“2017’nin ilk dört ayı, 21.Yy Türkiyesinin temeline konan, ilk tuğlanın bir “Ateş Tuğlası” olduğunu göstere göstere geçti.” diye yazacak tarih. Ama kanaatimiz o ki bu ateş tuğlasının, “fırından henüz çıkma sıcaklığı” ilk dört ayın sonunda da eksilmeyecek. Hatta arttıkça artacak. Zira söz konusu tuğla, alalade bir toprak parçasından dökülmedi; “Dünyanın Merkezinden alınmış olan “magma”dan şekillendirildi. Bu itibarla, duvarındaki boşluğu kapatsın diye örüldüğü “Anayasa Binası” başta olmak üzere, 20 Yy’la ait hukukun ya da hukuksuzluğun dayattığı her şeyi yakıp kül etmeye namzet bir sürecin de tetikleyicisi olacak. Veyahut da “Yaşlı Ağaç”a girmiş kurt gibi davranmak, onun karakterini teşkil etse gerek…
Efendim! Ahval dergimizin birinci sayısı elimizde… Bu yazıya, ilk sayıya emeği geçenleri kutlamadan başlamak nankörlük olur. Sağ olsunlar, var olsunlar! İnanıyoruz ki hâl-ü “Ahvali”miz daha da güzelleşecek ve ufkumuzu açacak. O halde, Tercüman-ı “Ahval”deki yolculuğumuz, kutlu, mutlu ve her daim olsun; inşallah!
Eski dilin tarifiyle “mecmua”mızın ilk sayının kapağı güzeldi. De, arka kapağını da yabana atmamak lazım. Sade, yalın ve çarpıcı! Ne diyordu başlıkta: Anayasamız Kur’an’dır! Bugünlerin ruhuna uygun; tam da kapaklık bir konu, diye geçmişti aklımızdan, dergiyi elimize aldığımızda. Neyse ki “Editoryal Akıl” fakiri yanıltmadı. Ve ikinci sayının kapak konusu olarak “Anayasanın Ahvali”nin belirlendiğini öğrenmiş olduk. Bu nedenle fakir de “Anayasa” konusuna bir giriş olsun diye klavye başındayız.
Vallahi, pek çetrefilli bir konu bu anayasa meselesi… Diğer ulusları olduğu gibi biz Türkleri de yeterince uğraştırdı/uğraştırıyor ve galiba uğraştıracak da… Belki bir umut, nihai uğraş, 2023’te verilecek. Ve inşallah son bulacak bu “Kararsız Karmaşa Mücadelesi” ya da “Hukuku Yamalama Karmaşası” diyelim. Bir dua niyetiyle…
Türklerin devlet serüvenleri açısından ilk Osmanlı’da başladı “Anayasa’l Tarihçemiz…” Genç Osmanlıları kışkırtan, Londralı Majeste’nin bizzat kendisi oldu diye bilinir. Ve başta devrin yazarlarından Namık Kemal’in hususa dair yazı ve çizisinin akabinde paşalarından Mithat ve Avanesi, “İsterüz de isterüz!” deyu, nesebi İngiliz’e ait olan “Meşruti Monarşik Sistem”i dayattılar hanedana. Bunun için bir sultan cinayete kurban gitti: Abdülaziz Han… Bir sultan, “Delidir” iftirasını kayda geçen bir rapor ve “Doktorlar Darbesi”yle azledildi. Ve sıra geldi Şehzade Abdülhamid’e. Koşullu olarak geçirdiler onu tahta. Şart, “Anayasa yapma zorunluluğu ve sembolik sultanlık”tı.
Zoraki… İngiliz ağzıyla konuşan bu avanenin şartına uydu Sultan Abdülhamid ve “Kanun-u Esasîsi”nin hazırlanması emrini verdi. Kânûn-ı Esâsî, Fransızca’dan ithal Osmanlıca bir terkip olup “Temel Kanun” anlamındaydı. Osmanlı Devleti’nin ilk ve son anayasası olarak kabul edilen Kânûn-ı Esâsî, 23 Aralık 1876’da ilan edildi. Yaklaşık iki yıllık hayatiyetinin sonunda 1878’de devleti Ayestefanos’ta batmaktan zor kurtaran Abdülhamid tarafından askıya alındı. Fakat 33 yıllık bir aradan sonra 24 Temmuz 1908 İhtilali sonucunda yeniden yürürlüğe girdi. Ve İmparatorluğun, 1 Cihan Harbiyle birlikte çökmesi sonucunda, yerine bina edilecek olan Türkiye Cumhuriyeti’ni tarih sahnesine çıkarmak için Ankara Meclis’i marifetiyle yürürlüğe konan Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun kabul edildiği 20 Ocak 1921 tarihiyle birlikte mülga sayıldı. Ancak 1921 ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olan kanunda yapılan değişikliğin yürürlüğe girdiği 24 Mayıs 1924 tarihleri arasında ise kısmen yürürlükte kaldı.
***
1921 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası sayılan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, aslında bir bakıma, anayasa yerine geçen ilkeler bütünüydü. Türk Hukuk tarihinde, 85 numaralı ve 20 Ocak 1921 (20 Kânun-ı Sani 1337) tarihli bir temel kanun olarak resmiyet kazandı. 23 madde ve bir ayrık maddeden oluşmaktaydı. Bu sebeple kısaydı ve çerçeve kanun ya da anayasa niteliğinde bir belge olarak kabul edildi. Teşkilat-ı Esasiye Kanununda, 1923 yılı itibariyle bir değişiklik yapıldı. Ve bu maddeyle birlikte yönetim şekli yani rejim değişti. Ve Cumhuriyet ilan edildi. Zaten, ilk değişiklikle birlikte, mevzubahis kanun, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olma özelliğini de yakalamış oluyordu. Doğruyu söylemek gerekirse; bu kanun, bir anayasa için gerekli olan norm, kabul için oy oranı ve maddelerin özü yönünden yeterli değildi. Lakin şartların gereği olarak, üzerinde pek fazla durulmadı ve Türkiye’nin ilk anayasası olarak işlev görmesi gerektiği kabul edildi ve öyle de oldu… 1876 yılında yürürlüğe giren Kanun-u Esasî de resmen ilan edilmemişti fakat Osmanlı’nın ilk anayasası olarak tarihin sayfalarında yerini aldığı da bilinen bir vak’aydı.
***
Ve yıllar, hukuk alanında “Esas Kanun’un hakimiyetiyle aktı geldi.
Artık darbe zamanıydı. 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askerî darbe olarak bilinen 27 Mayıs İhtilali, kara bir leke gibi düştü Türkiye Tarihine. Emir komuta zinciri içinde hayata sokulan bu ana darbe, 37 düşük rütbeli subayın planları ile icra edilmişti. Bu cuntacı subayların emrindeki askerler kullanılarak, önce ordu komuta kademesi etkisiz hale getirilmiş; sonra da başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Başbakan ve hükümet üyeleri tutuklanmış ve “Atatürk’ün Anayasa”sı olarak bilinen Teşkilat-ı Esasiye Kanunun askıya alınmıştı.
