Kanaatimizce dünya savaşlarının ilklerinden biri sayılabilecek olan Waterloo Savaşının müsebbibi Fransız devlet adamı Napolyon Bonapart şöyle demişti: “Dünya tek devlet olsaydı, başkent İstanbul olurdu.”
Batılı tarihçiler geçmişte, dünyanın en önemli coğrafi noktalarının nereler olabileceği üzerine çeşitli fikirler ortaya atmışlardı. Onlar, buna “World Heart/Dünyanın Kalbi” diyor ve soruyorlardı; “Dünyanın kalbi neresidir?” diye. Bu sorunun cevabı çoğunlukla Ortadoğu oluyordu. Ardından ekliyorlardı söz konusu tarih erbabı; “Ortadoğu’ya sahip olan dünyaya hâkim olur. Ancak Anadolu’ya sahip olan Ortadoğu’ya sahip olur; ancak Anadolu’ya sahip olmak için de İstanbul’a sahip olmak gerek.”
İşte bu sebeple; dünyanın siyasetle idare edilmeye başladığı kadim tarihlerden bu yana milletler, Ortadoğu’yu ele geçirmek için savaşmışlardı. Fakat Anadolu’ya hâkim olmadan Ortadoğu’ya sahip olamayacaklarını anlamış ve gözlerini hep “doludizgin gelip uzak Asya’dan, bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanan” buralara yani Anadolu topraklarına dikmişlerdi. Fakat kısrakbaşının kilidinin de İstanbul olduğunu anlamakta gecikmemiş ve tarih sayfalarının önemli bir kısmını, “İstanbul Kuşatmaları” hikâyeleriyle doldurmuşlardı.
Arkamıza dönüp baktığımızda tarih, bize dünya devlerinin Anadolu topraklarında hüküm sürdüklerinin gösteriyor. Arzın uzun ömürlü imparatorluklarının çoğu da yine Anadolu merkezli olarak karşımıza çıkıyor. Ya da Anadolu toprakları üzerinde uzanarak başka diyarlarda devam ediyor. Neredeyse zamanın her asrında öneminin korumuş olan “Kısrak Başı” doğal olarak hırslı kralların, açgözlü generallerin, doyumsuz imparatorların hedefi olmuştu tarihin sarı sayfaları boyunca. İşte bu toprakların gizemli çekiciliği, yüce dağlanın eteklerinde yapılan pek çok vuruşmaların; ova ve yaylar olsun bağrında yaşanan sayısız mücadelelerin yanı sıra üzerine en şeytani plânların ve fitne komplolarının kurulmasına da sebep olmuştu. Daha derli toplu söylemek gerekirse “Anadolu üzerine, gelecek senaryoları yazanmayan millet yok gibidir.” Dense yeridir. Bu kadim tarihte de böyleydi, günümüzde de böyle devam edegidiyor.
Madem öyle, o halde gelelim günümüze ve başlayalım Anadolu üzerine olası senaryoları irdelemeye…
***
Yaklaşık altı yüzyıl, Anadolu üzerine kurulan açgözlü planları, birer paçavraya çevirip küflü mahzenlerin tozlu raflarına hapseden Osmanlı Türkleri, ne yazık ki sonunda uğursuz senaryo sahiplerinin elbirliği etmeleri neticesinde diz üstü çöktü.
Böylece Mülkün Kalbi sahipsiz kaldı. Günümüzden yüz yıl evvel, aralarında geçici olarak anlaşarak dünya savaşı çıkartan ve “Mülkün Kalbi”nin sahibini çökerten açgözlü “Mavi Krallar,” bu kez, anlaşmazlığa düştüler. Zira her birinin savaş sonrası için ayrı bir planı vardı. Aslında planın özü aynıydı: “Dünyanın kalbini ben ele geçirmeliyim!” Mülkün Kalbinin altı yüz yıllık efendisini çökertmede kolayca anlaşan akbabalar, yeni efendinin kim olacağı konusunda bir türlü anlaşamamışlardı. Bu anlaşmazlığın sonunda bir savaş daha yaptılar; 2. Dünya Savaşı…
Yeni efendiyi belirlemeye bu kapışma da yetmedi; ardından, Soğuk Savaş dönemi geldi. Tabii ki yer yer sıcak savaşlar ve terörizm…
20. yüzyıl içerisinde, Dünyanın her neresinde olursa olsun; tüm savaşlar ve asimetrik kapışmaların bir tek nedeni vardı: Ortadoğu’yu/Anadolu’yu ve İstanbul’u yani “Mülkün Kalbi”ni ele geçirmek… Zira “Âlemin Kralı” olmanın başka bir yolu yok. Bunu herkes bilir, yalnızca biz Türkler ve Mülkün Kalbi içinde kan gibi dolaşan Araplar ve Kürtler haberdar değiliz; maalesef.
Bu gerçeğin bir diğer Müslüman unsur İranlılar bile farkında demekte bir mahzur yok. Bizim yani Türk, Arap ve Kürtler’in bilmeyişinin nedeni, yüz yıllık derin uyku dönemi. Efendiyi yani Osmanlı’yı çökerten leşsever kbabalar, ikinci bölüşümde de aralarında anlaşamayınca Mülkün Kalbinin çalışmasını, geçici olarak durdurmuş ve içindekileri uyutmuşlar. Amaçları; mazlumlar uyurken ama anlaşarak ama savaşarak yeni efendiyi belirlemekti.
Şimdi yüzyıllık uyku bitti/bitiyor, uyandırıldık/uyanıyoruz. Galiba akbabalar, aralarında anlaşmış olmalılar ki uyanıyoruz denilebilir ancak durum hiç de böyle değil. Dünya lordları bazı konularda mutabakata varmış olmalarına rağmen nihai anlaşmaya imza atmış değiller zaten, egoist yaklaşımları nedeniyle anlaşmaları da imkân dâhilinde değil.
Öyleyse uyanmamızın nedeni ne? Şöyle ki; aslında biz uyanmıyoruz, uyandırılıyoruz. Bize yüz yıl önce verilen “uyku hapı” yüz yıl tesirli bir haptı zira lordlar yüz yıl içinde anlaşabileceklerini hesap etmişlerdi. Fakat hesap tutmadı. Buna rağmen, kalbin kanını donduran ilaç tesirini yitirmek üzere. Bu nedenle biz, kendimiz uyanacaktık fakat akbabalar, böyle bir riski göze alamayacakları için uyanmamızı beklemeden “böğrümüze dürtüp” bizi, kendileri uyandırmaya başladılar. Niçin? Uyku sersemliği içinde, yeni bir ilaç verip bir yüzyıl daha uyutmak için… İşte; 1975 yılından beri bu topraklar üzerinde yaşanan bütün siyasi, sosyal, ekonomik, askeri ve dini olayların nedeni bu. Çalkantı, 2025’e kadar elli yıllık bir dilimi kapsamakta. Söz konusu, bu elli yıllık fetret/kaos döneminden sonra kan yerine doldurulacak. Ve Türk/Arap ve Kürtler yeni bir uyku dönemine yatacaklar. Yani eski uyku bitti; uyanın, ilacınızı alın ve yeni uyku dönemine geçin.
***
Bu girizgâhın ardından Anadolu üzerine plan ve senaryoları analiz etmeye geçebiliriz.
