Uzun bir zamandan beri üzerinde çalıştığım “Metehan” romanını bitirdim ve bir kağanın küresel macerasını izleyen, bir savaş muhabirinin yorgunluğunu taşıyorum üzerimde. Bununla birlikte, mutlu hissediyorum kendimi zira soyumun atası olduğunu bildiğim tarihi kahramanın zaferlerine tanıklık ederken, başarısında edebî bir katkı sağladığımı sanıyorum; az şey mi bu?
Romancıların dünyasında garip bir okuma tekniği vardır. Önce bir kahraman oluşturur yahut mevcut olan kahramanın hayatının ayrıntılarını kurgular, bunu yaparken yan kahramanlar bina ederler. O sırada kafalarında bir çatı kurulmuştur lakin ayrıntı, “Bismillah!” komutundan sonra başlar. Gerçek ya da hayali… Kahramanın menşei ne olursa olsun, yazarın yaptığı her ne kadar karşıdan bakıldığında “yazmak” gibi algılansa da öyle değildir. Yazar o anda, içindeki saklı romanı okumaya başlamıştır. Siz yazılmış bir kurmacayı okurken nasıl heyecanlanıyor ve bir tat alıyorsanız, işte o tadın belki on katını da yazan adam alır, yazdığının her satırında tekrar tekrar.
Yazma işlemi bittiğinde, esasında yazarın okuması tamamlanmıştır. Galiba söz Halide Hanım’a ait, diyor ki Edip Adıvar, “Romanı yarısına kadar ben yazarım, ondan sonrasını roman kendisi yazar.” Ne kadar doğru bir tespit!
Hayat da böyle, işte! Toplumların yaşantısına dâhil olan kahramanlar veya liderler –ki liderler de birer kahramandır- bidayette başkası veya başkaları tarafından oluşturulurlar; bu itibarla tıpkı Halide Hanım’ın roman kahramanları gibi liderler de kahramanlık serüvenlerinin belli bir yerine kadar oluşturucuları tarafından ilerletilir/yönlendirilirler ancak “şahsî romanları”nın ortasına gelince birdenbire patlar ve asıl kimlikleriyle ortaya çıkar, romanın kalan kısmına tek başlarına devam ederler. Artık onların yaptıklarında/ettiklerinde hiç kimsenin dahli yoktur, kimse ellerine plânlanmış senaryolar tutuşturamaz, yönlendiremez veya mecralarını değiştiremezler zira o artık bir kahramandır ve gerçek bir lider olmuştur.
Lüm nedir?
“Lüm” nedir biliyor musunuz? İddia ederim ki hiçbiriniz “Lüm” adını duymamışsınızdır. Duyamazsınız çünkü bu kavramı (uydurulmuş bir şey kavram olamaz, kavram yerine “bu ifadeyi” ya da “kısaltmayı” denebilir) şu an ben uydurdum; Lüm özel bir kısaltma… Açalım o halde…
Lüm, “Lider Üretim Merkezi”nin baş harflerinden oluşturulmuş bir remiz… Evet, uydurulmuş fakat -şurası hakikat ki- dünya üzerinde adı başka başka da olsa o kadar çok lüm var ki saymaya kalksan sayamazsın, tespite kalksan edemezsin. Bu durakta, dünya ölçeğinde bazı dünya lümlerinin adlarını verebiliriz. Bu merkezlerin en belli başlılarının önde geleni Bilderberg… Adını verince “Tamam” dediniz değil mi? “Evet, hakikaten Bilderberg bir lümdür.” dediğinizi duyar gibiyim şu an.
Her ne kadar II. Dünya Harbi’nden sonra böyle bir fikri ortaya atan ve kuruluşundan itibaren, yirmi yıl geçkin bir süre ve kesintisiz olarak kuruluşun başkanlığını yapan adamın adı Bernhard’dır ve kendisi Hollanda Prensi’dir. Küresel Royal Dutch Company’nin üst düzey yöneticilerinden biridir. Prens Bernhard’ın gayretleriyle hayata geçirilen Bilderberg, ilk toplantısını Hollanda topraklarında yükselen ve özel mensubiyeti olan dünyalıların kullandığı aynı adlı otelde yaptığı için bu isimle anılır olmuştur. Burada aklınıza “Abant Toplantıları” geldi değil mi? Ne hikmetse hikâye aynı… Neyse, o başka mevzu, dönelim kendi lümlerimize.