1960 Darbesinden sonra yazılan ve 9 Temmuz 1961’de kabul edilen “1961 Anayasası” ile “1924 Anayasası” bir daha hatırlanmamak üzere yürürlükten kaldırılmış oluyordu. Darbecilerin yaptığı ilk anayasa ise 27 Mayıs’ın ardından, 37 yıllık bir dönemde yürürlükteydi. Bu arada gelişen politik yaşamın ve özellikle de çok partili siyasi ortamın ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir talimat olarak düşünülmüştü. Lakin sonradan görüldü ki 61 Anayasası, Soğuk Savaş dönemine aykırı olarak, özgürlükleri gereksiz biçimde arttıramış ve ülkeyi, bir kargaşa ortamına sürüklemişti. Bu husususa ek olarak, birçok hukukçu, Anayasa’nın ardından söz konusu özgürlüğü işletecek mevzuat ve mekanizmaların oluşturulamadağını da söylemekte ki… Doğru olsa gerek!
Ne yazık ki… 61 Anayasası’nın özgürlükçü içeriği sebebiyle 60’lı yıllar boyunca Liberal ve Sosyalist fikirlerin, ülke çapında ve halk katmanları arasında hızla yayılmaya başladığı görüldü. Bu arada işçilerin, sendikal hareketleri güçlendi; bağlı olarak, gerekli-gereksiz grevler, ekonomik ortamı zorlamaya başladı. Doğal olarak, bu gibi durumlardan hoşlanmayan kesimlerle anayasa arasında soğuk rüzgarlar esmeye başlamıştı. Asıl sorun, siyasetteki tıkanıklıklar olarak kendini belli etti. İktidar tarafından çözülemeyen sorunlar, terör olaylarının artmasına neden olmaktaydı. Bütün bunların müsebbibi kimdi dersiniz? Tabii ki sebep olan manasında 61 Anayasası kerih görüldü ve “Ana Kitap”a yöneltilen suçlamalar arttıkça arttı. Zira hiçbir iktidar sahibi, suçu üstüne almıyordu. Dedik ya kötü olan “Kitap”dı. Örnek mi? 1961 Anayasası, iktidarı uzun yıllar işletmiş olan, devrin Adalet Partililerince asla benimsenmedi. AP politikacıları sık sık anayasanın değiştirilmesi gerektiğini, mevcut anayasa ile ülkenin yönetilemeyeceğini ileri süre geldiler; kendi basiretsizliklerinin üstünü kapatmak için.
Bunun ortamın gereğiymiş gibi, “Apoletli Hastalık” yine nüksetti ve Ordu/TSK, 1971 yılında devrin hükumetine muhtıra verdi. Bunun üzerine hükumet istifa etmek zorunda kaldı. Ardından, partiler üstü bir yönetim kurularak 1961 Anayasası’nda değişikliğe gidildi. Böylece “Anayasal Yamalama” geleneği başlamış oluyordu. Lakin atalar demişti ki yıllar, yıllar önce: “Eski urba yama tutmaz!” Tabii ki haklı demişlerdi atalar lakin yeni urbayı kim dikecekti ki?
***
Ve yine nüks! “Yegane Yeni Urba Terzileri” 12 Eylül 1980 günü yine çıldırdı ve eski alışkanlıklarını bir kez daha tekrar ettiler. Yani “Bizim Çocuklar” iktidara el koyarak, sahnedeki yerlerini aldılar. Hiç hoş gelmedin fakat zoraki hoşgeldi 1980 Darbesi!
12 Eylül 1980 günü Ordu, TBMM’nin, görevini yapamaz hâle geldiğini ve ülkede, yaşama güvenliğinin kalmadığını gerekçe göstererek, “emir ve komuta zinciri” içinde hareket geçip yönetime el koyduğunu açıkladı. Ardından, ülkenin her şeyi sayılacak olan Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. Ve bu Konseyi’in çıkarttığı “Anayasa Düzeni Hakkında Kanun”la birlikte 1961 Anayasası’nın yürürlülüğü resmen sona ermiş oldu. Mevzubahis kanun, bir önceki anayasada; “TBMM’ye, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosuna ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkileri, Milli Güvenlik Konseyine; Cumhurbaşkanına ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkileri de Milli Güvenlik Konseyi Başkanı’a devrederek işi hal yoluna koyuyordu güya. 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren ve tabii ki geçici olarak…
***
Ve şimdi sırada 1982 Anayasası olarak da bilinen TC Anayasası vardı. Bu yasayı hazırlamak da kolay oldu. Çünkü paşalar” emretti ve bir gurup Anayasa Profesörü, oturdu ve çalakalem yazdı. Ne hikmetse halk da onayladı, hem de görülmemiş bir oy oranıyla, neredeyse yüzde dosan dokuz… Tarih 18 Ekim 1982… O günden beri Türkiye, ilk dört maddesinin değiştirilmesi ve değiştirilmesini önermek kesinlikle yasak olan 1982 Anayasası ile yönetilmekte. Sahiden o anayasayla mı? Eğer, aşağıdaki yıllarda yapılan değişiklikleri ya da yamalamaları saymazsanız evet, o anayasayla hemhaliz.
1982 Anayasasındaki ilk değişiklik, kabulünden on bir yı sonra, 1993 yılında gerekli görüldü: Aslında basit bir değişiklikti yapılacak olan. Tek yama… Bu değişiklikle birlikte Radyo ve televizyon yayınları üzerindeki devlet tekeli kaldırılmış oldu. 1995 yılında yapılan değişiklikle birlikte, 80 Darbesinin meşruluğunu savunan cümleler metinden çıkarıldı. Çok iyi oldu… Bununla yanısıra sekiz on değişiklik daha yer aldı pakette. 1999 yılı değişikliğiyle özelleştirmenin önü açıldı ve iki konu daha hal yoluna konuldu. 2001 yılı değişiklik paketinde, temel haklarla ilgili genel sınırlandırma sebepleri kaldırıldı. İlaveten sekiz husus daha düzeltildi. 2002 yılı değişikliğinde iki madde vardı ve “terör” kavramı “Kitap”a girmiş oldu. 2004 yılı değişiklik paketi beş maddelikti ve en ilgi çekeni ise ölüm cezasının kaldırılmasıydı. 2005 yılı paketi de beş maddeden ibaretti Bu maddelerden biri de banka açmayla ilgiliydi. Ve bahis mevzuu yetki, Bakanlar Kurulundan alınarak BDDK’ya verildi. 2006 yılındaki tek maddeyle birlikte milletvekili seçilme yaşı 30’dan 25’e indirildi. 2007 yılında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi benimsendi. Ve konuya dair, toplam yedi madde, yasaya girmiş oldu. 2010’da ise o yıl oylanacak olan referandum ile yapılan değişiklikler yamalandı.
Ve gelindi son yamaya: Yani 2017 yamasına… Ancak bu öyle bir yama ki milletin temsilcileri, daha önce olduğu gibi birtakım maddeler üzerinde tali yamalamalarla oyalanmak niyetinde olunmadığını cümle aleme deklare etmiş olmalı ki sadece içeride değil, dışarıda da bir nevi siyasi depreme neden oldu dense yeridir. Almanya karıştı, Hollanda karıştı ve birçok devlet bu hususta, “Ben de varım!” der gibi gözünü ve tabi, “komplolarını” ülkeye ve halka dayatma yarışına girmiş durumda. Bu nedenle durum çok kritik!