Yüzyıl evvel “Mülkün Kalbi” üzerinde yapılan operasyon neticesinde, Mondros Mütarekesiyle “Aslan Türk” yüreğinden vurularak saf dışı edildi. Bu arada, Osmanlı üzerine kurduğu ve “Ostpolitich”adını verdiği “Doğu Politikası”nın sahibi Alman/Tötonlar girdiği savaşta yenilerek “Bavyera Karaormanları”na çekilmişti. Lakin duracak gibi değillerdi. Hemen; hayata geçiremediği “A Planı”nın yerine koyacağı, “B Planı”nı canlandırma faaliyetine girişti. Savaştan önce “Habsburg İmparatorluğu”nu yutan Töton Şövalyeleri’nin B planı “Romanof İmparatorluğu” üzerine kuruluydu. O yıllarda, dünya üzerindeki üç “klasik emperyal organizasyon”dan biri olan Çarlık, Cermenler’in “Komünizm Senaryosu”yla çökertildi. Ancak Bolşevik devlet, patronu Almanya’nın, gücünü toplayacağı zamana kadar rolantiye alındı. Ancak Komünizm, karakteri icabı saldırgan bir eğilime sahipti ve gözünü Avrupa’ya dikti. Belki de Berlin böyle istedi…
Dünya üzerindeki diğer klasik emperyal güç olan Osmanlı, İngiliz ve Fransızlara kalmıştı. Onların yanında zayıf İtalya da vardı. Yani Troyka… Osmanlı, Almanya ve Rusya hükümsüz kılındığı için geride kalan bu Troyka gücünün anlaşmaları daha kolay gibi görünüyordu. Belki bu üç güç, kendi aralarında, bir ya da iki kez daha dalaşacak ve “Dünya Efendisi”ni belirleyeceklerdi. Ancak Almanların kurdurduğu Komünizm’in Rus gücüne dayanarak, Avrupa’yı tehdit etmeye başlamasıyla birlikte, evdeki hesap uymadı. Bunun üzerine Troyka yani İngiltere, Farsa ve İtalya geçici bir bölüşüme gittiler. Ve “Saykes-Pickot” cetvelleriyle Mülkün Kalbini parselledi ve apar topar “eve” döndüler. Çünkü “Avrupa Evi” tehlikedeydi. “Çantada keklik” halindeki Osmanlı mülkünün nihai kararını daha sonraya bırakarak, öncelikle evdeki problemi halletmek gerekiyordu.
Lordlar eve dönme aşamasında “mülkü” yüz yıllığına uyutmak için basit bir planı Lozan’i hayata geçirdiler. İngilizler, kendilerine düşen parsellerde, kukla bekçiler görevlendirerek Ortadoğu serüvenini şimdilik dondurdular. Bu bekçilere kral payesi verip “palyaço kıyafetleri” içerisinde, süslü tahtlara oturtup çevrelerinde azınlıklardan oluşan derin devletler örgütlendiler. Fransızlar ise, ülkelerinin idare şekli olan Cumhuriyet sistemini denediler. Ancak bir süre sonra sistemi azınlık cuntalarına çevirdiler. İtalyanların ömrü zaten uzun olmadı.
“Mülk”ün önemli bir parçasını İngilizler almıştı. Boydan boya Arabistan, Filistin, Irak ve Güneydoğu Anadolu’nun yarısı düşmüştü onlara. İtalyanlar Güney Anadolu ve On iki adalara efendi olmuşlardı. Fransızlar ise Güneydoğunun batısına oturmayı yeğlemişlerdi. Tabi Boğazlar, ortak idarelerine kalmıştı.
Görüldüğü gibi “Asıl Mülk” üzerinde oluşturulan toprak parçalarında, efendi tekti. Yani Arabistan İngilizlerin, Suriye Fransızlarındı ancak Anadolu da hem İngiliz hem Fransız, hem İtalyanlar vardı. Bunun nedeni asıl üzerinde anlaşılamayan “mülk parçası”nın Anadolu ve özellikle İstanbul oluşuydu.
Kendi topraklarında kukla yönetimler kuran “lordlar” Anadolu üzerinde de benzeri bir uygulamaya niyetliydiler. Bu topraklara bir kral oturtamazlardı zira kral belliydi ve Osmanoğluydu. Ancak bunca savaş Osmanoğulları’na karşı verilmişti; bu nedenle Anadolu kralı, Osmanoğlu olamazdı. Bir başka hanedanlık kurulmalıydı ama Türk halkı, bir başka soydan gelen azınlık kralını kabullenemezdi. Çözüm bulundu ve “Misak-ı Milli”nin idaresi bir oligarşik soya ihale edildi. Ki bu oligarşik soy, Osmanlı’nın en zengin, en okumuş, en Batılı/Batıcı ve bu halk içinde en yalnız olan soydu: Selanikliler… Lordlar, yüz yıllığına Türkiye’nin idaresi hususunda Selaniklilerle anlaşarak ülkeyi onlara ihale ettiler.
Bu noktada sorun şuydu: padişah, eski arkadaşı M. Kemal Paşa’yı saraya çağırmış ve ülkenin “badireden çıkışı” hususunda onunla anlaşmaya varmıştı. Yakın tarihin, ne yazık ki hain diye yazdığı padişahın talimatıyla “Damat Ferit Paşa” başbakan sıfatıyla son öğle yemeğini Mustafa Kemal’le yemiş, sultandan aldığı bir miktar (kimine göre 25, kimine göre 40, kimine göre de 200 bin) altın lirayı, sarayın direktiflerini, yeni görev emirnamesini ve İngiliz işgal komutanlığına vizelettiği pasaportunu kendisine verdikten sonra “İyi yolculuklar!” dileğiyle elini sıkmıştı. Şimdilerde son yemeğini Sadrazam Damat Ferit’le yiyen paşa, Anadolu’daydı ve işe sıkı sarılmıştı.
Olsun! Selanikliler için Mustafa Kemal bir engel değil bilakis uygun bir seçenekti. Kendisi zaten Selanikliydi ve Avdetilerden okul arkadaşları vardı. İşte, o okul arkadaşları en ihtiyaç duyduğu bir anda Mustafa Kemal’le irtibata geçmişlerdi. Ve kendisine, vatanı kurtarması konusunda “sponsor” olmak istediklerini söylemişlerdi. Anlaşılan o ki Paşa, kabul etmişti. Ancak etmemmiş de olabilir. Çünkü hiç hesapta yokken, bir “Yunan belası” ayaklarına dolanmıştı. Daha doğrusu, İngilizler tarafından dolandırılmıştı. Artık çare yoktu, Paşa Selaniklilerin yardım teklifini kabul etmek zorunda kalmış olabilirdi.
Selanikliler, yalnızca mücadelede para desteği değil kanımızca; savaşın sonunda kızlarını da verdiler. Mustafa Kemal, Sabetaycı Uşakzadelerin kızı Fikriye hanımla evlendi. Ve Avdetilere enişte oldu. Fakat izdivaç yürümedi ve birkaç sene sonra bu evlilik bitti. Çünkü iddia o ki Paşa, Dönmelerin planını ancak fark etmişti. O öfkeyle hanımından ayrılarak kendisini avuçlarının içine almaya çalışan Dönme hemşerilerini elinin tersiyle kenara itti itebildi. Mi? Tam anlamıyla değil. Zira bu arada süresi yüzyıl olan Lozan sözleşmesi imzalanmış, devlet kurulmuş, Selanik karakterli derin devlet oluşturulmuş, saltanat ve Hilafet kaldırılmış ve Paşa, cumhurbaşkanı yapılarak Çankaya köşküne oturtulmuştu. Artık bunun geri dönüşü yoktu. Çaresiz zoraki ortaklık devam edecekti.
