seviyesiyle ehramları/ piramitleri inşa ettiklerini tahmin ediyorlar. Bunun gibi, Hindistan’a çıkan Mu bilgelerinin de İndüs vadisinde zirve yapmış olan “Harappa Medeniyeti”ni inşa ettiklerini söylüyorlar.
Mu felaketini yaşayan bilgelerin her ne kadar Hint kıtasında ileri bilgilerini pratize ederek yeni bir uygarlık alanı oluşturmuş olsalar da “efsanevî” korkularından kurtulamadıkları anlaşılıyor. Bu çekincenin eseri olarak Asya’daki sıra dağların altına inşa ettikleri bir “paralel ülke”de yaşamlarını sürdürdükleri tahmin ediliyor. Himalayalardan Tanrı Dağları’na kadar uzayan bu yeraltı uygarlığının ismi Agharta…
Underground Agharta Devleti’nin efsanevî tünellerinin Asya ile sınırlı kalmadığı, mesela ülkemizde Nevşehir’e kadar ulaştığı, hatta bu galerilerin Amerika’ya ve Brezilya taraflarına uzandığı da dillendirilen iddialar arasında, iddiacılar, bu yeraltı devletinin çıkış kapısının Tibet’te olduğunu ileri sürüyorlar. Yeraltı, yani Agharta nüfusuna kayıtlı “siyah takım elbiseli adamlar”ın Tibet kapısından giriş-çıkış yaptıkları ve dünyadaki gelişmelere müdahil oldukları da söz konusu ki yeraltı uygarlığını işleyen kaynaklarda da bu ifade ediliyor. Bu kaynaklar, Tibet Dağları’nda dolaştığı dedikodusu yapılan koca ayaklı kar adamı Yeti’yi de Agharta ile ilgilendirmeyi ihmal etmiyorlar.
Bu hususta sözü edilen bir başka gizem de Himalaya vadilerinde yaşadığı söylenen bir küçük klan ve bu garip insancıkların DNA’ları üzerinde yapılan laboratuvar çalışmalarında laborantları şaşkına çeviren kromozom farklılığının genelden farklı bir insan tipine işaret ediyor olması… Konu henüz aydınlanmış değil.
***
Tarihî iyi-kötü savaşı
Şamballa’ya gelince… Bu hususta iki farklı görüş var: Birincisi, Şamballa yeraltı uygarlığının Agharta karşıtlarınca oluşturulmuş olacağı şeklinde. Buna göre Şamballa’nın, Muluların Agharta’sındaki gibi bir karşı kampı Atlantisciler tarafından inşa edilmiş olmalı. Bu durumda Şamballa’nın giriş kapısının da Mısır’da, piramitlerin eteklerinde ya da Sfenks’in bir yerinde gizlenmişliği akla geliyor.
Bir başka görüşe göre Şamballa, Tibet lisanında Agharta’nın diğer adı olarak dillendiriliyor. Ancak hâkim görüş, iki yeraltı uygarlığının varlığı şeklinde karşımıza çıkıyor. Bunlardan Agharta “iyileri” temsil ederken, Şamballa ise “kötülük” üzerine yoğunlaşmış karanlık bir güç olarak tasvir ediliyor.
Konu ilginç olunca es geçilmiyor; bu itibarla bizim yazarlar da ilgilenmişler Agharta ve Şamballa’yla. Hatta hatırlarsanız, 2007’de Ergenekon’un sırları ortaya döküldüğü zaman, şimdi ismini hatırlayamadığım galiba sanıklardan biri, organizasyonu Agharta ile ilişkilendirmişti.
AgartaŞamballa konusuna ilgi duyan bizimkiler mevzuyu işlerlerken, inancımızın kıyamet alametlerinden olan “Dabbetül Arz”a işaret ediyorlar. Fakirin görüşü ise AghartaŞamballa ikilisinin Zülkarneyn’i çağrıştırıyor olması üzerinde şekilleniyor. Şöyle ki… Zülkarneyn önce güneşin doğduğu, sonra battığı yere seyahat ediyor. Akabinde bir derin vadide iki kavimle, yani YecücMecüc/GogMogog ikilisiyle karşılaşıyor. Mu ve Atlantis efsanelerinde de güneşin doğduğu Doğu Okyanusu’nda Mu, battığı Batı Okyanusu’nda da Atlantis oturuyor. Derken karşımıza iki organizasyon çıkıyor: Agharta ve Şamballa.