Bilenler diyor ki, “Bilderberg, baştan sona kadar CFR’nin öncülüğünde kurulan bir teşkilattı ve bu teşkilatın gizli görevi, Avrupa’nın tüm ülkelerinden dişe dokunur, gelecek vadeden insanları toplamak, onları kendi art niyetleri etrafında halka yapmak ve kendi ülkelerinde lider konumuna getirerek üstü örtülü dominyonlar oluşturmaktı.” Daha ne desinler? “Bilderberg, Avrupa’nın lümüydü” diyemezlerdi zira bu kavramı on dakika önce uydurdu bu fakir.
CFR de Ne Ola ki?
Ne demişti uzman? “Bilderberg, CFR’nin öncülüğünde…” Bu durumda Avrupa Lümü’nün üzerinde bir başka Lüm giriyor gündemimize; onun adı: “CFR…” Madem dosyayı açtık, o halde büyük lüm CFR’ye bir çengel atmadan geçersek Amerika’ya karşı ayıp olur.
Öncelikle fakir, CFR kısaltmasını “kefere” diye okuyor, yüreği soğuyor, siz de öyle telaffuz edin de rahatlayın. Geçelim CFR’nin açık okunuşuna: “Council of Foreingn Relations” yani Türkçe okunuşuyla Dış İlişkiler Komitesi…
1921’de kurulan CFR’nin yayın organı da ünlü Foreign Affair dergisi. Bu dergi, dünya kamuoyu üzerinde “politik yönlendirme” yazıları yayınlamakla ünlü… Üç bin beş yüz civarında üyesi olan bu “modern tarikat”ın Türkiye’den de üyeleri olduğu biliniyor. Tabiî ki merkezi Amerika Newyork’ta. “Dünya Lümü’nün ana merkezi sayılabilecek bir yapıda olan CFR, ABD Dışişleri Başkanlığı’nın bel kemiğini oluşturmasıyla biliniyor ve bu ününü dünyanın diğer ülkelerindeki “dışişleri cemaati” üzerinde de sürdürüyor. Pekçok ülke içinde gözle görülür yönlendirmeler yapıyor ve kimsenin gıkı çıkmıyor.
Tri-Lateral
CFR ve Bilderberg’ten sonra şimdi, sırada üçüncü bir lüm var: “Tri-Lateral Commission”. Kısaca TC diye de bilinen bu örgüt, 1973’te Japonya merkezli küresel bir görevle kurulmuş olup CFR ve Bilderberg ile birlikte sacayağının üçüncü dayanak noktasını teşkil etmektedir. Dünyanın bütün küçüklerini Amerika bağlamında CFR, Avrupa cihetinde Bilderberg, Asya hattından Tri-Lateral şeklinde kuşatmış olan “lider üreticileri” temel olarak bu üç Lüm üzerinden üretim yapıyorlar. Bununla birlikte bu üç Lüm, uzak adreslerde de olsa, teknik olarak iç içeler ve arkalarında Rockefeller, Rodschild ve bir grup küresel aile var.
Fakirin, “kıyametin ya da cehennemin üç atlısı” diye tarif ettiği bu üç ayaklı sacın dışında da pek çok Lüm gerçeğinin varlığı yadsınamaz. İlk anda aklıma gelen Lüm’leri sayarsak Rotary, Lions, Mason locaları ve şimdilerde çok sözü edilen İllumunati ve Templiyelerin ismi dökülür dudaklarımızdan. Her ne kadar değişik isimler altında kategorize edilse de gerek “cehennemin üç atlısı” gerek diğerleri aynı merkezin şubeleri gibi algılanabilir. Zira hepsinin arkasından; yukarıda saydığımız aileler çıkıyor ve bu aileler, kendi aralarında kurdukları evlilikler sonunda git gide tek yapıya dönüşüyor; kısaca “Dünyanın Efendileri” oluyorlar.