Genelin malumu olduğu üzere Kemal Paşa, boşta kaldığı on beş yıl boyunca devleti ve halkı elinden geldiği kadar korumaya çalıştı ve kumpasın en az zararla atlatılmasına gayret etti. Bunda başarılı da oldu sayılır zira onun, ölmesi, öldürülmesinden sonra Anadolu ve halkı üzerindeki ameliyatın, hızlandırıldığına tarih şahit. Özellikle “ Milli Şef” devrinde yapılanlar ortada.
İşte, Anadolu üzerine kurulan ilk plan budur: “Selanik Oligarşik Düzeni.” Uğursuz Planın ömrü, yüz yıllık olup 2023 itibariyle sona erecekti. Ancak devlet idaresine ve “halkın ensesinde boza pişirmeye” alışmış olan Dönmeler, bu haklarından vazgeçme yanlısı da değildi doğal olarak. Öyle ki hükümranlıklarını sonsuza kadar devam ettirmek arzusundaydılar. Bu arzularını gerçekleştirmek için her türlü komployu kuruyor, her türlü faaliyete girişiyorlardı. Bir Rumeli geleneği olan İttihatçılık eliyle kurdukları derin devlet marifetiyle vatansever gençleri iğfal edip siyasi cinayetler işletiyor, cumhurbaşkanlarını zehirletip başbakanları asıyor, darbeler yapıp puslu havada muhalifleri ortadan kaldırıyorlar, milleti sağcı-solcu, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, Laik-Antilaik, açık-kapalı gibi olmadık şekillerde bölüp birbirine düşürtüyorlar, Ergenekon teşkilatı eliyle PKK, DHKPC, İbda-c, TİK gibi terör örgütleri kurduruyor ve kurulmuşları devralıp ortalığı kan gölüne çeviriyorlardı… Bununla kalmıyor bankaları hortumluyor ve milletin bütün birikimlerini elinden alıp “offshor” bankalarına kaçırıyorlardı. Onca karşı çabaya rağmen plan devam ediyordu… Bütün amaç babaları tarafından imzalanan yüz yıllık süreyi bir kez daha uzatmaktı…
Peki…”Yüz yıllık Lozan Süreci”nin uzatılma ihtimali var mıydı?
Makalenin başında “yüz yıllık uyku”dan uyandırıldığımızı söylemiştik. Ve halkı uyutanlar uyandırıyor demiştik. İşte, Anadolu halkının uyanması geçtiğimiz yüz yılın gerçekleriyle yüzleşme şeklinde tezahür etmekteydi bir kere. Halkı uyutanlar, yüz yıl içinde yaşananları tek tek deşifre ederek bizi şokluyordu. Bunun amacı, geçtiğimiz yüz yıl içinde yaşananları ve halka karşı kurulan komploları faş ederek” devri sabık” oluşturmak ve “kolektif nefret” yaratmaktı. İnşa edilen bu ortak nefret, halkın yeni uyku ilacı olacaktı. Bu oyun yeni bir şey değildi, geçmişinden nefret ettirilen halk, Osmanlı’yı kolayca kafasından silmiş ve yeni devletin kuruluşuna omuz vermişti. Şimdi de “Birinci Cumhuriyet”ten nefret ederek “İkinci Cumhuriyet”in oluşturulması için yangına su taşısın isteniyordu.
2008’de İngiliz Kraliçesin ülkeyi ziyaretiyle başlayan “Pandoranın Kutusu”nun açılma işlemi, tüm hızıyla devam ediyordu. Ergenekon, darbe planları, partilerde yaşanan depremler, terör bağlantıları, faili meçhul cinayetlerin dosyalarının tekrardan açılması gibi sıra dışı haller sonucu çökertilen derin devlet, ülkeyi “ derin devletsiz bir yaşam”a götürecek değildi elbet. Tüm bunlar eski derin devletin yıkılması olduğu kadar yeni derin devletin inşa çalışmalarıydı. Eski derin yapı öldü, yaşasın yeni derinlik! İşte, Anadolu üzerine kurulan palanların ikincisi buydu ve bu planın sahibi, Majeste kraliçenin gizli servisi M16’ydı.
Birleşik Krallığın Entelijans Servisinin adı olan M16, bu topraklarda ve tüm dünyada başat roldeki aktördü. Geçmişi 1701 yılına kadar uzanmaktaydı. Amerikan Merkezi Haber Alma Servisi CIA ve İsrail Gizli Servisi MOSSAD, M16’nın alt birimleri gibi hareket eden ve daha çok tetikçi şeklinde hareket eden merkezler olagelmişlerdi. Lakin bunca gizli servis, bunca plan, bunca komploya ve kışkırtmaya rağmen, siyasi macera geldi dayandı 15 Temmuz’a. Orada durdu. Ve dünyadaki tüm devletler, bütün planlarını yeniledi ve hiç hesap etmedikleri bir döneme girdiler. Tabii ki Majeste de İngiltere de Amerika da Almanya da…
***
Anadolu üzerine senaryo üreten merkezlerden biri de Avrupa birliği’ydi.
Bu bölümün girizgâhı olarak, “Avrupa Birliği nedir, nasıl ve neden kurulmuştur?” sorularına cevap aramamız gerekmekte. O durumda Birliğin, Anadolu üzerine kurduğu planını anlamamız daha kolay olacak kanaatindeyiz.
Birinci bin yılın başında bir Greko-Latin İmparatorluğu çerçevesinde birlik olan asıl Avrupalılar, Asya’dan kopup gelen Türkî unsurlarla karşılaşarak yeniden çatallaşmıştı. Aynı yıllarda bu yabancılara, Hindistan üzerinden sökün eden Aryanlar da katılınca daha da şenlenen küçük kıta, tam bir milletler panayırına dönmüştü. Önce Roma İmparatorluğunun Doğu, Batı ya da Latin Roma, Greko Roma diye ikiye ayrılması ardından, Batının göçmesi neticesinde, ortaya çıkan yeni unsurlarla tam bir çorbaya dönüştü. Ve kendi içinde kaynamaya başladı. Bu dönem, Avrupa milletlerinin ortaya çıkış dönemiydi; bu ayrışma ve kaynaşma neticesinde, üç aşağı beş yukarı bugünkü “Avro-uluslar” belirlenmiş oldu. Bu ulusların epey bir bölümü, Türk olmasına rağmen kaynaşmanın sonunda her hangi bir Türk rengi kalmamıştı küçük kıtada. Bunun gibi diğer bir kısım unsurlarda da Hindistanlılığa rastlanması mümkün değildi.
Latin Avrupa’nın dini Paganizm’di; bu putperest dininin Hıristiyanlığa çevrilmesi sonucunda kazandaki bütün milletler, bir ortak özellik kazanarak, kökenlerinin çok uzağına serpilmiş oldular. Bunlara, İskandinavya üzerinden inip Slavlaşarak bir başka biçime dönüşen “Kaskları boynuzlu denizciler”de eklenince Avrupa tamamlanmış oldu.
Karadeniz’in kuzeyinden giden bütün doğulu milletleri yutan Avrupa, aynı denizin güneyinden giden benzeri unsurlarla karşılaşınca aynı refleksi gösteremedi ve tavır aldı. Bu tavır, küçük kıtadaki milletleri, birlikte hareket etmeye sevk etti. Ve bu birlikteliğin adı “Haçlı”lıktı. Artık Avrupa ulusları, kendi aralarında boğuşmaya devam ederken “doğudan gelen yeni barbarlar” karşısından da birleşmeyi öğrenmişti.