Hikâye, bu iki kavmin yeraltına çekildiği şeklinde sürüyor. Fakir soruyor: Sakın bu iki kavim, yani Agharta ve Şamballa yeraltına hapsedilmiş olmasın? Hapsedildikleri yeraltı hapishanesinin kapısına da eritilmiş demir ve bakır dökülerek çıkış mühürlenmiş olmasın? Bir nevi kıyamet şeddinin arkasında tecrit edilmiş olan Aghartalı ve Şamballalı YecücMecüc kavimleri, o günden beri yeraltını köstebek gibi oyarak bir çıkış mı arıyor yoksa? Eğer öyleyse bu arayışları “Big Kranch”a, yani kıyamete kadar sürecek. Zira islamî kaynaklar kıyametin arefesinde çıkışa ulaşacak yeraltı ya da set arkası halkının dağlardan tıpkı bir sel misali akacağını haber veriyorlar.
YecücMecüc Çinliler mi? Hitler kimlerle temasa geçti?
Peki, bu dağlar Himalayaların Tibet bölgesi mi? Yani iki milyara yaklaşan nüfusuyla Çinlilerin yaşadığı coğrafyaya mı işaret ediyor? Peki, birçok insanın zannettiği gibi Çinliler biraz da nüfusunun çokluğu sebebiyle kıyametin dağlardan sel gibi akışan YecücMecücleri sayılabilirler mi? Hayır, çünkü onlar da tıpkı Türkler gibi Zülkarneyn Seddi’nin bu tarafında, demir duvarın arkasındalar. Yani hapis hayatı yaşamıyorlar. Her ne kadar zalim Maoculuğun “illallah!” dedirten sıkıyönetimi altında yaşıyor olsalar da, bununla birlikte son zamanlardaki açılımlarını da göz ardı etmemek gerek diye düşünüyoruz.
Ancak bu arada “Yoksa ‘tepelerden bu sel gibi iniş’, çekik gözlü açılımla birlikte tüm dünyayı kasıp kavurmakta olan ekonomik istila, yani Çin malları ablukası mı?” sorusu da aklımıza geliyor. Lakin dünyanın diğer milletleri bu ekonomik istilaya karşı henüz bir Zülkarneyn çıkarmış değiller. Daha doğrusu, bu durumda bir Zülkarneyn gerekmiyor da denilebilir.
Çin, Tibet ve Himalaya deyince, sözün burasında aklımıza bir başka soru daha takılıyor: Ezoterik inançları olduğu malum olan Cermen Delisi Adolf Hitler’in bilinen bir yanı da Tibetli rahiplerle “iş tuttuğu”. Peki, Deli Adolf’un tuttuğu iş neydi? Yoksa giderayak Himalayalar’daki kıyamet şeddini eritmenin bir yolunu mu arıyordu? Bu hususta hangi seviyeye kadar ulaştı?
Konu buraya gelmişken, Thule Tarikatı’ndan ve Hitlet ile bu tarikat arasındaki ilişkiden söz etmeden geçmek olmaz. “Hitlerin Psikopatolojisi” adlı kitap, Führer’in, tanrının kendisini dünyayı pislik ve kokuşmuşluktan temizlemesi için gönderdiğine inandığından bahseder. Kitabın yazarına göre Hitler, kendisini isa ile özdeşleştirmektedir.
işin asıl ilginç olan yanıysa Adolf’un, Hıristiyanlığı kabullenmemesine karşın, Hazreti isa’dan saygıyla bahsetmesidir. Yine Hazreti Muhammed ve Hazreti Ömer’den de bUyük bir hayranlıkla söz ettiği malûmat arasındadır. Hitler’in islam ve Doğu kültüründen etkilendiği de bilinenler arasında yer almaktadır. Bu gerçeklikle onun hoşlanmadığı şeyin, Hazreti isa’nın tebliğ ettiği gerçek dinden ziyade, tahrifata uğramış olan Hıristiyanlık olduğu sonucu çıkarılabilir. Yani Hitler, Hıristiyanlığın bozulduğunu biliyordu. Bu kokuşmuşluğun, toplum yapısı oluşturmadaki tehlikesinin de farkındaydı. Dolayısıyla bu çıkmazdan sıyrılmak arzusuyla tek kurtuluş yolu olarak Alman ırkının Hıristiyanlık öncesindeki Pagan kültürüne dönmesini görüyordu. Her ne kadar Pagan eğilimlerden kitaplarında açıkça bahsetmese de Nazi Partisi’nin düzenlediği törenlerde bu yaklaşım bariz bir şekilde görülüyordu.
Führer, kitaplarında Ari/Aryan ırktan bahsetmesine rağmen Pagan kültürünün tanrı inanışına değinmemişti. Hatta “Kavgam” adlı kitabında, bir grup insanın yaptığı hataların kiliseye ve dine affedilemeyeceğini, bu hataların dinin yanlış olmasından değil, insanların kötü davranışlarından kaynaklandığını belirtmişti. Hitler, iktidar için gizemli tarikatlarla işbirliği yapmıştı ki bu pek çok liderin mubah saydığı bir durumdu. Ancak Führer, işbirliği içinde olduğu öğretilerin birçoğuna yürekten inanıyordu.