Onca zorluğuna rağmen sayılamayacak kadar çok organizasyonun kuruluş ve işleyiş nedeni,“Büyük efendilerin, kendilerine miras kalan dünyayı ve dünyanın insancıklarını yönetmek hırsı…” Sonunda bunu da çok iyi beceriyorlar. Nasıl mı? Yönetici namzetlerini sıradan tipler içinden belirleyip onu, ellerindeki medyayı kullanarak parlatıyor ve tabiri caizse ondan bir “kahraman yaratıyorlar.” Çok geçmeden bir zamanların sıradan insanı, toplumların lideri olarak insanüstü bir karaktere bürünüyor. İşte bu sistem, söz konusu Lüm’ler eliyle hayata geçiriliyor.
Peki, ne zamandan beri bu sistem var?
Sistemin miladını verelim: 1701…“İyi de aga, bu 1701 neyin nesi? Bir de bunu açık etsen de meselenin künhüne ersek…”
Verelim: İkinci Viyana bozgunuyla dibe vuran Osmanlı, girdiği bu savaşı, Karlofça denilen olmayasıca bir kasabada noktalar. Noktaladığı sadece savaş değildir 1699’da Türk’ün elinde bulunan güzelim “Doğu medeniyeti” ve buna bağlı olarak “Cihan Kağanlığı/Sultanlığı” ve ta Hz. Nuh’tan beri süre gelen “Lüm” olma hali de noktalanır.
Burada ilerlemeye son verip başa gidelim, tarihin izini sürerek tekrar dönelim “Karlofça soykası”na…
Nuh’un oğullarından biri yani Yasef/Yafes, kendine bağlı klanı yedeğine alıp Asya bozkırlarına çıktığında artık onun adı “Olcayto Peygamber”dir ve Olcayto, Bozkır’a ayak bastıktan sonra “dünya liderliği” serüvenini başlatmış olur. Neden Nuh’un diğer evlatları Ham veya Sam değil de Olcayto? Zira Babil Kulesi inşaatını yapan evlatlar, bir sabah kalktıklarında başka başka diller konuştuklarını ve artık birbirlerini anlayamaz hale geldiklerini görür çünkü “Halik” onları kavimlere ayırmıştır. Bu evlatların farkı, sadece dilleri değildir; o sabah, her şeyleri farklılaşmıştır. Zira “genetik kodlama”larında yapılan “tanrısal operasyon”, farklılaştırmayı inşaatın temelinden başlatmış ve her şey “gen kökü”ne göre yeniden biçimlenerek “Tanışasınız diye…” amacına yönelik bir şekil almıştır. Lisanları gibi meşrepleri de başka başkadır prototip kardeşlerin; mesela Sam’ın oğulları “para pul işlerinden ve felsefeden” hoşlanırken, kara derili Ham’ın evlatları doğa ile haşırneşir olmaktan hoşlanan, içine kapanık kişiler şekline gelmişlerdir.
Ham ve Samoğulları misali tabiî ki Yasefoğulları da bir başkadır gayrı. Onları karakteristiği, toplulukları gütmek yani yönetmekten zevk alan savaşçı bir formatındadır. İşteş o savaşçı formattır ki Olcayto kavmini “cihana hükmedenler” haline getirmiştir. Tarih cihangirlerden ilkini İranlıların Afrasiyab,yani “Yeraltı Şeytanı” diye yaftaladığı Alp Er Tonga adıyla kaydediyor sararmış yapraklarına.
Merkezi Karadeniz’in kuzeyindeki stepler olan İskit Türklerinin hükümdarı olan Alp Er Tonga, zamanında “Acun Kağanı” olarak biliniyordu. Zira Tonga’nın kurduğu devasa imparatorluğun doğu sınırı Pasifik, batı sınırı Atlantik’ti. Zamanında Alp Er Tonga, ülkesinin Buz Denizi’nden başlayan kuzey hududundan yola çıkarak, güney hududunun diğer ucunu belirlemek için İran’ı, dolayısıyla Zaloğlu Rüstem’i tepeleyerek Mısır’a kadar gittiğini yazıyor tarihler. Tonga, o duraktan daha güneye inmeye lüzum görmedi zira o bölgede hiçbir egemenlik iddiası olmayan, siyahi Hamoğulları yaşıyorlardı. Hamzadeler, o naif hâlleriyle doğa ile baş başa meyve topluyor, yiyeceği kadar hayvan avlıyor, barış içinde sürdürüyorlardı hayatlarını; tıpkı bu gün olduğu gibi.