İşte, Avrupa Birliğinin temel fikri “doğu barbarları”na karşı “Haçlı” ortaklığıyla atılmış oldu. Zaten kıtanın geçmişinde de bir “Greko Latin Roma İmparatorluğu” gerçekliği vardı; bu gerçeklik, neden “Roma Germen” ya da”Habsburg” İmparatorluklarına evrilmesindi ki? Evrilebilirdi: Zaman içinde “Avrupa Haçlılığı” Roma Germen de oldu, Habsburg Hanedanlığı bayrağı altında Avusturya-Macaristan da oldu. Ancak tüm kıtayı kapsayan, siyasi bir birliğe dönüşemedi. Zaman zaman Selçuklu Türklerine karşı olduğu gibi Osmanlı Türklerine karşı, askeri birlikler oluşturuldu ancak resmi sınırlar, her zaman varlığını korudu.
***
Avrupa’nın kaderi 1701’de değişti. Artık küçük kıta eski Avrupa değildi. Zira medeniyet üstünlüğü doğudan batıya geçiyordu. Aryanların üç ana kolundan Anglo-Saksonlar, buhar makinesini hayata geçirerek, Sanayi Devrimini başlatmışlardı; Judiklerin ortaklığıyla. Artık güç, İngilizlerdeydi. Majeste kral, yüz elli yıl içinde, buhar gücünü gemilere uygulayarak, ardından aynı gücü kullanarak treni hareket ettirip dünyanın dört bir yanına uzanmış olan “Üzerinde Güneş Batmayan bir İmparatorluk” kurmuştu. Bu devasa Emperyal yapının Kolonyalizm etkisinden kurtulabilen iki dev ada kalmıştı. Bunlar, klasik kodlarla hükümet eden ve bizatihi kendileriyle de birer imparatorluk sayılan Osmanlı ve Romanof ülkeleriydi. Bunlara bir de Habsburg ülkesi eklenebilirdi. Anglosakson İmparatorluğu gelmiş, bu iki imparatorluğun sınırlarına dayanmış hatta zorlamaya başlamıştı.
Anglo-Sakson İngilizlerin Emperyalist yayılmacılığına son elli yıldır, diğer bir Ari kavim de iştirak etmiş ve hanesine Afrika da önemli kazanımlar not etmişti. Bunlar, kıyı Germenleri olarak da bilinen Fransızlardı.
Tötonların iki kolu, iki koldan dünyayı “iç ederken” üçüncü kardeş Cermen-Allemanlar, üç yüz altmışı aşkın şehir devleti halinde paramparça yaşıyordu. Bu parçalı yapının en büyük bölümünü Prusya teşkil ediyor ve yeni yeni gözü açılıyordu. Prusya Kralı Frederik ölünce, yerine hırslı oğlu Vilhelm, iki numarasıyla işbaşına geçti. Genç kralın başbakanı teorisyen Otto van Bismark adında bir prensti. Bu kararlı iki adam, amcazedelerinin yani İngiliz ve Fransızların dünyayı paylaştıklarını görünce, yüce ideallere kapılmış ve dünyadan pay istemeye kalkmışlardı. Fakat bunun için önlerindeki engel, üç yüz altmış parçalı derebeylik sistemiydi ve behemehal aşılmalı ve yamalı bohça” tek parça haline getirilmeliydi. Prens Bismark için bu çok zor olmadı ve 1860’lı yıllarda Alman birliği kuruldu. Bu arada Prusya’ya öykünen Sardinya da İtalyan birliğini kurmaya yönelmişti.
1814 yılına gelirken, Kolonyalizm yolunda epey mesafe kat eden Fransız Hitler’i, Napolyon Bonapart, Avrupa’yı ele geçirmeye kalkışınca diğer Avrupalılar kendi aralarında bir birlik oluşturmuş ve adına “Avrupa Korosu” demişlerdi. Koro, Waterloo savaşından sonra “Avrupa Konseyi” adını alacaktı.
Alman ve İtalyan birliklerinin teşekkülünden sonra her iki güç, Fransa-İngiltere karşısına çıkıp dünyadan pay isteme noktasına gelmişlerdi. Almanların, Habsburg İmparatorluğunu “iç edişiyle” geride, pay alınabilecek iki imparatorluk kalıyordu: Osman Türk ve Romanof Rus devletleri. Şimdi, sırada Türk imparatorluğu vardı yani ilk iç edilecek” topraklar Osmanoğullarının mülküydü.
Dünya lortları, 1701’den beri dünya tarihini yüzer yıllık devreler halinde planlıyorlardı. Bu yüz yıllık senaryolara göre dünya, 20. Yüzyıla “ulus devletler formatında” adım atacaktı. Bu itibarla “Ulus Devlet” senaryosuna ters düşen iki imparatorluğun parçalanması elzemdi. Bunda tüm Avrupa hemfikirdi. Ancak Almanya, dünyanın henüz Emperyal emellere alet edilmemiş bu iki coğrafyasının kendi payı olduğu düşüncesindeydi. Bunun için gerekirse kavgayı da göze almıştı.
Sonunda kavga çıktı. Ve Osmanlı Devleti paramparça edildi. Bu arada Almanlar ve müttefiki İtalyanlar da yenilmiş; İngiliz-Fransız ortaklığı karşısında tutunamayarak Bavyera ormanlarına geri dönmüşlerdi. Ama dünyaya dair Emperyal idealleri aynen duruyordu.
Almanlar, bütün benliklerini saran “İkinci Vilhem’in Dünya İdeali”nin verdiği hızla yirmi beş senede toparlandı. Ve “Pay İsteme” gücüne eriştiler.
Evet, 1. Cihan Harbiyle Osmanlı’yı kaybetmişlerdi ancak bir diğer imparatorluk yerinde duruyordu. Gerçi o imparatorluğun adı “Romanof Çarlığı” değildi ama imparatorluk özellikleri Komünist idareyle aynen korunmuştu. Madem Almanlar, Osmanlı mülkünü İngiliz ve Fransız amcazadelerin kaptırmışlardı, pekâlâ Rus mülkü de kendilerinin olmalıydı.
Bu düşünceyle atanan Hitler, önce Avrupa’yı işgal etti; ardından Rusya’ya yüklendi. Bu savaşın adı 2. Dünya Savaşıydı ve bu kapışma tam beş yıl sürdü.
Almanlar, bir kez daha yenilmiş ve geri çekilmişler; bu arada, ülkeleri işgal edilmiş hatta ortadan ikiye bölünmüştü.
“Yenilen oyuna doymazdı.” Üstelik Almanlar “Gross-ideal”lerini aynen muhafaza ediyorlardı. Üçüncü kez savaşmayı da göze alabilirlerdi. Ancak buna gerek yoktu zira üçüncü kez savaşmak, üçüncü kez yenilmek de olabilirdi. Ayrıca ilk iki savaş, sadece Almanları mağlup etmekle kalmamış, savaşın diğer tarafları olan Fransız ve İngilizleri de derinden sarsmış, küçük kıtaya çok zarar vermişti.
Üçüncü dünya savaşı yerine anlaşabilirlerdi. Bunu Fransız- İngiliz tarafı da istiyordu.
Yorulmaya gerek yoktu; kimin ne istediği belliydi. Baba Tanrı’dan Tötonlara miras kalan dünya arazisinde Fransız ve İngilizlerin olduğu kadar Germen Almanlarının da hakkı vardı. Eğer İngofrans ortaklığı bu hakkı kabul ve teslim ederse, her şey sütliman olacaktı. Sonuçta, her üç soy da “Büyük Aryan Ulusu”nun birer üyesiydi. Bu akrabalık bağı sayesinde, dünyayı bölüşür ve kuzen kuzene geçinir giderlerdi. Hatta bir yüz yıl sonra payları birleştirir ve “Tek dünya devleti” olarak saltanata devam edebilirlerdi.