Hitler, Alman ırkının kurtulması için kendi kafasınca çeşitli formüller üretiyordu. Bu formülleri uygulayabilmek için iktidara ihtiyacı vardı, işte ihtiyaç içindeki o Hitler ile tarikatların yolu Alman milliyetçiliğinde kesişiyordu. Bu tarikatlardan Thule, FUhrer’e gereken desteği vermişti. Yapılan işbirliğinin sonucunda Adolf, doğal olarak tarikatın bazı adamlarını önemli mevkilere getirmekte bir beis görmemişti. Savaş sırasında yaşanan çelişkilerse Hitler ile Thule Tarikatı’nın çatışan isteklerinden kaynaklanıyordu.
***
Thule nedir ve Kaç Zülkarneyn vardır?
Thule, izlanda’ya ait bir söylencenin adıdır. Bu söylencede Atlantis’e benzer kayıp bir ülke anlatılmaktadır. Söylencedeki batık kıtanın adı da Thule’dir. Günümüzde ise Thule, Grönland’ın batısında, bir Amerikan hava şirketinin bulunduğu kenttir. Bizim söz konusu edeceğimiz Thule ise bir ezoterik/mistik öğreti ve örgüttür.
Aslında “thule” sözcüğü, sadece kendisinden ibaret değil, bir tamlamadır. Literatürdeki asıl sözcük, “Thule Kornen”dir. Kornen, hem “yarımada”, hem de “boynuz” anlamındadır. Buradan çıkan sonuca göre “Thule Kornen”, “Thule Yarımadası” anlamına gelmektedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz Thule kentinin gerçek adı Thule öaanaak’tır. Her iki isim de ekleriyle beraber okunduğunda ortaya çıkan “Zülkarneyn” ismiyle yakın ses benzerliği içine girer ve bu açıkça görülmektedir. Thule “zül”ün, qaanak da “karneyn”in karşılığıdır. Böylece Thule Qaanak’ın “Zülkarneyn” olduğunu iddia etmek, yabana atılacak gibi değildir. Kur’an’da da adı geçen Zülkarneyn ise “çift boynuzlu”, bir başka deyişle “çift zamanlı” anlamındadır.
Bir başka ilginçlik, Thule Örgütü’nün sembolünün çift boynuzlu Viking miğferi olmasıdır. Efsanevî kökleri kayıp kıta Mu’ya dayanan bu öğretinin temel konusu, insan psikolojisinin derinlikleri ve zamandır, işte o çift boynuzlu miğfer Zülkarneyn’i, yani çift zamanlılığı temsil etmektedir, iddiaya göre Zülkarneyn ise bu çift boynuz temeline dayanan bir zaman gezmeni olup “bir tane değildir”.
işin ilginç yanı, bu tür zaman gezmenliğinde yaş farkı olmamakta ve gezmen, bir zamandan başka bir zamana aynı yaşıyla sıçrayabilmektedir. Thule Örgütü ise şunu amaçlar: Zamanda gidip gelen üstün yaratıklarla ilişkiye geçmek ve üstün bir Ari ırk oluşturmak. Yani Thule, saf bir Cermen ırkı vücuda getirmek ve bu ırkın temel olduğu PanCermenik bir Alman İmparatorluğu’nu kurarak bu imparatorluğu dünyalı Ari ırkın oluşturulmasında kullanmak istemektedir. Böylece Hıristiyanlık öncesi antik Alman kültürünü yeniden uyandıracak, dünyanın yazgısını değiştirecek, kadim Mu Uygarlığı’na tekrar ulaşacaktır.
Gizemli bir örgüt ve öğreti olan Thule’nin felsefesi de şöyledir: Thule’nin tüm sırları eski ve kayıp bir uygarlığa dayanıyordu. Buna göre insanoğlu ile dünya dışı zekâlar, özellikle Marslılar arasında bazı ilişkiler vardı ve bunlar sırdı, ilişki kurmanın sırlarına erenler büyük bir güce sahip oluyorlardı, işte bu güç kullanılarak Almanya dünyaya egemen kılınabilirdi. Buradaki ana fikir, aynı zamanda Nazizmin de temelini oluşturuyordu.
Gizlici bir öğreti ve grup olarak Thule’nin dayandığı kökler de ilgi çekmektedir. Bu kökler, kabaca Tapınakçılar ve Masonlardı. Biraz daha ayrıntılı verilecek olursa, bu kökler “Teosofi Derneği, Viril, Armanenschafft, Ordotempli Orientis, Ordonovi Templi ve Germenorden” adlı teşkilatlara uzanıyordu. Bu teşkilatlar, aynı zamanda Nazi Partisi’nin kuruluşunda görev almışlardı.