Cihana hükmetmenin tadı alınmıştı bir kere ya da kromozomlara işlenmiş “liderlik ruhu” uyanmıştı bir kere… Mezubahis ruh; Alp Er Tonga ile bitmedi tabiî ki; tıpkı daha sonra tarihe damgasını vuracak olan Mete/Maotung” liderlik yolunda pasif kaldığı iddiası” ile babası Teoman’ı öldürüp yeni bir “Acun Hakanı”nın nasıl olacağını gösterdi dosta, düşmana.
Tötonlar
Ondan sonranın tarihi, “Acun Hakanı Mete”nin ortaya koyduğu düsturlarla gelişti. Bu düstur, “Gökyüzünde tek tanrı, yeryüzünde tek kağan” retoriğiyle yeni bir gen kodlaması yaptı ve kodlanmış genin taşıyıcı evlatları Osmanlılara kadar geldi. Hatta hiç şaşmadan Karlofça’ya kadar da devam etti. Aradaki bin yıllık süre zarfında acunu/cihanı/dünyayı, Efendiler Efendisi’nin lisanıyla “kalkan yüzlü Kanturaoğlulları” idare etti ve onlara kimse dokunamadı. Zira onlar, Miraç esnasında Orta Asya’dan Batı’ya doğru akıp gelen atlılardı. Bu atlıların kimliğini merak eden “Kutlu Yoldaş”ın, karındaşı Cibril’den sual etmesi üzerine aldığı cevapta tarifini bulan “Seyfullah” onlardı yani o süvariler “Allah’ın kılıçları”ydı.
Doğal olarak Karlofça’dan sonra da Asya’nın Lüm olma hâli de devam etti, “cihan padişahı” iddiaları da… Ancak atalarımızın iddialarına rağmen 1700 itibariyle medeniyet el değiştirmiş ve efendilik Doğu’dan Batı’ya geçmiştir. Artık Bozkır cengaverlerinin iddiasını, fakirin “Tötonlar” dediği “Anglosakson+Germen+Frank biraderler” çalmış ve “dünya hâkimiyeti” formülüyle bir “dehşet imparatorluğu” kurma idealine evirmişlerdi. Kötü olan, bu yolda hızla ilerlemeleriydi; devasa adımlarla üstümüze geliyorlardı.
İnsanlık adına en kara gün
Osmanlıların Karlofça’yla girdikleri genetik haklarını koruma mücadelesi, kaybedile kaybedile yüz elli yıl daha devam etti. Bu arada, “yeryüzünde tek kral” kuralının üzerindeki kül tabakası da gittikçe kalınlaştı ve kural bir kor gibi yüreklere gömüldü hatta sıcaklık yaymaz oldu.
Medeniyet sahibi dünya liderlerinin “türedi egemenler”e kesin teslim tarihi ise 1839… Tariheki adı Gühane Hatt-ı Hümayunu olan fermanla resmen başlatılan “Batılılaşma” açılımı, tarihe insanlık adına düşülmüş en kara lekedir. O tarihle birlikte Asya’nın ortasına temeli atılan “Türk Lüm’ü” resmen kapatılmış oldu; bundan böyle kralları biz değil, Batılılar atamaya başladı, bir farkla ki: Türk Lümü “adil hükümdarlar”ı tercih ederken, yeni amirler atayacakları egemenlerin zalim olmasını şart koşuyorlardı. İşte, bunun için üç beş satır yukarıda “insanlık adına en kara gün” diye not düştük.
Her ne kadar Osmanlılar “dünya liderliği” düsturunu Tötonlara kaptırmış olsalar da genetik yazılım kolay kolay silinmiyordu. Silinmeyen bir şey daha vardı: Kütüphanelerde kayıtlı “Oğuzname” ve “Atakağan”ın evlatlarına bıraktığı ışıltılı miras… “Gökyüzünde tek tanrı, yeryüzünde tek sultan…” postülatı.