Bak, bu iyi bir fikirdi. Akla yatkın bu tasavvur sayesinde ilk önce Almanlar ve Fransızlar, bir araya geldi ve “Kömür -Demir Birliği”ni kurdular. Bu hamle, Avrupa Birliği yolunda atılmış kocaman bir adımdı. Ardından, birliğe bir grup Avrupalılar ve nihayet İngiltere katıldı ve isim, AET/Avrupa Ortak Pazarı olarak değiştirildi. Birliğin nüfuz sahası, birkaç yıl içerisinde Batı Avrupa Topluluğu oldu, 21. Yy’la girerken, neredeyse bütün kıtayı kapsayacak hacme ulaşıp Avrupa Birliği adını aldı. Adı, her ne kadar Avrupa Birliği de olsa bu bir “Alman Birliği”ydi. Çünkü İngiltere, kadim ortağı Fransa’yı Almanlara vererek siyasi bir yapılanmanın kapısını aralamış ve “Mavi Kanlı Cermenler”i sulh yoluyla “Tanrısal Homo-Sapiens Mirası”na ortak etmişti.
Sıra, dünyanın kıta kıta bölüşülmesine gelmişti. Buna göre, Almanlara düşen ilk kıta Avrupa’ydı. Artık yaşlı kıta, “Avrupa Birliği” adı altında Almanlaşabilirdi. Birliğe verilen isim cazip, ışıl ışıldı bu nedenle bütün Avrupa devlet ve devletçikleri birliğe girmek için koşuştular. Öyle ki, çoğunluğuyla Asyalı sayılabilecek olan Türkiye bile birliğin kapısını çaldı, daha doğrusu çaldırıldı.
“Bavyera Kurtları” adım adım “Alman Avrupası”nı oluşturmaya koyuldu. Yakın geçmişte diğer amcazade Tötonlar başta olmak üzere tüm dünyanın başını ağrıtan “Nazizm Hitlerciliği” ölmemiş ruh olarak Berlin’de oturmaya devam etmişti; şimdi de teknik olarak farklı ama muhteva olarak aynı pozisyonda “Bismakcılık”a kaldığı yerden devam ediyordu.
Daha doğrusu, dünya hâkimiyetinde 1701’den başlayan öncü durumu sayesinde, iki adım önde giden İngiliz Majestesi, Almanlarla birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra üçüncü ve dördüncü savaşları yapmak istemediği için anlaşma masasına oturmuş ve “Tanrısal Töton mirası”nı kıta kıta bölüşmeye razı olmuştu. Bu nedenle Avrupa’nın sulh yoluyla Hitlerleştirilmesini, birliğin içindeymiş gibi kalıp dışında durarak seyretmeye başlamıştı. İşte, İngilizlerin “Euro”ya geçmeyişlerinin nedeni buydu. Zira Euro, güçlendirilerek Dolar seviyesine çıkartılmış “Devtsche Mark”tan başka bir şey değildi. Almanlar gümrük birliği, gümrüklerin ilgası, Euro’ya geçiş gibi ataklarla, birliğe dâhil ülkeleri Alman ipiyle “Berlin kazığı”na bağlıyordu.
Yeri gelmişken bir konuyu da anlatmak istiyorum. Sıfır, beş yüz yılları arasında Hindistan üzerinden gelen Töton boyları Avrupa topraklarında yoğrulup bu günkü yapılarına evrilirken iki grup halindeydiler: Asiller ve sürüler… Bir başka ifadeyle “Mavi ve kırmızı kanlılar.” Mavi kanlılar olarak adlandırılan asil tötonların kırmızı kanlı halk tabakası üzerinde mutlak hâkimiyetleri vardı zira onlar “tanrı soylu”lardı, lata “tanrı krallar”dı. Kendini ilahi güce bağlayan mavi kanlı seçilmişler Cermen/Alleman’dı. Yani Tötonların Cermen kolu mavi, Anglo Saksonlar, Franklar ve şimdilerde adı sanı olmayan Ostrogotlar, Vizigotlar, Süevler, Vandallar, Burbonlar, Bombartlar ise kırmızı kanlı halk boylarıydı. Töton geleneği içerisinde bu boyların hepsinin idarecileri Alman soylu olmak zorundaydı. Anglo Sakson İngilteresinin “Windsor Hanedanlığı” olarak geçen idarecilerinin isimleri 1915’e kadar “Saxobourglar” olarak geçiyordu. Hanedanlık, kendilerinin Almanlığını ele verdiği için isimlerini değiştirmiş ve “Windsor” etiketiyle İngilizleşmeye çalışmışlardı.
Dediğimiz gibi yalnız İngiliz majesteleri değil Avrupa’daki tüm hanedanlıklar Alman kanı taşıyordu. Çarpıcı bir örnek olarak anlatmam gerekirse 1800’lü yılların ortasında Lehistan Kralı ölür, ancak geride bir mirasçı bırakamaz çünkü kısırdır. Tahta geçirecek bir prens bulamayan Lehler, hemen bir heyet teşkil eder ve Prusya’ya yollarlar. Heyet oradan uygun bir prensi alıp Varşova’ya getirir ve Polonya tahtına oturtur. Zaman içinde bu gelenek öyle genişlemişti ki yalnız Töton soylu halklar değil bütün Avrupa halkları da yöneticilerini “Mavi kanlı Almanlar”dan almak zorundaydılar. 1829’da Yunanistan, Osmanlı’dan kopup bağımsızlığını kazanınca, onlara destek veren İngilizler, Atina tahtına, “Otto” adında bir Alman prensini oturtmuşlardı. Sonuç olarak, günümüzde de tüm Avrupa kralları birbirleriyle akraba olup Almanların mavi kanını taşımaktadır.
Zaten Almanların, dünya mirasından pay kapmak için bu kadar ısrarcı olmalarının ve İngilizlerin zorunlu olarak onlarla anlaşma masasına oturmalarının nedeni budur yani Alman soyluluğu, Cermen mavi kanı…
Tekrar konumuza dönelim.
“Alman Avrupası”nı oluşturmak için yola çıkan “Hitler Ruhu”nun işi başta oldukça kolay gitmişti. Soğuk savaş döneminin batılı Avrupa devletleri İtalya başta olmak üzere İspanya, Portekiz İberikleri, Benelüks ülkeleri, İskandinavyalılar ve Yunanistan “mal bulmuş mağribi” gibi alman birliğine dâhil oldular. Ardından Sovyetler Birliği dağıldı ve ortaya “Doğu Avrupa Devletleri” döküldü. Başta Doğu Almanya olmak üzere küçük ve Orta boy Doğu Avrupalıları, Almanlar, Rusya’dan satın alarak birliğe dâhil ettiler. Sıra Yugoslavya birliğine gelmişti. Birliğin simge ismi Tito ölünce “markla desteklenen” Yugo Devletleri birer birer bağımsızlıklarını ilan ederek Alman birliğinin yolunu tuttular. Fakat bu devletler yeterince güçlü ve gelişkin değildi.
Berlin, bu devletlerle birlikte komünist bloğun miskinleri, Arnavutluk, Romanya ve Bulgaristan’ı sıraya koydu. Şimdilerde bu devletleri eğitip eğitip “Avrupa Evi”ne dâhil etmektedir.
Henüz “Alman Avrupa’sı” son haline gelmiş değildir. Çünkü önünde iki önemli sorun durmaktadır: Bunlardan biri Rusya, diğeri de Türkiye sorunudur.