İşte, böylesine çetrefilli bir konu Anayasa konusu… Dedik ya yazının başında: ““2017’nin ilk dört ayı, 21.Yy Türkiyesinin temeline konan, ilk tuğlanın bir “Ateş Tuğlası” olduğunu göstere göstere geçti.” diye yazacak tarih.” diye…
***
Yazının burasında, arzumuz odur ki mevzuya kısaca “Magna Carta” olarak bilinen ve “Büyük Ferman” anlamına gelen “Magna Carta Libertatum”dan bir alıntı yaparak girelim: “Hiçbir özgür insan, kendi benzerleri tarafından, ülke kanunlarına göre, yasal bir biçimde muhakeme edilip hüküm giymedikçe tutuklanmayacak; hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanundışı ilân edilmeyecek, sürgüne yollanmayacak ve hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacak.”
19 Haziran 1215 yılında; “Tanrı’nın önünde diz çöktük.” diye başlayan Büyük Fermanı kaleme alanlar Papa Üçüncü İnnocentius, Kral John ve Baronları, İngiliz Ülkesindeki teb’aya mensup insanları tam güvenceye alacak bir belge imzalamışlardı. Belge, Latince yazılmıştı ve 61. maddesinde şöyle diyordu: “…… kapsamlı ve sürekli bir istikrardan faydalansınlar diye… Baronlar kendi aralarından yirmi beş kişi seçecek. Seçilenler, tüm güçleriyle bu fermanla teyit ettiğimiz ve kendilerine bağışladığımız barış ve özgürlükleri uygulayacak; buna uyacak, diğer tarafların da uymasını sağlayacaklar.”
Alıntılardan da anlaşılacağı üzere bu belge ile kral, ilk kez yetkilerini kısıtlamış oluyordu. Bunun karşılığı olarak halka bazı hak ve özgürlükler tanıma ferasetini ve iyi niyetini gösteriyordu. Çağdaş anayasal sistemine gelinceye kadar yaşanan süreç içerisinde geçirilmiş olan “Yönetenden yönetilene hak devri” basamaklarının belki de birincisi olarak Magna Carta, tarihin en mühim belgelerinden sayılmakta.
Belge, kralın bazı yetkilerinden vazgeçmesini, kanunlara uygun davranmasını zorunlu kılıyordu. Bununla birlikte hukukun, kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunun altını çiziyordu.
Günümüzden 800 yüzyıl önceki sosyalitenin önemli bir gerçeği olarak, toplumun var olan katmanlarını oluşturanların toplumsal güçlerinin sınırlarını ihata ediyordu. Bununla beraber, adaletli ve prensipsel bir sosyodenge kuran belge kral, din adamları ve devlet adamlarının halk karşısındaki konumunu sınırlandırmakla kalmıyor; hudutlarını, kalın kalemlerle çiziyordu.
İlaveten; yetkiler, yeniden belirlenirken yukarıdan aşağıya doğru azaltıyordu. Doğal olarak bu belge, özgün şartlarıyla günümüz hukukunun da temeline belirgin bir taş koyuyordu.
Elbette Avrupa tarihinde Milat evvelinde ve 700’lü yıllarda varlığı ortaya çıkan Antik Yunan Siteleri ve Roma Krallığı önemsenecek kadar mühim bir “Anayasalımsı” sisteme ve “modernimsi” hukuk anlayışına sahipti.
Ancak gözardı edilen her iki uygarlık Milat’ın ardından, 4. Yüzyıl’da çökünceye kadar köle toplumuydu. Bu yapılarıyla dört katmanlı bir “kast”ın sahibiydiler; gevşek bir Hindistan sosyalitesinin mustralığı olarak.
En dipte, parya altı kölelerin bulunduğu kastın, üst ve önemli katmanlarını yönetici tabaka, soylular ve rahipler oluşturmaktaydı. Söz konusu elitler ve paryatik köleler arasında ezici yığın olarak halk vardı.
Yukarıda sözü edilen “Anayasalımsı hukuk sistemi”nin kapsayıcılığı ise sadece royalik elitlerle sınırlıydı. Yönetici/Sezar, royalite ve ruhbaniyeti ayrı ayrı koruma altına almış olan teorik zırhlar koruyuculuğundaki katmanlar, fevkâlâde yetkilerle donatılmış bir toplumsal gettoda rahat ettiren bir anayasal hukuka tabiydi.
Ne halk yığınları ve ne de köleler, mevzubahis anayasal hukuk kapsamına dahil değildi; onların hukuku, hukuksuzluk ya da günübirlik ve kişiyegöre hukuka tabiydiler.
Günümüzde sözü edilen “Elitler Demokrasisi” veya “Oligarşik Cumhuriyet”in arkaik tipografyası diye bilinecek Antik Avrupa Sistemi, Magna Carta’nın öncesi sayılmaz; ayrı şeyler olarak değerlendirilmelidir. Zira iki dönem arasındaki en önemli fark, Büyük Ferman’ın geniş yığınlar -hem de kastın en altından başlayarak yukarı doğru- lehine yönetim kademesinin yetkisel feragatıdır.
Bu itibarla mühimdir.
***
Kadim çağlardan itibaren tarihe giren saltanat anlayışının insanlığı, “alt-üst” düalitik formatıyla ikiye bölen geometrisinin yönetsel tarifi ve belirleyeni “Hanedanlık” adını ve zihni paradigmasını taşımaktaydı. Bu anlayışın, terminolojiktekno düzlemindeki tarifi ise beşeri sektörleri soylular ve buradan hareketle “soysuzlar” şeklinde biçimlendiriyordu. Bu biçem, birçok toplumsal organizasyonlarda “Hanedan ve Ahali” şeklinde iki kamptı. Roma ve Antik Yunan’da ise “Oligarşi ve Halk”tı. Bunun belirleyeni, birinci formatta “Tanrı ve toplum mesafesi” ikincisinde ise “bilgi ve toplum aralığı”ydı. Sözü edilen mesafenin yakınlığı/uzaklığı her iki durumda da sosyal statüyü belirliyordu. Ve bu bir postülattı.
Bu anlamda geleneksel topluluklarda ön kabulle yer edinmiş olan “Hanedanlık,” sözü edilen Antik Grek ve Roma düzleminde “Elitler” olarak karşımıza çıkıyordu. Ancak kutsanan grup, gerek hanedan olsun ama gerekse elitler olsun, nihai noktada aynı yerde konuşlanmıştı; İmtiyazlı topluluk, müstesna aile ve seçkin aydınlar olarak…
Buradan hareketle demek istenen o ki Demokrasinin kısa tarihi içerisinde “Kutsanan” ve bir nevi küçük harfle “şarki asr-ı saadet” olarak anılan Grek ve Roma idari anlayışı, “Lanetlenen” saltanat anlayışından farklı sayılmazdı ve demokrasi dışı “sulta” idarelerinden bir çeşniydi.
Lakin kanatimiz o ki… 12. Yy’ın ilk çeyreğinin yarısından itibaren Magna Carta’yla girilen İngiliz modeli, farklı bir parselasyon duruşu olarak, demokrasi tarihinin ilk mihengi sayılabilir.
***
Bu arada… Hem Asr-ı Saadet demişken, hem de proto yönetim modellemesine önemli bir örnek olarak Arabistan’a uzanmak ve Hicaz bölgesinin 610 ile 660 yılları arasındaki elli senelik dönemine de bakmak icabeder.