Osmanlı şehzadeleri ama sancaklarda ama Topkapı avlusundaki “şimşirlik”teki hücrelerde yetişsinler, ruhlarına “Babakağan”ın düsturu kazınıyordu. Ezeli ateş, küllense de için için yanıyor ve canlılığını kaybetmiyordu. İşte, bu ateş son olarak bir kez daha parladı ve Sultan ikinci Abdulhamit, üzerine dolanan tüm zincirleri bir punduna getirip paramparça etti. “Son imparator, nihaî lider” olarak huruç eylemişti artık o, lakin kolu ta dalından kırıktı. Bu arada Sultan’ın imkânları dibe vurmuş, etrafını hainler kuşatmış, karşısındaki “zebun fareler” büyümüş ve birer dev olmuşlardı. Buna rağmen Son İmparator, otuz üç sene dayandı; tabii ki o da bir ademoğluydu ve sonunda yoruldu ve içi kan ağlayarak sırtındaki “Son Cihan Padişahı” urbasını soyunmak zorunda kaldı.
Ten ölür ama ruhlar kalır
Bu arada Tötonlar bir şeyin farkına varmışlardı: “Tenler ölür fakat ruhlar ölesi değil…” “Kabil Medeniyetinin, eli kanlı katilleri Seyfullah’ı öldürmüş lakin “Seyfullah olma ruhu” ölmemişti ve o ruh, o sırada Osmanoğlulları’nın bedenindeydi. Bu tespitle birlikte karar verildi ve son “Hanedan” sekiz sene içerisinde tam bir hezimete uğratıldı. Prensleri, prensesleri saman çöpleri misali dünyanın dört bir tarafına savruldu, bir araya gelmelerine, toparlanmalarına hatta insan gibi yaşayacak kadar iş güç sahibi olmalarına dahi izin verilmedi çünkü onlara bu zulmü reva görenlere göre “eski zaman ruhu”nu dünya yüzünden silmek şarttı.
Osmanlı’dan sonra dünya, asla eski dünya olmadı. Londra’da kurulan “tek dünya Lümü” fideliğinde yetiştirdiği namzetleri allayıp pulluyor ve milletlerin üzerine tayin ediyordu. Tayin öncesinde, toplumları hazırlamak için yapılan “lider ya da kahraman yaratma operasyonları” öyle üstün bir akılla yapılıyordu ki birkaç zaman içinde hazırlanan kamuoyu yeni liderini karşılamaya çıktığında sevinmiyor, ona “tapıyordu.”
Bu tür seanslara onlarca kez şahit oldu Osmanlı arazisi üzerinde paramparça edilmiş toplumlar ve onların “zavallı devletçik”leri… Sadece Osmanlı haritasında değildi yaşanan “Tanrılı devletler” soytarılığı. Birinci Cihan Harbi’nde kısmen, harbin ikincisinin akabinde ise tüm dünyada durum bu idi. Mesela koca bir kara kıtada Fransız oligarşisi, Ortadoğu’da İngilizlerce belirlenen ekalliyyet oligarşileri, Asya’nın bize ait bölümünde komünist oligarşiler… Daha saymaya gerek yok; kısaca tüm dünyada “oligarşik havariyun” ve onun tepesinde Tanrı lider, Tanrı Kral ve benzerleri halen icra-ı saltanat ediyorlar. Yuh olsun onları ve onları ta’zim etmeye devam eden işbirlikçilere ve gafil yığınlara!