Şöyle ki… Rusya ve Türkiye bir özelliklerinden dolayı birbirine benzemektedir. Her ikisi de ara devlet olup yarısı Avrupalı, Yarısı Asyalı bir görüntüye sahipler yani Toprakları her iki kıtanın üzerinde uzanmaktadır.
Bilindiği gibi Avrupa’nın sınırları, Türk Boğazları üzerinden Karadeniz’e geçmemekte, Kafkasya’dan geçen bir çizgiyle Hazar denizine dâhil olmakta, oradan çıkıp Ural dağları üzerinden Kuzey Buz denizine uzanmakta. Dolayısıyla Trakya ve Uralların batısı, Avrupa toprakları sayılmakta. Bugün Trakya, Türkiye’ye, Uralların batısı da Rusya Federasyonunun hükümranlığında. Doğal olarak Almanya, Avrupa topraklarının tamamını yani Trakya ve Rusya’nın yarısını istemekte.
Almanya’nın bu isteğine evet demek, Türkiye ve Rusya’nın bölünmesi anlamına gelir ki, bunu Ankara ve Moskova asla istemez. İşte, Avrupa Birliğinin önünde duran sorunun iki düğümü bu ve Almanlar, her ne pahasına olursa olsun bu düğümleri çözmeyi kafalarına koymuşlar. Alman gizli servisi BND ve Göthe, Frederik Eber, Adenaur gibi Alman ünlüleri adına kurulan vakıflar, iki ülkenin yönetiminde bulunan Avrupa topraklarını bölmek için var güçleriyle çalışmakta.
Rusya’yı bir yana bırakarak biz, kendi ülkemize bakacak olursak… Almanların Anadolu üzerine kurdukları senaryoların genel adı “Ostpolistsch/ Doğu Politikası” olarak geçmekte. Bu politikanın mucidi İmparator Purusyalı II. Wilhelm… Günümüz Almanya’sı, Osmanlı’yı içten çökerten Ostpolitsch”i devir almış ve yeni duruma göre tadil etmiş durumda. Berlin Şansölyesinin planı, boğazları da içine alacak şekilde, Trakya toprakları üzerinde bir “Marmara Cumhuriyeti ya da Trak Devleti” kurmak olarak saklanmakta.
Avrupa Birliğinin ilk kuruluş anlaşması Roma’da imzalanmıştı. Ancak birliğin başkenti Roma değil; en olmaması gereken bir yer, Brüksel olarak bilinmekte. Yapay devlet Belçika’nın da yönetim merkezliğini üslenen, Brüksel’in birlik başkentliği iğreti ve geçici bir durumdur dense hakikat açık edilmiş olur. Zamanın şansölyesi, bunu bilerek ve planlayarak hayata geçirmişti. Çünkü onun kafasındaki nihai başkent, “Doğu Roma” yani İstanbul… Marmara Cumhuriyetinin kurulmasıyla birlikte, birliğin yönetimi, Brüksel’den alınıp İstanbul’un Rumeli yakasına nokta adres belirtmemiz icap ederse “Galata”ya taşınacak diyebiliriz.
Alman “ağzısıkılığı” Marmara operasyonunu o kadar saklı tutmakta ki bundan, Türkiye’nin hiç haberi yok gibi duruyor. Ankara, Güneydoğudaki topraklarının bölüneceği sendromuyla “derin planı” görememekte. Zaten “Güneydoğu” sorununu ortaya çıkartan “PKK hainliğinin ve Apo meselesinin” Alman BND’sinin, Fransızlar aracılığıyla planlayıp hayata geçirdiği bir durum olduğu su götürmez bir hakikat. Hatırlayı; bu örgüt, Sevr’e göre Fransız toprağı sayılan Urfa’nın bir ilçesinde 1980 yılına gelinirken kurulmuştu. Toprakları üzerinde en çok Osmanlı Ermeni’si barındıran Fransa’nın kontrolündeki ASALA’yı Paris/Orly havaalanı baskısından sonra, ailesinin bir yanı Ermenilere dayandığı iddia edilen Abdullah Öcalan adındaki Kürtçe bilmez bir adam eliyle PKK’ya evirmek, tabii ki “Alman Derin Devleti”nin fikriydi. Nasıl ki İngilizler, pis işlerini Amerikalılara yaptırıyorsa, Almanlar da benzer vazifelerde Fransızları kullanmakta olduğu herkesin malumu.
Anlaşılacağı üzere Almanların planı, Kürtleri Türkiye’den koparmak ve Güneydoğuyu bölmek değil; onların asıl bölüp almak istedikleri vatan toprağı Trakya Trakya Trakya… Güneydoğu meselesi, Türkiye’yi oyalamak, enerjisini tüketmek ve asıl tehlikeyi görmesini engellemek için kotarılmış bir taktik hareket olarak işlemekte son kertede.
Türkiye’nin AB’ne girme umuduyla Brüksel kapısında bekletilmesinin nedeni de bir başka taktik. Almanya, birliğine asla almayacağı Ankara’yı kopup başka mecralara akıp gitmesin diye birlik kapısında oyalayıp durmakta. Yakın bir gelecekte, Almanya Türk idarecilere “Parça Alımı” diye bir plan önerirlerse ben şaşırmam. Siz de şaşırmayın. 2015’in son ayında “İzmir, AB’ne girsin diyen CHP’li, bu fikri kendi kafasından mı çıkardı sanmaktasınız? Bu bir nabız yoklamaydı, yoklandı. Şimdi bir başka şom ağızın; “İstanbul AB’ne alınmalı!” demesine sıra geldi. Bekleyin! Ya da Şansölye, “Türkiye’nin tamamını Birliğe almamızın imkânı yok ama isterseniz, İstanbul’un yarısını ve Trakya’yı alabiliriz.” diyerek Marmara Cumhuriyetine gidecek ilk adımı, sinsice atacak olabilir mi? Adımız gibi eminiz! Kanaatimizce Ankara’nın da Alman dostlarımızın bu önerisine hayır diyemeyecekler vardır. Neyse ki 15 Temmuz ve 2016 yılıyla başlayan Türk Hamleleri, aılamayacak bir yola evrilmiş durumda. Eğer 15 Temmuz’da başarılı olsaydılar, “Hayır!” diyecek bir Ankara olmayacaktı; diyecek olsa bile Güneydoğu değil ama “Hatay Cumhuriyeti”nden başlamak üzere Maraş, Gaziantep ve Urfa hattında bir bölünme işlemi başlatma ameliyesinin tüm şartları hazırlanmıştı. Bu planın ilk işareti, “Mavi Marmara Baskını” sırasında Amanos Dağlarına yuvalanan PKK’lıların İskenderun Askeri Garnizonunu bombardımana tabi tutmasıyla verilmişti. Yeri gelmişken söylemek gerekirse İskenderun saldırısını herkesin sandığı gibi İsrail’le irtibatlamak hedef şaşırtma hareketiydi, asıl fail Alman/Fransız gizli servisleri ile bağlantılı yerli hainlerdi. Ve suçlular, PKK’nın “Almofras” kolunda aranmalı. Bu ekol belli; “İngo-Amerikan” kampına dahil Karayılan güçleriyle çatışan, Suriyeli terörist Hüseyin Feyman’dı. Neyse ki Türk’ün intikamı acı oldu.