Yukarıdaki sıralamada adı geçen öğreti ve örgütlerin yeterince heterojen bir kök ve geçmişe sahip olmadıkları görülür. Üyelerin çoğunluğunun Hıristiyan görünmelerine karşın Thule için bu bile gerekli ve yeter bir şart değildi. Açıkçası Thule’nin üyelerini ve öğreti olarak içeriğini netleştirmek oldukça zordur. Bu içerik içinde Pagan, Cermen, Gnostik, KabalacıSiyonistMason, Ari ve bolca Katolik unsur vardı. Yani Thule’nin oluşumu tek tip ve homojen değildi. Bir kök Tötonlara giderken, öbürü Cermenlere, bir başkası Mu’ya, bir başkası Hint ve Tibet Aryenlerine, bir başkası Tapınakçılara, bir başkası ise doğrudan Masonlara gidiyordu. Saydığımız ve saymadığımız birçok öğe ve etken, kolayca Thule’de bir araya gelebilmişti. Çünkü bunların arasında ortak ve temel bir konu vardı: “Zaman gezmenliği”.
Kök ve kuruluş aşaması olarak Thule’yi net bir biçimde kavramak için Germenorden örgütüne bakmak gerekir. Onu tanımak, Thule’yi ve Nazileri tanımak için önemli bir ipucu olabilir.
***
GogMogog
Kutsal Kitabımızda, Kehf Suresi’nde sözü edilen YecücMecüc’un Musevi ve İsevi kaynaklarında Gog ve Mogog olarak geçtiğine işaret etmiştik. Biraz açalım…
Musevilerin kutsal kitabının Tekvin bölümünde Mogog, ulusuna adını veren bir kral olarak belirtiliyor. Hazreti Nuh’un oğlu Yafes’in Gömer, Maday, Javan, Tubal, Meseç ve Tiras adlı çocuklarından ikinci sırada yer alan Magog, literatürdeki Mogog’a denk düşüyor. Gog ise prens unvanlı bir Nuh torunu olarak belirtilmiş. Bir kısım Yahudi kaynakları ise Gog’un bir grup soylu ve haham tarafından Mogog milletine kral olarak seçildiğini yazıyor. Gog ve Mogog adları, sadece Hezkiel kitabında birlikte anılıyor. Mogog kavmini “yetenekli savaşçılar” olarak tarif etmiş olan Tevrat, bu halkın israil’e uzak yerlerde yaşadığını söylerken Avrupa ve Asya’nın kuzey bölgelerini işaret ediyor ve bin yıllık bir süre tanıyor ve ardından da “Bin yıl tamamlanınca şeytan, atıldığı zindandan çıkacak” haberini veriyor. Bunun peşi sıra Şeytan’ın, yeryüzünün dört bucağındaki ulusları saptırmak ve savaşmak üzere bir araya toplayacağını söylüyor.
Bu söylemden Gog ve Mogog’un çeşitli uluslardan müteşekkil bir “sapkınlar ordusu” olacağı anlaşılıyor. Şeytan’ın komuta ettiği sapkın Gog ve Mogog güçlerinin “Kutsalların Ordugâhf’nı ve “Sevilen Kent”i kuşatacağı da verilen malûmat arasında. Ancak akabinde gökten yağan ateşin onları yakıp yok edeceği notu düşülüyor. Musevi dindarları, burada sözü edilen “Sevilen Kenf’in “Kudüs” olduğu konusunda ittifak ediyorlar.
Kitabı Mukaddes’e göre, ikinci bin yıllık süre dolduktan sonra gerçekleşecek olan “Kudüs” saldırısını yapacak olan ordu, Mogoglu Komutan Gog’un orduları olacak. O dönemde ayrı ayrı milletlerin olmayacağına işaret eden Kitabı Mukaddes, söz konusu ordunun “tanrıya karşı olanlardan müteşekkil”, yani bir nevi “Deccal Gücü” olacağına işaret ediyor. Evet, GogMogog örneğinde geçmişle gelecek karışmış durumda, hatta daha çok da geleceğe dair haberler barındırıyor. Ayrıca belirgin bir setten de söz edilmiyor.
***
Kalgançı inancı
Geçelim Kalgançı inancına. Nedir Kalgançı? Orta Asya Türk halkının kozmolojisinde kıyamet, “Kalgançı Çağ” olarak isimlendiriliyor. Şamanist literatürde “kalganan” terimi, “sıçrayıp ayağa kalkan” anlamına geliyor, yani “kıyam eden”. Orta Asya inancındaki Kalgançı Çağ, semavî dinlerdeki kıyamete benziyor, lakin bir farkla.