Hemen kaydedelim, vakit geçmesin… Yukarıda çizdiğimiz karamsar tablodan ülkemizi azade tuttuğumuzu sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Uyurgezer zombiler gibi içinden geçtiğimiz “uyku yüzyılı”nda biz de dünya ile aynı fotoğrafı verdik, veriyoruz. 1908, hadi buna 1912 diyelim, bu tarihten beri bir laboratuardaki laborant titizliğiyle “yaratılmış” kahramanlar, atanmış liderler, kotarılmış oligarşik klanlar ülkesiyiz bizde; gerisini anlayın gayrı…
Makale burada bitti sanmayın, daha girizgâhındayız yazının hatta onun da birinci bölümünü okudunuz yukarıdaki satırlarda. Artık sırrımızı biliyorsunuz, beni “Ya Yavuz Selim engeli -yani patrondan söz ediyorum- ne olacak aga?” diye uyardığınızı duyar gibiyim. Hani bizim Selim Bey “Aman Abi, yazıyı kısa tut! Vördle bilmem kaç vuruşun üzerine çıkma çünkü yerimiz sıkışık” diye uyarıyor ya iki de bir. Korkmayın, dün bana yazıyı sordu telefonda, “Az kaldı.” dedim. “Lakin biraz uzun olacak gibi…” deyince de şahsı tarihçesinde ilk defa “Olsun Abi!” diye cevap verdi Yavuz. Ahanda üstadın bu “cevize”sini buraya kaydedip literatüre not düşüyorum ki yazıyı kısaltacağım diye kuşa çevirmesin. Aman neyse, ara geyiğini daha fazla uzatmayalım, yoksa atar makası, beni de yakar, güzelim makaleyi de… Sizde Nasrettin’in kuşa dönmüş leyleğine bakar durursunuz. Neyse, devam…
“One minute!”
Şunu anladık ki… Babadan kalık yöntemlerle genetik yazılım silinmiyor be azizim! Ancak bir süreliğine üzeri örtülüyor ve hiç umulmadık bir zamanda, tüm haşmetiyle ortaya çıkıyor. Ya “Yeter artık, söz milletin!” diyor ya da “Van minit!”
Siz, Batılıların “gentoloji” ilmindeki iştiyakını ne sanıyorsunuz? İki çuval, beş kasa domates daha üretmek için mi tüm bunca “genetoloji laboratuar”ları, “genom haritası” çalışmaları ve saire? Hayır! Bütün zahmete, bize ait ve “Rahmanî temelli” düsturun sözle tescillenmiş hâli olan “Gökyüzünde tek tanrı, yeryüzünde tek kağan” idealini -ki bunu 10. Yüzyıldan yani Satuk Buğra Han’la başlayan “İslam’ın kılıcı” olma serüvenimizden sonra “Âlemlerde tek Allah, O’nun mülkünde bir tek adil halife” diye telaffuz etmek gerektiğini de ekleyerek devam edelim- silip yok etme için katlanılıyor ve çalışmalar bunun üzerine gelişiyor.
Bize ait, genetiğimize kodlanmış bu postülatı, “iç ederek” Lusiferyan ezoterikle harmanlayıp “tek dünya devleti, global dünya krallığı veya Cennetin Krallığı” gibi janjanlı ambalajlara saran “Tötojudik koalisyon” fikrin asıl sahibini topyekûn bir saldırıyla öldürmeden veya tek tek “mankurtlaştırma”dan rahat edemeyeceğinin farkında. Bu koalisyon, belki rahat ederim diye 1928 yılında, bir gecede alfabemizi değiştirip başta “ideal düstur”u yazan Oğuzname olmak üzere, onu şerh eden tüm yazılı kaynaklarla bağımızı koparmak istedi lakin o da yetmedi. “Olcayto Yalvaç”ın evlatları yine ulaştılar temel düstura. Siz, Atatürk neden tıbbî suikastla öldürüldü, Menderes neden asıldı, Özal neden zehirlendi, hatta Yazıcıoğlu niye uğursuz bir kazaya kurban gitti sanıyorsunuz?
Nedenini yazalım…
Ne dedik yazının başında? “Kahramanını formatlayan romancı, kitabının yarısına kadar bizzat yazar fakat yarıdan sonra roman kendi kendini devam ettirir; romancı eserine tâbi olur.” Bunu şunun için yazdık ve hatırlatıyoruz: Son yüzyılımızın tüm liderleri “formatlanmış kahramanlar” olarak çıktılar/çıkartıldılar alnacımıza; sergüzeştlerinin yarısını formatlanmış olarak tamamladılar ya devam kendilerine biçilen senaryoyu oynamaya ya da tıpkı Halide Hanım’ın romanları gibi kitabın sonlarına doğru kendi kendilerini yazmaya kalktılar. İşte, o zaman Lüm tarafından saf dışı edildiler. Bu bahtsız kahramanların kimler olduğunu birkaç satır yukarıda zikrettik,varın anlayın gayrı. Listeye adını sokmadıklarımızın durumunu da bana saydırmayın.