Bilindiği üzere, hayatımızın yegane örneği olarak “Efendiler Efendisi’nin hayatında 610 tarihi, Risalet’in başlangıcı olarak biliniyor. Lakin O’nun takviminde, Risalet’in üzerine konan on iki yıllık bir süre, tamamen akaidin tesisiyle ilgili olup herhangi bir yönetsel dahiliyet ihtiva etmemekte. Ne zaman ki Hicret vuku buluyor, Nebi’nin önünde “Dinin Peygamberi” sıfatının yanı sıra “Resmi Sosyoorganizasyonun İnşacısı” olma durumunu da getiriyordu. Bu sebeple yönetim düzleminde, yazıyı alâkadar eden yıllar, O’nun hayatındaki son on yıl olarak şekillenmekte.
O’ndan sonraki otuz yıl ise on yıla eklemlenen “Hulafa-i Raşidin” dönemi yani Dört Halife Devri olarak almış yerini İslam tarihinde.
Burada, Hicret’in akabinde Efendiler Efendisi’nin “Medine Önderi” vasfını kazanmış olması bir seçim gerektirmiş değil; ilahî açıdan bir murat, insani açıdan doğal bir tercih olarak karşımıza çıkıyor.
Sözü edilen toplumsal tercih de haddızatında bir seçim ve onaylama hâli sayılabilir kanaatindeyiz. Zira seçime de gidilse sonucun değişme ihtimali yoktu. Çünkü eylem, ikinci bir namzetin esamesi okunmayan bir seçim olacaktı ve nihai durumda da Son Nebi galip olarak çıkacaktı seçimden.
Bu arada, unutmadan: O devrin şartlarında, bölge ve hakim kültürde zaten bir seçim vardı ve bunun adı “Biat”tı. Bu bağlamda Medineliler, Hicret’ten evvel iki kez Mekke’ye giderek, Akabe arazisindeki ünlü bodur çöl ağacının gölgesinde, Allah’ın Elçisi’ne biat etmiş ve şifahi bir sözleşmenin altına “ant” basmışlardı.
Zaten Son Resul, Akabe Biatı sebebiyle ve davetli olarak gitti Diyar-ı Yesrib’e. Ve orada itirazsız kabul gördü. Hem de Medine mücavirinde mukim üç Yahudi kabilesinin de açık bir itirazına maruz kalmadan.
Çok sürmedi ve sözü geçen üç Yahudi ve iki Arap kabilesinin ileri gelenlerinin ön kabulüyle “Medine Sözleşmesi” imzalandı. Halk ve idare arasındaki ilişkiyi belirleyenlik zaviyesinden bakıldığında Magna Carta neyse Medine Sözleşmesi de benzer bir konumdadır hatta daha ilerideydi de denilebilir onun için.
Hemen söyleyelim: Zannedildiği gibi “Sözleşme,” dinsel bir metin değildir. Tıpkı Carta gibi dünyevi karakteri haizdi. Bununla birlikte, her iki belgede de imzanın başat tarafı, teolojik unvana sahip şahsiyetler olarak karşımıza çıkmakta. Magna Carta’ya imza atan birincil şahsiyet Hristiyanlığın en tepe otoritesi olan Papa… Öte yanda Efendiler Efendisi… Ancak Allah’ın Elçisi, “Sözleşme”yi Peygamber olarak değil, yeni kent statüsünün yöneticisi olarak mühürlerken; beri yanda Papa, fermanı dinsel lider olarak imzalamıştı.
Carta’nın diğer imzacıları ise Kral ve Baronlardı; yani imza töreninde Avam/Halk yok sadece Ruhbanik ve Monarşik otoritenin varlığı söz konusuydu. Oysa “Sözleşme”de Son Nebi’nin karşısında halkın temsilcileri yani kabile reisleri bulunmaktaydı ve o reisler, çadır komşuları olarak kendileri gibi yaşayan kabile mensupları adına imza atmaktaydılar.
Carta’daki imzacılar, her ne kadar ayrı mezheplerin müntesipleri de olsalar nihai durakta Hristiyan inancına dahildiler. Halbuki Sözleşme’yi kabul ve imza edenler Müminler, Münafıklar, Müşrikler ve Yahudiler olarak toplaşmış olan içtimai farklılıklardan oluşmaktaydı.
***
Kanaatimiz odur ki bütün bu ve benzer parametreler Sözleşme’yi, Carta’nın önünde bir yere koymakta. Her ne kadar küresel kabul, “Medine Akidi”nden söz etmese ve -biz dahil- tüm dünya kamuoyunun önüne, Magna Carta’yı koysa da tarih hakikati bilmekte.
Yine aynı husus üzerinden devam edelim: Her iki vesikanın uygulanmasında görünen aksaklık ve aksamazlık da neyin ne olduğunu anlamamıza yardım edecektir zannımızca.
Birleşik Krallık’ın Hristiyan toplumuna uygulanan Magna Carta belgesi, temel olarak kralın, dini önderi olacağı Milli İngiliz Kilisesi’nin resmi mezhebi olan Anglikanizm Protestanlığını baz alacaktı ve Calvenist Hukuka göre formatlayacaktı ülkeyi. Oysa ülke içerisinde her daim Katolik kalacak olan İrlandalılar da onlarla aynı Keltik kandan gelen İskoçyalıllar da bulunmaktaydı. Ve her iki toplumda, muhalif damarın inatçılarıydı.
Ancak Ferman, onlardan her daim Vatikan’ın azat kabul etmezleri olan İrlandalılar için bir sorun teşkil etmedi zira Papa, Tudor Kralı’yla anlaşma ve imzalaşmayı onlar adına yapmıştı.
Bu anlamda… O esnadan başlayatrak ilerleyen devirler içinde de yönetim esnasında kral, İrlanda Katoliklerine pozitif ayrımcılık uyguladı; uyguluyordu ve uygulayacaktı: Bu bir nevi “aforoz” korkusuyla “Dini Bütün Katolikler”i kayırmaca mecburiyetiydi. Bu sebeple ve buna rağmen Magna Carta, zamanla aksamaya başlayacaktı.
Sadece bu değildi elbette Carta’yı topal yapan. Ülke halkı arasında “Pürütenler” olarak bilinen bir dinsel topluluk oluştu zamanla. Ki onlar ne Kral’ın mezhebinden oldular ve ne de Papa’yla bir irtibatları kaldı. Katoliklere uygulanan “Pozitif kayırmacılık,” zamanla Pürüten dünyada negatife dönüşüyor; söz konusu mezhebin müntesipleri, Carta’nın demokratik meyvelerinden istifade edemiyorlardı. Aksine Kral ve Baronları, hukukuna saygı göstermediği Pürüten ahalisini, bir nevi Fundamentalist addederek baskı altında inletiyordu.
Elbette Magna Carta, özgürlükçü anlayışı içerisinde serbestisini de haviydi. Ancak Kral ve Baronlarının baskısından bunalan Pürütenler, bir çıkış yolu olarak Amerika kıtasına göçmek istedi lakin ilk katarın dışında kalanlara Royalsaray Buckhingam, buna dahi izin vermedi. Halbuki o yılların devamında, teb’anın bir parçası olan İrlandalılar, akın akın karşı kıtaya göçüyordu ki bu da kayırımcılığın bir ayrıcalığıydı.