Bir nevi düalist bir iman olan Asya inancında, zamanın sonunda iyiliği temsil eden Bay Ülgen ile kötülüğün efendileri olan “Erlik ve Albız” arasında geçecek son savaşta herkes ve her şey ölecek. Hayatta kalacak olan Ülgen, tüm canlıların öldüğünü görünce “Kalkın ey ölüler!” diye bağıracak ve bu çağrı üzerine ölüler dirilerek, tekrar ayağa kalkacaklar. Bunun üzerine de “Kalgançı Çağ” başlamış olacak. Kötü ruhlar Albız ve Erlik Han’ın dünyaya yaklaşmalarıyla birlikte, değişik lehçelerde Kirti (Gerçek), Kün (Gün) ve Uluğ (Büyük) olarak da adlandırılmakta olan “Sağış Günü”, yani hesap günü kozmik takvimdeki sırasını alacak.
Orta Asya Kalgançı inancında da Zülkameyn ve YecücMecüc’ü hatırlatan figürler mevcut. Ancak bu inançta da bir setten söz edilmiyor.
***
Hunor ve Magor
Kıyamet ikilileri arasında bir de “Hunor ve Magor” var. Bu sözcüklerdeki “or” sesleri düşünce, geride “Hun ve Mog” kalıyor. “Hun”u hepimiz biliyoruz. M.Ö. 200 yılının başında Kağan Teoman ve Oğlu Mete tarafından kurulmuş Öntürkler İmparatorluğu… Tarihler Mete’nin ölümünden sonra çöküş dönemine giren Hun Büyük Devleti’nin birkaç yüz yıl sonra parçalanarak ortadan kalktığını yazıyor. Parçalardan biri olan Batı Hunlarının, hakanları Atilla ile Avrupa’ya aktığını ve Orta Avrupa’da Avrupa Hun Devleti’ni şekillendirdiklerini görüyoruz. Avrupa Hun Büyük Devleti halkının zamanla Hıristiyanlaşarak, Asyalı benliklerini kaybettiği de tarihî gerçeklikler şeklinde karşımıza çıkıyor.
Günümüzdeki Macaristan ulusu, Atilla’nın torunları olarak kendi bayrakları altında yaşamayı sürdürüyor. Her ne kadar biz onları “Macarlar” diye isimlendiriyorsak da asıl isimleri başka, “Hungary ve Magyar”… Her iki adlandırma da bizi, bölümün başındaki isimlere götürüyor, yani Hunor ve Magor’a.
Ural-Altay ve Macar mitolojilerinde iki kardeş olarak geçen Hunor ve Magor, Atilla milletinin atası olarak kabul ediliyor. “Hunor” ulusun Hun damarını, “Magor” ise Macar kolunu temsil ediyor. Bununla birlikte bu iki kardeşin daha eskilere, İskitlere, yani Saka Türklerine kadar götürüldüğü görülüyor. Moğol halkının adının da Mogor/Mağor’dan türediğini söyleyen tarihçilerin olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte Gog ve Mogog ikilisindeki ikinci ismin Magor’la olan benzerliğinin de dikkate değer olduğu kanaatindeyiz.
Bir kutlu geyiğin peşi sıra at koşturan Hunor ve Magor kardeşlerin tabiî halklarıyla birlikte denizi geçerek Avrupa kıtası topraklarına ulaştığını anlatan Macar efsanesinden haberdar olmayan Batı Romalılar dehşet içinde kalmışlardı. Henüz Hindistan’dan göçerek Avrupa’ya gelmiş olan Toton Barbarlarından Germenler ise, gezginci ozanları tarafından o yıllarda oluşturulan “Libenungen Destanfnda kuzeyden inen “Tanrının Kırbacı ve askerlerini” insanüstü varlıklar olarak betimlemişlerdi. O yıllarda Hıristiyanlığa yeni yeni ısınmaya başlayan Avrupa halkı için Hunlar birer “Şeytan Türk’tü ve onların Hunor ve Magor’u da kendi mukaddes kitaplarında sözü edilen Gog ve Mogoglardan başkası değildi.
Gog ve Mogog’un durdurulması için yapılacak tek şey “set çekmek”ti ve Avrupa kralları ile derebeyleri, şehirlerinin etrafına muhkem sur duvarları örerek kendilerini muhafazaya aldılar. Bu örnekte YecücMecüc benzerleriyle birlikte bir seri şeddin olduğunu da görüyoruz, ancak ortada Zülkameyn yok.
***
Modern duvarlar
Bir de modern duvarlar var. Bunlardan birincisi “Demir Perde”… Yaşı otuzun üzerinde olanlar hatırlamakta zorluk çekmeyeceklerdir. 20. yüzyılın son on yılına girilirken insanlar bir şeddi daha yıktı. Yıkılan settin yeri Almanya, mevkii Berlin kentinin tam ortasıydı. Yukarıda sözünü ettiğimiz komünizmkapitalizm arasındaki bu setse “Demir Perde” olarak biliniyor ve Alman başkentini ortasından ikiye ayırıyordu. Demir Perde’nin iki yanındaki sistemler, yıllarca birbirlerine GogMogog sıkıntısı çektirdi. Neyse ki 20. yüzyılın bitimine on kala yer ile yeksan oldu gitti. Böylece insanlık, onun da “sahte set” olduğunu anlamış oldu.