Avrupa Birliği ya da “Almofrans” kavramıyla kodladığımız Paris-Berlin ortaklığının Anadolu üzerindeki gelecek planını anlatırken, bölüm sonunda bir başka ülkenin planına da değinmiş olduk. Türkiye üzerinde operasyon yapmak isteyen ülkelerden birisinin de Suriye olduğunu herkes bilir. Çünkü yüzde onluk bir Alevi azınlık olan Lazkiyeli Nuseyrilerin Fransız desteğiyle iktidarı gasp etmesiyle başlayan cunta/diktatörlük idaresi ve bu idarenin başı baba Hafız Esat, Türkiye üzerindeki emellerini açık açık ifade etmekten çekinmiyordu devri iktidarında. Hitler’in yanında, 2. Dünya Savaşına girmemesi karşılığında, rüşvet olarak İsme İnönü’ye verilen Hatay topraklarını, kendisinin doğal uzantısı sayan Esad ülkesinin “Megalo-İdeası” ta 1970’den beri, Büyük Suriye’nin, devlet dairelerini süsleyen sözde haritasında Hatay, Türkiye’den kopartılmış olarak resmediliyordu.
Babasının ölümünden sonra, konjonktürel olarak ağız ve fikir değiştirmiş gibi görünen oğul Beşar Esad’ın “baba yolu”ndan saptığını söylemenin imkanı yoktu. Her ne kadar bir süreliğine, Türkiye ile dost gibi görünmüş olmasının inandırıcılığı yoktu ve hala, bu bitmişliklerine rağmen Hatay, Büyük Suriye’nin bir parçası olmaya devam etmekte. Nereden mi biliyoruz? Suriye’den sadece Sünni çoğunluk gelmiyor ülkeye. Göç kalabalığında Nuseyriler de var. Ve bunlar, sadece Hatay’da temerküz etmekteler. Niye? Peki oraya yerleşen bu güruhun, bölge yerlileriyle neyi tartıştıklarını biliyor muyuz? Tabii ki Hatay’ın siyasi durumunu. Zamanında, önemli bir koz olarak PKK’yı kontrolündeki Beka Vadisinde barındıran, Liderini başkent Şam’da besleyen bu küçük Arap ülkesi Amerika’nın 1999’daki baskısı, buna dayanan Türkiye’nin verdiği gözdağı nedeniyle teröristleri kovmuş, Liderini sınır dışı etmişse de fikrinden caymış değildi. Bu fikri öyle bir çivilemişti ki kafalara, mülteci misafirler, evi geçirmekten söz ediyor. Garabete bakın!
Abdullah Öcalan’ın bir Afrika ülkesinde, Amerikan ajanları marifetiyle yakalanıp Türk polislerine teslim edilmesinden sonra örgütü, Almo-Frans kampından koparıp teslim alan İngo-Amerikan ekolü, Kuzey Irak’ta güvenli ve rahat terör yuvaları inşa etmişti. Ancak Suriye gizli servisi Muhaberat, işin peşini bırakmamış; Gizli Servis mensubu ve vatandaşı Kürtlerle PKK saflarına sızmıştı. Aradan geçen ilk on yıl içinde “Muhaberatlı PKK’lılar” o kadar çoğaldı ve güçlendi ki örgütü teslim alacak seviyeye ulaştılar. Ve örgüt içindeki Türkiyeli Kürtlere karşı Liderliğe oynayan Hüseyin Feyman’ı ortaya çıkardılar. Böylece Feyman ve grubu, önemli ve aktif bir güç olarak tek başına eylem koyacak seviyeye ulaşmışlardı. PKK’lıların “önderlik” etiketiyle yücelttikleri İmralı mahkumunu dahi dinleme cür’tini gösterdiler. Abdullah Öcalan’ın, “Barış Süreci”nde, “TC” demeyi alışkanlıt ettiiği Türk devletiyle anlaşma arayışları örgütünün elinden çıkıp Suriyelilere kayıyor olmasıyla doğrudan ilgiliydi; samimiyetle değil.
2012’yle başlayan süreç içerisinde PKK bir kez daha el değiştirmenin eşiğine gelmişti. On yıllık hakkını kullanan İngo-Amerikan Ekolü, “Kürt Terör Şirketi”nin kullanım hakkını tekrar “Alma-Frans” amcazadelerine teslim ediyorlardı. Çünkü bu iki Aryan kampı, örgütün zamanını onar yıllık dilimler halinde bölüşmenin “Centilmenlik Antlaşması”nı Kenya’da yapmış ve hulusi kalple hayata geçirmişlerdi. Lakin Çürüyen Ortadoğu toprağında PKK, eskimiş kalıyordu. Yeni örgütlere ihtiyaç vardı. Bu nedenle PKK, bir süreliğine ortada kaldı. İşte “Barış Süreci”ni tetikleyen saiklerden biri de buydu. Lakin örgüt, kavga zamanında zalim; barış zamanında da tam bir takiyyeciydi ve hep ikili, üçlü, beşli oynamayı tercih etti. Türkiye, Rusya, İran ve her erkekle yata ğirebileceğini, gizli görüşmelerle cümle aleme fısıldadı. Bu “fahişelik” onun sonunu hazırladı. Lakin Türkiye üzerindeki planlarında sert kayaya çatan Avrupa, “kırk kocanın artığı olan eski dostu”yla iş tutma midesizliğini gösterdi. Şimdi yataktalar… Almanya ve avanesi, bunun acısını yüreklerinde duyacaklar bir gün.
***
Anadolu üzerine meşum senaryoları bulunan bir başka ülke İngiltere… Hatırlayacaksınız! Üst bölümlerin birinde, İki Aryan grubunun, dünya mirasını anlaşarak paylaştıklarından söz etmiştik. Bu gruplardan biri Almanya-Fransa ortaklığıydı ve bu anlaşmada, bizim “Almo-Frans” diye etiketlediğimiz bu gruba, Avrupa Kıtası düştü demiştik. Aslında bölüşüm, tüm kıtalar üzerinden yapılmıştı. Almo-Frans’a düşen diğer kıta, “Kara Afrika”ydı zira bu kıtadaki birkaç devleti hariç tutuğumuzda, geri kalan bölgelerin neredeyse tamamı Fransız sömürgesi olup Fransızca konuşuyorlardı. Bu nedenle Alman Birliğine katılması düşünülen en uygun kıta Afrika’ydı. Almanlar, Avrupa Birliğini kurmakla meşgul oldukları için Afrika’nın gizli tapusunu aldı ve şimdilik “iç etme”yi geleceğe bıraktı. Son yıllarda, Afrika’da gözlenen sükunetin nedeni bu “uyutma operasyonu” olsa gerek. Kıtanın en deli kralı, Kaddafi’nin sesiz soluksuz beklemesi, ikide bir Amerika’yla ağız dalaşı yapmayışının sebebi de bu uyku aralığıydı. Ve gün geldi operasyon başladı: Fransızlar, “Arap Baharı” adıyla Tunustan daldılar. Anlaşılan o ki bu dalış, izinsiz ya da İngo-Amerika’dan “mal kaçırma” ameliyesiydi ve bu nedenle Mısır’da Sisi Darbesiyyle durduruldu. Bununla kalmadı Majeste, intikamını, Asya’daki Fransız toprağı sayılan Suriye’yi yerle bir ederek aldı.
Almo-Frans ortaklığına verilen iki kıtanın karşılığı olarak İngilizlere, Kuzey Amerika ve Asya düşmüştü. Kuzey Amerika da ABD, Kanada ve Meksika arasında kurulan “Norta Ekonomik Teşkilatı” kıtanın bu kısmının birleştirilerek Kanada da olduğu gibi yönetimin, sembolik bir görüntüyle “Majeste Kraliçe”ye bağlanması planından başka bir şey değildi.