Pürütenler üzerindeki, bir nevi “Anti-Carta” baskısı, zamanla o kadar arttı ki sonunda dindar bir feodal olan Oliver Cromvell, vekil olarak Pürüten cemaatini temsilen Parlamento’ya gitti. Daha sonra gelişen bir takım tarihi olayların sonunda Krala ve Aristokrasi’ye karşı isyan bayrağını açan “Parlamento Ordusu”na katıldı hatta lider oldu. Mücadele neticesinde Kral Birinci Charles, alaşağı edildi sonra da infaz… İlginç bir gelişme olarak, İngiliz tarihinde ilk ve son olarak Cumhuriyet idaresine geçildi; böylece, adına “Restorasyon Cumhuriyeti” ya da “Commonwelt Dönemi” denilen Cromwell tipi halk idaresi devri başladı. Tarihler, 1660’ı gösterdiğinde Pürüten Oliver, ülkenin Cumhurbaşkanıydı ve 61 yaşındaydı.
Böylece ve bir oldu bittiyle kurulan Cumhuriyet idaresi “Magna Carta Anayasası”nı bir önceki Monarşi’ye göre daha rantabl ve adil uygulayabilirdi ancak uygulamadı. Bu kez de Pürüten başkan, aynı Carta’nın gölgesi altında, kendi mezhebinin dışındaki Hıristiyan halkı baskı altına aldı.
Durum, ümit edilenden daha kötü olmuştu. Anlaşılan o ki halk, sonuçtan mutlu ve memnun olmadı ve Cumhuriyet’e Monarşi’yi tercih etti. Kısa bir süre sonra İskoçya soylularından biri; başkente yürüdü; Pürüten Cumhuriyeti’ni yıkarak tekrardan, Stuartları tahtlarına tekrar oturttu. Onların da ömrü uzun olmadı ve otuz yıl sonra Almanyalı Hannoverliler geldi. Böylece İngiliz tahtı, Almanyalı bir hanedanın eline geçti. Halen onlarda…
Bütün bunlara karşı Medine Vesikası ve uygulamasına bakıyoruz: Son Nebi, mührünü bastığı ve taahhüt ettiği haklar hususunda Mümin, Münafık, hâlâ kalmışsa Müşrik ve Yahudi toplumlarına, en adaletli devlet hâliyle hükmetti.
Çünkü Sözleşme, uygulamada yepyeni bir açılım getiriyordu: Her cemaati, kendi Teolojik hukuk anlayışıyla yargılamak; sevk ve idare etmek… Böylece, belki de dünya tarihinde bir ilk hayata geçiriliyordu ve bu ilk, yönetim sanatında bir devrimdi. İşte, Sözleşme, sadece bu özelliğiyle bile aşılmaz bir hususiyetin maliki olarak orada duruyor tarihteki müstesna yerinde.
Hendek Savaşı’nda, Mekkeli saldırgan Müşriklerle gizli ittifak içine giren ve Sözleşme’deki imzalarını hiçe sayan Yahudi kabilesi –galiba- Kurayzaoğulları-nın ihaneti ortaya çıkınca, sabitleşen suça karşı cezai müeyyide uygulamak şart olmuştu.
Son Nebi sordu, onların ileri gelenlerine; “İslam hukukuna mı yoksa Musevi hukukuna göre mi yargılanmak istersiniz?” diye. Hayatta kalma ihtimallerini hiçe sayan Kurayzalılar, İslam hukukunun affediciliğini değil Museviliğin ihanete hükmettiği idamı tercih etti ve infaz edildiler. Bu bile bir tercih serbestisi ve özgür bir idare yansıması olarak tarihe geçti.
Görüldüğü üzre Medine Vesikası, uygulamada da adalet ve hukuk çeşitliliği devriminden ayrılmamış ve Magna Carta’nın önüne geçmişti.
***
Hz. Muhammet’in vefatının arkasından yönetim, “Peygamber Hanedanı”na devredilmedi elbette. Yine, “Biat Yöntemi”yle belirlendi ümmetin idarecisi. İlk Biat vaktinde Halife olarak, Hz. Ali ve Hz. Saad’ın adları geçmesine rağmen cemaat ileri gelenleri, Hz. Ebubekir ismi üzerinde birleşti ve ona Biat ettiler. Doğal olarak Ümmet, karara uydu…
Resul’ün, Ahiret’e irtihaliyle yeni bir sayfa açılmaktaydı Hicaz’ın kuzeyinde… Buna sebep, birinci halifenin devrinde tamamlanmış olan bir kitap: Kur’an… Bir nevi, bütüncül bir anayasa da sayılabilecek olan Kur’an, ondan sonra yeni toplumun adaletle yönetilmesinde yeterli oldu.
İkinci hilafet yılında ölüme yatan birinci halifenin sulbü, dünyada devam ediyordu ve elbette oğulları da vardı onun. Buna rağmen o, hanedanlığa yeltenmedi. Yerine oturacak şahıs olarak, Hz. Ömer’i işaret etti. Ebubekir’in Hakk’a yürümesinin akabinde Müminler, işaret edilen zat üzerinde birleşti ve Hattaboğlu Ömer, Biat edilen ikinci halife oldu. Onun, icraatlarında ve yönetim aşamalarında uyacağı “Kurallar Kitabı” da elbette Kelam-ı Kadim’di ve Kur’an ikinci halifenin on yılında da genişleyen ve Arabistan’ın çok uzaklarına taşan imparatorluğu idarede, tek hukuksal başvuru kaynağı oldu. Tabii ki hiç bir yönetsel boşluk ve aksama yaşanmadı; sistem, tıkır tıkır işledi.
Üçüncü Halife Osman’ın seçimi, Hz. Ömer’in önerdiği birkaç kişilik listeye bağlı kalınarak ve istişareyle yapıldı.
Hilafeti esnasında Hz. Osman da ilk iki halifenin yolundan ayrılmadı lakin yıl be yıl Resullulah’tan ve onun şehrinden uzaklaşan İslam memleketinin bazı bölgelerinin ahalisi yönetimden pay istemeye başlamışlardı. Bu anlamda çıkartılan bir isyan sonucunda üçüncü halife, seksen yaşında hunharca katledildi.
İlk üç halifenin seçimi, Son Nebi’nin hayatında yaşadığı bazı olaylar ve o olaylar sonucunda ortaya çıkan hadislerdeki sıralama dördüncü halifenin kim olacağının da tahminine yardımcı olmaktaydı. Üstelik O’nun yaşamında, en yakınında bulunanlar dizisinde ilk dört kişi arasında Hz. Ali de vardı; diğer üçü ilk üç halife olarak tarihteki yerlerini almışlardı.
Ancak Ebu Talipoğlu Ali’nin hilafetini belirleyen etken bu değildi. Zira Üçüncü Halife Osman’ı şehit eden Yemen, Mısır ve Irak’tan derlenen isyankârlar grubu, ülkenin siyasetine de hakim olmuşlardı. Bunlar, hususiyetle bir Irak şehri olan Kufe’de mukim halk, Hz. Ali’nin halife olmasında ısrar etmekteydiler. Günümüzdeki tarifle ortada bir darbe vardı ve doğal olarak Hz. Ali, darbecilerin adayı olmak istemedi. Ve galiba, Hz. Osman’ın seçilmesinde kullanılan “Şura Yöntemi”ni önceliyordu dördüncü halifenin seçimi çerçevesinde. Hatta eğer söz konusu yöntem uygulanmış olsaydı yine Hz. Ali seçilirdi lakin ondan daha önemlisi bu şura birincisi gibi belirlenmiş dar bir kurul olmayacak ve bir bakıma daha geniş katılımlı “Serbest Şura” olacaktı. Bu hâliyle ilk üç seçimden daha “Demokratik” sayacaktık biz onu.