Modern duvarların sonuncusu halen inşa hâlinde. Henüz adı konulmamış ama ona pekâlâ “Kudüs Şeddi” diyebiliriz. Yahudi Siyonistler tarafından inşa edilmekte olan set, israil ile Batı Şeria arasına çekiliyor. Temeli 4 metre toprağa gömülü olan bu set, 8 metre yükseklik ve yaklaşık 300 kilometre uzunluğa sahip olacak şekilde planlanmış durumda. Amacı, Filistinlileri daracık bir alana hapsetmek ve Müslümanlarla Mescidi Aksa’nın ilişkisini tamamen koparmak ki bunu başardığını söylemek de mümkün. Filistin ya da Kudüs Seddi’nde YecücMecüc rolünü karıştırmış durumda olan henüz bir “Kahraman İskenderi Zülkarneyn”yok.
Modern setlerin esası, tüm dünya yüzeyine kurulmuş siyasal birlikler ve teknolojik harikalar olarak bu makalenin kaydına giriyor. Evet, devletleri birbirinden ayıran coğrafi sınırlar da haddizatında birer set durumunda. Bir tarafı öte taraftan ayıran bu sınırlar, günümüzde tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar sıkı durumda. Geçirgenliğini önlemek için her türlU önlemler alınmış durumda: Tel örgüler, duvarlar, mayınlı sınır boyu tarlaları, karakollar, kalekollar, mobil devriyeler…
Bu sınırları gUmrük kapıları dışında herhangi bir yerden geçmek mümkün değil, Kapılardan geçmek de ancak pasaportlarla ve temiz sabıkayla imkân dâhilinde. MeksikaABD ve GazzeMısır sınırlarında olduğu gibi zaman zaman kaçak tUneller kazılıyor, lakin onların da ömrü uzun olmuyor.
Sınırların dışında, devletler havadan gelebilecek geçişleri önlemek için de teknolojik setlerden yararlanıyor. Bunlar radarlar, demir kubbeler, dijital kalkanlar, f üzesavarlar, heron ve benzeri sistemler olarak karşımıza çıkıyor. Devletler arasındaki bu türden devlet setlerinin dünyasında herkes YecücMecüc ve aynı zamanda Zülkarneyn rolünü biçiyor kendisine. Tabiî ki gerçeğiyle ilişkileri yok, o başka bir şey…
***
Sonuç
Kendi medeniyetlerinin kıyametini durdurmak, mümkün olmazsa geciktirmek için set çekme işini ilk akıl eden Çinliler oldu. M.Ö. 5. yüzyıla gelirken Çin, kadim uygarlığını kurmuş, oldukça büyük bir imparatorluktu. Lakin bir sorun vardı: Kuzeyli Barbarlar… Sibirya taygalarından çıkan akıncılar, onlar için YecücMecüc oldular. Sonuç: Kuzey YecücMecüderi duvarı aşıp başkent Hanbalık’a girmeyi başardılar.
Kuzeyli Yecüc Mecüclere karşı set çeken bir başka halk da Sogdlar, yani İranilerdi.
Kafkasya’yı boydan boya geçen “Demir Benf’i inşa ettiler. Fakat ne Saka Türklerinin efsanevî lideri ve “Acun Kağanı” lakaplı Alp Er Tonga’yı engellediler, ne iranlı Komutan Zaloğlu Rüstem’in tepelenmesini. Tonga, iran’ı kuzeyden güneye geçerek Ortadoğu’yu fethetti ve Sina’yı geçen ilk komutan olarak Mısır’a kadar yol aldı.
islamiyet’in dinamiğiyle dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olan ve bu gaye uğrunda verdikleri zorlu savaşlarla yorgun düşen Araplar da “kuzey seli”ne karşı bent çekme gerekliliğinin dışında kalamadılar. Yecüc ve Mecüc halklarına karşı ilan edilmiş kıyamet gününün önlemi olsun diye ellerini Horasan harcı ve yağlı çamura bulaştırdılar. Memluk ustalara, daha önce Persler ve Makedonyalı Aleksander’in ardılları olan hanedanlıklar tarafından kurulmuş tahkimat sistemini yeni baştan restore ettirdiler. Bu setler zincirinin kendilerine sağlayacağı ebedî emniyetin düşünü kurdular, fakat başarılı olamadılar. “Kuzeyli akıncılar” birkaç kez daha İran üstünden Ortadoğu’ya inmeyi başardı, hatta Mağrib’e kadar akıp gittiler.