Masadaki antlaşmaya göre: Kraliçenin ülkesine düşen ikinci kıta Asya’ydı. İngiltere; Afrika’daki Mısır, Sudan, Güney Afrika ve Gambiya’ya karşılık Fransa’dan Suriye, Lübnan ve Güneydoğu Anadolu’nun batısını almaktı. Almanya’dan aldığı kısım ise Sovyetler Birliğinin, Uralların doğusunda kalan Sibirya bölgesi ve Türk Cumhuriyetleriydi. Zaten Asya’nın geri kalan kısmı, Hindistan başta olmak üzere “Üzerinde güneş batmayan İmparatorluk’un tapulu mülkü durumundaydı. Bu mülke, 1997’de biten kira sözleşmesinin sonunda Hongkong’u teslim alan Çin ve Hongkong’un tam aksi istikametinde bulunan ve onunla aynı kaderi paylaşmış olan Kıbrıs dâhildi ancak bu küçük ada AB ile bölüşülmüş, güneyi, Almanya’nın kuzeyi, Londra’nın payına düşmüştü. Tabi bu arada, Türkiye’de Asya kıtasının bir parçası olarak “Asya Kıta Devleti” içinde bir federatif bölgeydi. Dolayısıyla gelecekte bir “genel vali” eliyle yönetilmesi planlanmaktaydı.
2000’li yıllar takvimlerdeki yerini alırken Amerika’nın Irak’ı işgal etmiş olmasının yegâne nedeni “kraliçe adına” Asya kıta devletini kurmaktı. Ne Bağdat’ta olduğu öne sürülen kitle imha silahları ne de petrol! Petrole el koyma iddiası, işi basitleştirmek ve “Siyonist-Haçlı Planının saklamaya matuf bir örtü niteliğindeydi. Hala öyle diyeceğiz lakin artık mızrak, çuvala sığacak gibi değil. Petrol, onlarca yıldan beri zaten Amerikan şirketleri eliyle çıkarılıyor ve pazarlanıyordu. Üstelik 2025 yılı itibariyle birincil enerji kaynağı olma özelliğini yitirerek, yerini elektriğe daha sonra da oksijen ve hidrojene bırakarak kömür gibi “öksüz enerji” olmaya hazırlanmakta şimdilerde; onca önem atfediliyor olmasına rağmen.
Majeste’nin Asya ve onun üzerinden Türkiye için biçtiği gelecek gömleği yukarıda izah edildiği gibiydi ancak iş bununla bitmemekteydi. “Medeniyetlerin beşiği” üzerinde, elbette Amerika’nın da bir planı vardı. Buna plan değil de bir görev demek daha doğru zannediyoruz. Bilindiği gibi Osmanlıyı paramparça eden antlaşma taslağının adı Sevr’di. Fakat Türkiye, Sevr’i kabul etmemiş ve dünya savaşının galipleriyle oturmuş ve Lozan’ı imzalamıştı. Ama ABD, Lozan’a imza koymamış, Kongre’sinde de kabul etmemişti. Bu nedenle Washington’un nazarında hala Sevr geçerli dense yalan değildir. Sevr, bir maddesinde de “Doğu Anadolu üzerinde bir Ermeni Bölgesi” kurma “hakkını” Presedent”lere vermişti. Yani Ermenilerin hamisi olmayı kabul eden ABD başkanları, onlara Van merkezli bir devlet taahhüt etmişti. Diaspora başta olmak üzere Ermenistanlılar da “Başkan”dan Sevr’den doğan haklarını isteye geldiler. Bu isteğe karşı ne Bush’un ne Obama’nın ne de bundan sonraki ABD başkanlarının diyeceği bir şey yok. Zaten her 24 Nisan’da Amerikan Ermenilerinin Kongre’ye “soykırım yasa tasarısı” dayatmasının altında yatan gerekçe budur işte.
Anadolu üzerine planları olanlardan biri de Yunanistan’dı. Herkesin bildiği gibi bu küçük Ege devleti kurulduğu 1829 yılından bu yana, Türkiye’nin aleyhine olarak sürekli büyümekte ve sınırlarını genişletmekte. Bu büyüme nereye kadar sürecek? Kafaları süsleyen bu sınırlar belli; “Megalo İdea/Büyük ideal” olarak adlandırılan Yunan devlet tasavvuru, “Büyük Yunanistan” adı altında şekillendirilmek istenmekte. Bu “Obez Yunanistan”ın sırları içinde Ege Bölgesi, Trakya, Boğazlar ve tabii ki İstanbul” var. “Küçük Komşi” bu düşüncesinde hızını alamıyor ve hududunu Trabzon’a kadar uzatıyor zira geçmişte o bölgede kurulmuş ve Fatih’in eliyle çökertilmiş “Pontus Devleti”nin mirasçısı olarak da kendisini görüyor.
Belki de, dünya yüzeyinde, bu kadar çok ve detaylı planlar ve senaryolar üretilen bir başka ülke var mı? Asla. Bu itibarla Türkiye üzerine plan yazan millet yok gibi. Yukarıda saydıklarımızın dışında “Komşi Bulgaristan”ın da Edirne’ye doğru büyüme planları var. Herhalde Gürcistan da Artvin’e doğru bir yürüyüşe çıkma yanlışını gizli kasalarında saklamakta. Karadan sınırdaş olmadığımız, Karadeniz komşumuz Rusya’nın da Boğazlara hâkim olma ve sıcak Akdeniz’e inme “Delipetroculuk”u da yırtılıp atılmış değil. Anlaşıyor olma, beraber hareket ediyor olma resimlerine rağmen
Üzerinde bu kadar çok senaryo üretilmiş, dünyanın kalbi olarak adlandırılan bu olağanüstü stratejik öneme sahip Anadolu toprağının, Yaratan tarafından “unutulacağı” düşünüle bilir mi? Asla düşünülemez. “Herkesin bir planı varsa Mutlaka Allah’ın da planı vardır.” diye diye geldik ya… Haklılığımızın ilk işaretini aldığımızda takvimler, 15 Temmuz 2016’i gösteriyordu. Ondan beri işaretler yağmaya başladı üzerimize. Şükür!
Ve artık savunma bitti, şimdi “HÜCUM!” zamanı…
***
Metin üzerinde aşağıdaki küçük düzeltmeleri dikkatinize arz ederim:
Daha derli toplu söylemek gerekirse “Anadolu üzerine, gelecek senaryoları yazan millet yok gibidir.” Dense yeridir.
Daha derli toplu söylemek gerekirse “Anadolu üzerine, gelecek senaryoları yazmayan millet yok gibidir.” Dense yeridir.
Hala öyle diyeceğiz lakin artık mızra, çuvala sığacak gibi değil.
Hala öyle diyeceğiz lakin artık mızrak, çuvala sığacak gibi değil.
Bu itibarla Türkiye üzerine plan yazan millet yok gibi
Bu itibarla Türkiye üzerine plan yazmayanan millet yok gibi
Haklılığımızın ilk işaretini aldığımızda takvimler, 15 Temmuz 2015’i gösteriyordu.
Haklılığımızın ilk işaretini aldığımızda takvimler, 15 Temmuz 2016’yı gösteriyordu.
Teşekkür ederiz E.E.
Makalede bir bölümde geçen ve düzeltilmesi gereken yanlış.
Atatürk’ün boşandığı eşi Fikriye Hanımın sabetayist olduğu konusu Atatürk’ün boşandığı eşi Latife Hanım olarak makalede cümle yanlış yazıldığı anlaşılıyor.