Ancak olmadı! Hz. Ali, istemeye istemeye hilafeti kabul etti. Yönetim şartını ve akabindeki günlerin siyasetinin belirleyicisi isyankâr darbeciler olduğu için sonuçtan, ne halifenin kendisi ve ne de halk memnun oldu. Gide gide meşruiyeti tartışmalı bir yönetim hâlini alan dördüncü halife ve dönemine itiraz, sadece halktan değil; devletin bürokratlarında da geliyordu artık.
İslam’a duhuliyetlerinden beri gözlerini en başa dikmiş oldukları söylenen Ümeyyeoğulları kabilesinin başındaki şahıs, aynı zamanda Şam merkezli Suriye’ye de hükmediyordu. O adam Muaviye’ydi.
Muaviye, hırsı nedeniyle Resulullah’ın damadı ve torunlarının babası olan Dördüncü Halifeye rahat vermedi. Hatta isyan bayrağını açıp onunla pervasızca savaştı.
Sıffın Savaşı olarak bilinen ve tefrikanın tavan yaptığı o karşılaşma, İslam’ı, siyaseten paramparça ettiği gibi etkisi zamanımıza kadar süregelen teolojik bir ayrışmanın da tetikleyicisi oldu.
Sonuç: Hariciler adı verilen agresif ve hatta teröre meyyal, günümüz Deaş’çılarını anımsatan bir grup doğdu. Bunlar, hem terörist hem de suikastçiydi. Hz. Ali, suikastçi bir Harici katilin hançeriyle şehit oldu.
Ve Asr-ı Saadet böylece kapandı.
Hz. Ali’nin büyük oğlu İmamam Hasan’ın altı ay gibi kısa bir halifeliğinin neticelenmesinin ardından ümmetin ve devletin yönetimi, Ümeyyeoğullarının o zamanki lideri konumundaki Muaviye’ye ve onun üzerinden sülalesine geçti: Ümeyyeoğullarının ya da Emevilerin. Bir oldu bittiyle yönetime çöktüğü anlaşılan Emevi Hanedanlığı’nın ikinci hükümdarı, tarihin lanetlediği bir adam oldu: Yezit…
***
Dönelim asıl konumuza…
Ne yazık ki Doğuda Medine Vesikası üzerinden başlatılan “Özgürlükçü Yönetim” Kur’an üzerinden, otuz yıl kadar devam etmiş lakin bir darbeyle sonuçlandırılmıştı. Darbe, tiranik yöntemleri benimseyen bir sülale hanedanlığına dönüşerek, ulvi ideallerle yandırılmış olan “çerağ”ı söndürdü ve o ışık kaynağı bir daha canlanmadı.
Fakat Britanya adası, aksak Magna Carta’sında direndi ve yeni Magna Carta’larla desteklenen sistemini, Demokrasi hâline getirmesini bildi. Ve onu taklit eden Fransa, İsveç, Norveç, Danimarka başta olmak üzere Almanya ve İtalya ile “Demokratik Avrupa”yı oluşturmada temel belge oldu.
***
Burada, Avrupa’nın ortasında yer alan bir ülke olarak Helvetia Konfedarasyonu da denilen İsviçre’ye özel bir başlık açmak gerekiyor. Bu ülke, Magna Carta’nın yayın tarihine denk gelen kuruluşuyla 13. Yüzyıl’dan günümüze, kesintisiz bir “özyönetim” deneymiyle katıldı dünya demokrasi tarihine. Helvetia adıyla 1200’lü yılların ilk çeyreğinde bir araya gelen bölge derebeyleri gevşek bir yapıyla federatif bir organizasyonu oluşturmuşlardı. Federal yapıyı oluşturan birimlerin her birine “Kanton” adı verildi. Kantonlar, her şeyden önce millet ve mezhep birliğine sahip de değillerdi. Alman, Fransız ve İtalyan anadilli Kantonlar, federatif yapının üç ayrı resmi dilimini de belirliyordu yani sınırlar içindeki herhangi bir resmi levha ya da tabela, üç dili de içermek durumundaydı. Çok sonra üç temel anadile “Romansça” adı verilen bir nevi “Çingene lisanı” da dahil edildi. Sistem, birbirinden tamamen bağımsız “Kanton Devletçikleri”nin uyumlu birlikteliği olarak yoluna devam ediyor.
Temel işleyiş formu olarak ikiye ayrılabilecek olan demokratik idarelerden, neredeyse tamamı “temsil” temelli. Yani halk grupları, kendi temsilcilerini seçiyor; seçilenler, bir kurum çatısı altında toplanıp ülkenin genel durumuna uygun yasa teklifleri veriyor; topluluk bu teklifleri görüşüyor ve oylamakta. Yasama yetkisini, halk adına kullanan temsilci meclisin onayladığı yasa, devlet adına atanmış/seçilmiş memurin tarafından uygulanmakta. Ki bu biçem, yönetimsel tarih içerisinde “Temsili Demokrasi” adıyla etiketlenmekte.
Bir diğer demokrasi çeşidini ise “Doğrudan demokrasi” olarak isimlendiriyor yönetim uzmanları. Uygulanma ihtimali ve uygulanma alanı neredeyse yok denecek kadar dar olan “Doğrudan Demokrasi Tekniği”nde, isminden de anlaşılacağı üzere, temsilcilik katmanı bulunmamakta.
Halk, belli sayıda insanı bir araya toplamak kaydıyla kanun teklifinde bulunma ve teklifleri doğrudan oylama, kabul etme ve etmeme hakkına sahip. Aritmetiği düşük, köy ve kasaba mesabesindeki bağımsız organizasyonlarda uygulama alanı bulabilecek olan bu demokrasi tekniği, en ilkel hâliyle Afrika kabilelerinde veya benzeri toplumlarda, sosyo-kural belirlemede hayat sahasına çıkmakta.
Modern devletlerin matematiğindeki yükseklik ve sosyal ciddiyet sebebiyle uygulanması zor hatta imkansız bir deneme olarak biraz ütopik sayılmakta.
Ancak İsviçre kantonlarının bazılarında, matematik bu kabi, doğrudan demokrasiye uygunluk arz etmekte. Birer köy veya kasaba mesabesindeki bazı kantonlar, yasama görevinin tamamı olmasa bile bir kısım yetkilerini halkına bırakmış durumda. Buna, yasama işlemini halk yerine getiriyordan çok, yasaları oylamada sık sık plebisit yöntemini kullanıyor demek daha doğru sayılmakta.
Bununla birlikte referandum bereketi, demokrasinin temsiliyet özelliğini halka yansıttığı için önemli bulunmakta. Kantonizm’in bir başka özelliği de –ki bir çok federatif yapıda durum böyledir- kantonların kanunlarını, kendi şartlarına göre yapıyor olmaları. Öyle ki bir husustaki karar, kantonlar arasında farklı farklı değerlendirilmekte; bazen taban tabana zıt bir sonuç doğurabilmekte.
Buna benzer bir uygulama da ABD’de karşımıza çıkıyor. Şöyle ki Federal Amerika’yı oluşturan elli küsur devlet içerisinde kanunlar, birbirine benzememekte. Mesela, bazı devletlerde idam uygulanırken, bazılarında bu konudaki karar, idamsızlık üzerine bina edilmekte…
***
Dönelim Magna Carta Britanya’sına…
1666 yılında Pürüten Cromwell eliyle kısa bir cumhuriyet denemesi yapan İngiltere; devleti, 1648’de İbranilerle tanıştıran/buluşturan adam olarak onu, yıkılan kısa ömürlü cumhuriyet tecrübesinin enkazına gark edilmedi.