Coğrafyayı doğubatı istikametinde kesen ve ulusları kuzeygüney dilimlerine ayıran kıyamet duvarları hususunda güneylilere göre, duvarların ötesinde yenmenin zafer getirmeyeceği “barbarlar” yaşamaktaydı. Bir bakıma kıyamet setlerinin arkası “Karanlıklar Ülkesi” idi ve orası, aylar boyunca geceyi yaşamaya mahkûmdu. Üstelik yılın çoğunda karlar altında gömülüydü tıpkı bir mezarlık gibi. Bu itibarla oralar, ele geçirilmesi hiçbir yarar sağlamayacak topraklardı.
Arada Karanlıklar Diyarı’na açılan bozkırlar uzanıyordu ki bu bozkırların da ötelerindeki karanlık diyarlardan bir farkı yoktu. Gerek karanlık bölgede, gerek bozkır ülkelerinde yaşayan kuzeyli halkların tamamı Güney medeniyetinden bîhaber ilkellerdi. Bu durumda onlarla sıkı fıkı olmanın bir anlamı yoktu. Hatta onlarla savaşmak da anlamsızdı.
Ayrıca kıyamet duvarları ardındaki Karanlıklar Ülkesi’nde yaşayan “insan postuna bürünmüş şeytanları yenmek asla zafer getirmezdi. Bu bakımdan onlara saldırmak yerine savunmada kalınmalıydı. Savunmanın en muhkem aracı da sınır boylarına çekilen setlerdi: Kıyamet setleri…
Çinliler, Persler, Partlar ve Romalılar böyle düşünüyorlardı ve bu sebeple hep duvar yapımıyla uğraştılar. Durum, Araplar açısından da pek farklı sayılmazdı. Bunun nedeni, Müslümanlığı yayma çabalarından vazgeçilmesi de değildi. Zaten inanç, öylesi bir tutumu yasaklıyordu. Buna karşılık, söz konusu inancı yayma işi elçilere, tebliğci misyonerlere ve tacirlere bırakılmıştı, ilk dönemde olduğu gibi askerlere değil. Bu sebeple kuzeyli Türk ve soydaşları ile Arap devletleri arasındaki set geçirgendi. Setten kuzeye tüccar, elçi ve misyonerler, kuzeyden güneye köleler/memluklar ve paralı asker namzetleri akıyordu.
Duvar, sadece siviller için geçirgendi ve böyle olması isteniyordu. Doğruyu yazmak gerekirse, doğudan batıya uzanan duvarların çekilmesinin her devirdeki amacı, sadece kuzeyden gelecek talana şiddeti durdurmaktı.
Denildiği gibi tarih boyunca “orta kuşak medeniyetleri”, kuzeyli bozkır göçerlerinin istilasından korunmak için Çin Seddi’nden Atlantik duvarına kadar pek çok sur inşa etmişlerdi. Bu surlar, Çin ve İran için “Kuzey Şeytanları”nı, Roma ve Bizans için “Hunor ve Magor”u ya da onların eşdeşi Gog ve Mogog”u, Araplar içinse “Yecüc-Mecüc”ü durdurma araçlarıydı. İlan edilmiş lakin zamanı belli olmayan Kıyamet gününe kadar bu duvarlar ya da belli aralıkta dizilmiş olan kale ve hisarlar, “Güneyli zengin medeniyetleri” koruyacaklardı; işlevleri buydu.
Fransız Tarihçi Jean Paul Rouks, “Türklerin Tarihi” adlı kitabında “insanoğlu istilalardan korunmak için Çin Seddi’nden Atlantik duvarına kadar pek çok sur inşa etmişti. Fakat bu çabaların tamamı neredeyse boşuna oldu” diyerek duvar gerçeğinin hüsranına parmak basmaktadır. Tarihin değişik zamanlarında yaşanan hezimet ve hüsranlara rağmen değişik medeniyetler, yeni yeni setler inşa etmeye devam ettiler, hatta etmeye de devam ediyorlar.
Son söz olarak şunu belirtelim: “Kuzey ilkelliği” ile “Güney zenginliği” arasına çekilen tüm set, duvar, bent, sur, hendek, kale ve hisarlar her ne kadar çeşitli yorumcular tarafından “kıyamet şeddi” olarak tarif edilse de bu tarifler, palyatif yorumlar olarak kaldı, insanlık şimdiye kadar gerçek kıyamet şeddinin adresine ulaşamadı. Bu başarısızlık, yukarıda da söylendiği gibi böyle bir settin olmayışından değildi. Bir teolojik vaka olarak “Zülkarneyn Seddi”, çekildiği adreste, yani adı belli olmayan iki dağ arasında duruyor. Görevi, Yecüc-Mecüc terörünü “biçilen vakte kadar” hapsedildiği yerde tutmak. Ancak söz konusu kıyamet terörünün anarşistleri, duvarı oymaya devam ediyorlar. Bu durumda meseleyi çözmek bilimi aşıyor ve “sezgisi güçlü bilgelere” ve “mükâşefe ehli”ne kalıyor.
“Allahualem!”
Yecüc ve Mecüc “Âdemoğulları”dır, yani insandırlar, belirli bir halkın kovulmuş oldukları yıkık bir şehre o halk geri döndükleri zaman Yecüc ve Mecüc salıverileceklerdir. Bazı bilginler bu şehrin Kudüs olduğunu öne sürdüler
Yecüc Mecüc öylesine kalabalık bir topluluktur ki ırmakların ve göllerin suyunu içerek tüketebilirler. Hepsi birden tek bir insanın ölümü gibi ölecekler, öldüklerinde leşlerinin kaplamadığı bir karış yer bulunamayacak. Bunlara ne dağ dayanır ve ne de demir. Onların ikinci sınıfı da kulaklarının birini serer, ötekini de kendisine yorgan yapıp öyle yatar. Fil, yabani hayvan, deve ve domuz ne görürlerse yerler. Onlardan birisi öldüğünde de onu yerler, Onların bir ucu Şam’da, bir ucu Horasan’da olacaktır. Doğu nehirlerinin tümünü ve Taberiye Gölü’nü de içeceklerdir
Kâşgarlı Mahmud tarafından Bağdat’ta 1072 – 1074 yılları arasında yazılan Divânu Lügati’t-Türk’te bulunan bir haritanın en doğusunda yarım daire görünümlü kalın bir kırmızı şeritle ayrılmış “Ye’cûc ve Me’cûc ülkesi” (Ar. Arz-ı Ye’cüc ve Me’cüc) ve hemen yanına “Sedd-i Zü’l-Karneyn” yazılmıştır.
14. yy’da Müslüman gezgin İbn Battuta, Çin’e gitti ve Zeytun (Çince: 泉州, Quánzhōu) kentinde Müslüman tüccarlardan oluşan büyük bir topluluk ile karşılaştı. Seyahatnâmesinde, Zeytun ile Yecüc ve Mecüc Seddi arasında altmış günlük yolculuk olduğunu belirtir.[8]. İbn Battuta seyahat günlüğü notlarında, Zü’l-Karneyn Seddi (veya Yecüc ve Mecüc Seddi) ile Çin Seddi’ni kastetmektedir [9].
Kur’anda Zülkarneyn ile bağlantılı anlatılan Yecüc Mecüc’ün kimliği de Zülkarneyn gibi belirgin değildir. Semai kaynaklar ve bunların yorumlarında anlatım gizlidir. Yecüc ve Mecüc anlatıları Tevrat nüshalarında milletlerin soylarıyla ilgili olarak verilen efsanelere daha sonraki devirlerde, Moğollar, İskitler, Çinliler, Kırgızlar gibi sami ırkları korkutan ırklarla ilgili söylentiler eklenerek bu anlatımlarda tasvir edilmişlerdir.
orda zülkerya dan bas ediliyor zülkerya 2 boynuzlu gibi bişey acaba before olabilir m i
sevgili can… Vikingler gibi kaskı olan bir komutan, antenli bir uzay teknolojisi sahibi gökmen diyenler de var… Çift zamanlı diyenler de yani iki boyut zamanında gezinebilen kozmik gezmen… Kanatimizce ve mesela, bidayete ve nihayete etki edebilecek bir güç…
Zülkarneyn’in Hz Davut olabileceğini düşünüyorum. Davut isminin etimolojik olarak Nart mitolojisindeki Demirci Debet (Hz Davut’ta demirciydi) ve Tibet ile ilgisi olabilir. Tibet’in de çok yüksek bir plato olduğunu biliyoruz (Dünyanın çatısı). Tibet’te ölüleri toprağı kazamadıkları için doğaya bırakıyorlar, akbabalara yem oluyor. Tibet’in bu kadar yüksek ve muntazam bir yayla olması ve de sert bir toprak yapısına (demir-bakır?) sahip olması da mantıklı. Nuh Tufanından kalan Yecüc-dev ve Mecüc-cüce karma ırk İÖ 10. asırda Hz Davut tarafından Tibet Platosuna hapsedilmiş olabilir. Mu kolonisi Eski Uygur İmparatorluğu da komşusu. Üstelik Türklerden Budizmi tek seçen ya da Türkleşmiş bir kavim olabilir Uygurlar. Oğuz Destanında uyan-tabi olan diye geçiyordu. İslam Medeniyetini tarumar eden Cengiz Han için de Uygur denilir.