Pürüten baba, “Devlet Kurucusu Lord” unvanıyla sekiz yıl sürecek zorunlu emekliliğe tabi tutuldu. Ancak ülkeye çok farklı bir deneyim yaşatmıştı ve bu deneyimin formatlanmasına, İbrani parmağını da katarak bir başka açılımın da fitilini ateşlemiş oluyordu…
Bu açılım, Amerika kolonisinde sektörel genellikten idari ulusallık çıkarmak; kısmi cumhuriyetlerden kümülatif demokrasi oluşturmak diye ifadelendirilebilir.
***
Biri, esrarengiz bir şekilde kaybolmuş olan 13 kabileden oluşan Yahudi toplumu, kendine has kurallara göre işleyen ve asla birbirine karışmayan “anane sektörleri”nden müteşekkil bir toplumdu. Enine ve dikine bir devinimle genleşen ve yükselen “Judikyan Kabileler,” birbirinden sosyal ve teolojik hudutlarla ayrılmış ancak bütüncül yapı içerisinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlı bir bağnazlığı da bünyesinde barındırmaktaydı. Kutsal Kitap Tevrat’ın ayanaçık ve müteşabih metafiziği, hem içtimai hayata, hem vicdani deruna kayıtsız şartsız hakimdi. Bu hakimiyet, müntesipler arasında ortak ideal ancak ayrı ayrı devinim öngörüyor ve insanlığın en disiplinli organizasyonunu oluşturuyordu.
12 Yahudi kabilesinin dinsel piramidinin derununa sızmış olan bir başka piramit veya piramitçikler vardı. Bunların en bilineni 16. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde ortaya çıkan Masonizm disipliniydi ve bunun da özeli Bin’ayi Brit geometrisi olarak sosyal disiplinde varlığnı hissettiriyordu. Gerek Yahudi Masonluğu olarak bilinen Bina’yi Britt ve gerekse Free Masonluk ve benzeri gizemli tarikatlar, teşkilatlanmada “Judikyan Kohenliği”nde öyle bir tecrübe biriktirmişti ki bu teknikle ahireti kazanmak namümkün lakin dünyayı kazanmamak imkânsızdı.
Anlaşılan o ki İngiliz Sarayı, Cromwell’in Cumhuriyeti ile Judikomasonların teşkilat tecrübelerini birleştirecek; onlara devletin Fundamentalist protestleri olan Pürütenleri de dahil ederek, kurulacak kolonilerle Kuzey Amerika da işbaşı yapacaktı. Sandığımızı yaptı…
1701’de, Yahudi aklının eseri olan buhar makinesinin plânlarını, o aklın sahiplerinden pazarlıkla aldı. Ve yine İbrani teknikerlerinin maharetiyle ateş, odun ve sudan can çıkartan “mucizevi makine”yi hayata geçirdi. Böylece, ülkenin dâhilerinin titiz çalışması neticesinde, kendilerini neomedeniyetin sahibi, dünyanın hakimi yapacak olan ameliye olarak “Sanayi Devrimi”ni başlattı.
Bundan üç çeyrek yüzyıl sonra da Amerikan kolonisini yıktı yerine, yukarıda sözü edilen koalisyon eliyle ABD’ni kurdurdu.
Yeni kıtanın ilginç devleti Mısır’ın, Babil’in, Roma’nın, İspanya’nın ve Osmanlının ortaklık yaptığı ve anlaşmazlığa düştüğü İbranilerdeki gizli gücün şifresini çözmüş olan Majeste’nin onlarla: ilelebet ortaklık kurma düşüncesinin bir ürünüydü ve ülkenin muhalif köktendinci muhalifleri olan Pürütünlerden kurtulmanın bir yolu olarak da ikinci kuşu vurma olanağı sağlıyordu Londra’ya.
Bir üçüncü faydası da vardı ve o da Birinci Dünya Savaşı’ndan ve bilhassa İkinci Savaş’tan sonra ortaya çıkacaktı.
***
19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Hint kıtasını topraklarına katarak akılalmaz bir genleşme ve genişleme yaşamış olan İngiltere böylece, “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk”unu kurmuş oluyordu. Eksik olan son iki parça daha vardı: Onlar da Osmanlı ve Romanof İmparatorlukları ve hükmettikleri uçsuz bucaksız arazilerdi. Bu imparatorluklardan biri Türklerin, diğeri Ruslarındı ve ikisi de 1701’de başlayan ve bir odun- bir tas sudan imal buhardan çıkan binlerce beygir gücü ve devasa enerji karşısında tek atlı kalmış; dolayısıyla “Neosanayi” yarışının henüz başındayken tıkanmıştı. Bilhassa birincisi, “Hasta Adam” olarak sıfatlanmış ve –bugün yarın- ölümü kesinleşmişti. İngiliz Majestesi’nin hedefinde öncelikle hastalıklı olan ve gün sayan birincisi vardı. Plân inceydi ve bunu, ikincisinin yardımıyla başaracaktı akabinde de mücadeleden bitkin çıkan ikincisini, tek vuruşla alaşağı edecekti.
Bu sırada, kolonizasyon yarışına “bir buçuk oyuncu”nun daha katıldığı görüldü: Bunlar, 1870 itibariyle Purusya etrafında ulusal birliğini kuran Almanya ve Sardunya çevresinde toplaşan İtalyanlar’dı. Hadi İtalyanlar neyse de daha işin başında densizlik ederek Almanlar, “Dünya mirası”ndan pay istemeye kalkışmışlardı. Birliğini kurar kurmaz yani cin olmadan adam çarpma denirdi buna. Haliyle Majeste, bunu karşılıksız koymazdı.
İngilizler ve Almanlar, kısa sürede kızışan politik ortamın rövanşını Türk imparatorluğu üzerinde yaptılar. Bu birinci raunttu ve savaşı, Birleşik Krallık kazandı. Almanlar, Memalik-i Osmaniye’nin çivisinde takılı olan “ceketlerini alıp” hiçbir şey olmamış gibi evlerine döndü; geride kalan muzaffer İngilizler ise müttefikleri Fransa ve İtalya’yla bir olup Osmanlı arazisini elli parçaya böldü ve sınırları cetvelle çizilmiş otuz küsur devlet soktular haritaya.
Osmanlı ringinde birinci raundu kaybeden Almanlar, ülkelerine döner dönmez, kasap sırasında bekleyen diğer İmparatorluk olan Romanoflu arazisine yönelmiş ve Çar ülkesinde köklü bir rejim değişikliğinin tetikleyicisi olmuşlardı: Bolşevikizm… Herr Hans, bununla kalmamış; Moskova’nın yeni yönetimiyle Avrupa’yı tehdit etmeye başlamıştı. Bu sebeple Majeste, “Osmanlı Operasyonu”nu mayalanmaya bırakıp “Avrupa Evi/Europa Dame”nin yolunu tutmuştu lakin yorgundu.
Çok sürmemişti; bu sefer de Almanya, başına geçirdiği Hitler adlı bir sınırtanımazı kullanarak, “ırkçı çılgınlık”ını tatmin için düğmeye basmıştı bile. “Çılgın Çavuş” bir hafta gibi kısa bir zaman diliminde tüm Avrupa kıtasını yutmuş ve Britanya adasına göz dikmişti. Messer Schmit uçaklarının, Londra semalarında görünmesinin ardından gün saymaya başlayan çılgın adam, pilotlarına sadece bir haftalık mühlet vermişti: Pilotlar, ya Londra’ya girecek ya da Manş Denizine çakılacaklardı. Gerçekten de yedinci günde Schimit pilotları, Britanya’nın anahtarını Hitler’in masasının üzerine koydular. Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk savaşa ancak bir hafta dayanabilmişti. İşte, bu Majeste’nin hesabında yoktu. Şaşkınlık had safhadaydı.
Majeste, tüm hesapları yeniden gözden geçirdi. Ardından Milli aritmetiği yeniden kurdu: Derin ideallerini Commenvelt’in en güçlü organizasyonu olan ABD’ye taşıdı ve derin İngiltere’yi Washington’daki ünlü saraya sakladı, Beyaz Saray’a… Britanya Adası’nda ise sadece “Sembolik İngiliz” kaldı ve ikincil bir Batılı devlet olarak sessizliğe büründü.
***
Derin İngiltere, gerçekten de çok soğukkanlı ve akıllıydı! O akıl, Magna Carta’dan başlayan yönetim tecrübesinin üzerine, kısa bir süre tacını, tahtını ve birikimini devraldığı ve 600 yıllık ömrüyle en uzun yaşayan imparatorluklardan biri olan Osmanlı yönetim tecrübesini de kattı. Bütün bu paradigmanın üzerine, Amerika’yı “Bir Dünya Devleti” olarak yeniden biçimlendirdi. İkinci Savaş’ın bitiminde, “Güneş Batmayan İmparatorluk” üzerindeki “Sahiplik” hakkını ve yetkisini ABD’ye devreden Londra, geri çekilir gibi görünse de işin başında ve derininde olmaya devam etti.
Şöyle ki herkes zanneder ama yanlış eder; ABD, gerçekte “Prezidentizm”le idare edilmez. Amerika Başkanı, orada yürütmenin başıdır ancak ikincil bir başkanlıktır onunkisi; tıpkı Commanwelt/ İngiliz Milletler Topluluğu’nun diğer üyeleri Avusturalya, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Kanada gibi… Adı ABD’de başkan, Kanada’da başbakan, Avustralya’da genel vali de olsa bu tip Commenwelt’lik liderlerin pozisyonları ikinci adamlıktır ve hepsinin üzerinde Birleşik Krallık’ın Kraliçesi vardır. Bu durum Avusturalya, Güney Afrika, Kanada ve diğerlerinde ayan beyan ancak ABD’de gizli saklıdır. Bu gizem bir de Hindistan’da hayattadır. Nedense?!
Sanıldığı gibi Amerikan Başkanı, kral yetkisiyle donatılmış bir sorumsuzluk abidesi değildir. Gizli bağlılığı ve sorumluluğu vardır: Beyaz Saray’a yerleşmiş olan “Gizli ve Derin İngiltere” üzerinden Majeste’ye karşı sorumludur tıpkı Güney Afrika Başkanı gibi. Yaptığı bir hata sebebiyle gece yarısı yatağından, acı acı çalan bir telefon sesiyle uyandırılır ve Majeste tarafından sorguya çekilir.
***
Kanaatimiz o ki ülkemizde, hızla yaklaşan C. Başkanlığı Sistem denemesi oylaması öncesinde yapılan tartışmalarda ABD’nin derinliklerinde yatan Majestik otorite unutulmamalıydı. Buradan hareketle “Hangi tip başkanlık?” sorusunun cevabı aranırken, “Amerikan tipi” tercihinde “Saklı Güç”ün etkisi bilinmeli, biliniyorsa hatırlanılmalı ve ciddiyetle gözden geçirilmeliydi. Bu anlamda, Comonwelt gibi güdümlü örgütlerin üyelerine ve o yörede kurulan şu ya da bu tip başkanlık örneklerine yeterince şüpheyle bakılmalıydı. Hatta mümkünse bu tip “Bağımlı Başkanlık Tekniği”yle oluşturulmuş yönetimler atlanmalı; atlanılmıyorsa ıslah edilerek model bağımsız biçime getirilmeliydi.
Tıpkı Majeste’nin, Commonwelt üyeleri gibi Fransız Milletler Birliği sayılabilecek “Frankofon ülkeleri”ni model kabul etme arzusu var idiyse, acele edilmemeli ve o tip örnekler de yeniden gözden geçirilmeliydi. Buna benzer bir başka model de Rus İmparatorluğu’nun “Vassalları” diyebileceğimiz “Bağımsız Ülkeler Topluluğu” devletlerinin tekniklerine de yaklaşılırken kuşku elden bırakılmamalıydı.
Taslak hazırlığı esnasında, bütün bunlar yapıldı mı? Bilmiyoruz. Peki, Medine Sözleşmesiyle geçici bir süre idare eden şehir devleti Medine’nin önce devlet, ardından imparatorluk olduktan sonra, organizasyonun anayasası olarak cari hale gelen Kutsal Kitap Kur’an hatırlandı mı? Kur’anın Dört Halife, Emeviler, Abbasiler, Selçukiler, Osmanilar ve onlardan önce ve sonra kurulan İslam’ı önceleyen oluşumlardaki uygulamalara bakıldı mı?
Zannetmiyoruz!
Neden bu incelemeler yapılmadı?
Onu da bilmiyoruz…
Sadece bildiğimiz ve tavsiyemiz şudur ki… C.Başkanlığı Sistemi, 2023’e kadar denenmesi gereken bir ara dönem olmalı. Asıl sistem, söz konusu tarihe kadar, tam bir anayasa metni içinde, kıl kırka yarılarak yeniden belirlenmeli. Ama imparatorluk aklıyla, ulus devlet kafasıyla değil…
Son söz olarak: Kanaatimiz odur ki yeni yüzyılda, başkanlık sistemine geçmesi mukadder olan Türkiye’nin, rejim tercihi tartışmalarından bir an önce vazgeçmesi ve beyin enerjisini model tercihine teksif etmesi hayrına olacaktır. Hatta artık ülke gündeminde olan “Türk Tipi Başkanlık ya da Cumhurbaşkanlığı Sistemi” hem Türk halkı ve hem de Ankara’ya gözünü dikmiş olan periferideki ülkeler tarafından ciddiye alınmalı ve konu, 16 Nisan’a kadar, geniş katılımlı akıllar tarafından, yapıcı bir şekilde tartışılarak bir “Ortak Türk Aklı”nda birleşilmeli.
Yükselmekte olan piramit yavaş yavaş ve ustaca yoğurularak, Yenikapı Ruhuna uygun bir biçimde ve ortak kararla ortaya çıkarılmalı. Bu manada, 16 Nisan’dan sonrası için de yani 2023’te olması muhtemel “İlk Sivil Anayasa” için hazırlıklar sürdürülmeli. Bu arada, Türk’ün Orta Asya tecrübeleri, iyice araştırılmalı ve işe yarar bölümler çekinmeden alınmalı, modernize edilmeli. Belki o zaman, her on yılda bir geri dönüp; “Nerede yanlış yaptık?” diye sorma durumunda ve 21. Yy’ı da yamayla örgüyle geçirmek zorunda kalmayız. İnşallah!