Eminim, ben anlatmakta aciz kaldım lakin sizler anladınız meramımı; ancak şu an aklıma bir örnek geldi, yazmazsam kalemim şişer: “Haşa, benzetmek gibi olmasın” fakat dedikten sonra soralım “Kanser nedir?”diye. En yalın haliyle şudur kanser denilen illet: “Halik” insanoğlunun vücudundaki ortalama seksen trilyon hücrenin her birine bir kader yazmış, hücre romanı gibi… Romanın sayfa sayısını da belirlemiş; her hücre total olarak elli iki kere bölünecek, bir sebepten ötürü daha evvel bölünüp vücuttan atılmadıysa elli ikinci bölünmede “standart ecel” gereği vefat edecektir. Rahman’ın organik odacıkları bu ilahî yazgının gereği olarak elli ikinci bölünmeyle birlikte ölür ve idrar, ter ve gaita yoluyla toprağa yani mezara gönderilir. Ancak arada bir, çeşitli nedenlerle genetiğine yazılan “52” gerçeğini unutan hücreler de çıkar ve bunlar bir nevi delirmiş hücrelere dönüşerek çılgın bir kahkaha ile ölümsüzlüklerini ilan edip “53, 54…” diye bölünmeye devam eder. Deli hücreler, bulundukları mahalde hızla çoğalmaya başlar. İşte, orası kanser bölgesidir ve bölge, kendisine biçilen “ilahî yazgı”yı tepip dağıtmıştır; ondan sonra kendi “şeytanî yazgı”sını döker yeni hücre evlatlarına…
Ne dedik örneğin başında? “Haşa, benzetmek gibi olmasın…” İnşallah olmamıştır. Zira meramımız bunun tersi ve yücelttiğimiz kahramanlar, “şeytanîyazgı”yı tepip dağıtan, vicdanın ve milletinin sesine kulak verenlerdir. Ve tarih, bunların adını kendi sayfalarına, fakir de makalenin üst satırlarına kaydetti. Bir eksiğiyle… İşte o zat, son lider Erdoğan’dır.
Erdoğan’a Gelince…
Kandırmayalım kendimizi, böylece bir tabu daha yaratmamış oluruz. Erdoğan da 90’lı yılların sonunda Milli Görüş içindeki sıradan gençlerden biriydi ve Milli Gençlik Vakfı saflarındaki yükselişini kendi kabiliyetiyle becerdi. Hatta o zamanki adı neydi unuttum, Erbakanist partinin İstanbul İl Başkanlığı ve ardından Büyükşehir Belediye Başkanlığı da kendi yetenekleri dâhilinde gelişti. Şu ünlü şiiri de kendi kararıyla okudu lakin nice zaman sonra “Vay sen bu şiiri nasıl okursun!” diyen ses, şu ünlü Lüm’ün sesiydi.
Lüm, bu kez “kahraman yaratma operasyonu”na menfi yönden başlamıştı. Genelde böyle başladığı da olurdu öyle başladığı da… Duruma göre… Aklıma gelmişken: Mesela siz, Yunanlının bir avuç askerle koca Anadolu’yu işgal etmek üzere Ege’ye çıkmasını doğal bir gelişme mi sanıyorsunuz? O halde “annenizin deterjanını” bırakma zamanı gelmiş de geçiyor dostlar, o da bir operasyondu ve Londra’nın Majestesi, Anadolu’da bir kahraman yaratmaya karar vermiş ve operasyonu önce Belgrad’a teklif etmiş, o kabul etmeyince de Atina’dan başlatmıştı. Orda da kahramana karşıdan saldırma ve saldırarak büyütme yöntemine baş vurulmuştu. Bu tür operasyonlarda garip olan, formatlanmak için düğmeye basıldığından olayın her iki kahraman namzetinin de bir oyunun parçası olduğunu bilmesi imkânsız dı. Eminim ki bizimkiler de hâlâ bilmiyorlardır. Çünkü onlar, tıpkı operasyonları başlatanların fark ettiği gibi içlerinde bir “kahraman mayası” olduğunu hissediyor ve olan bitenin bu maya sebebiyle olduğunu zannediyorlardı veya hâlâ zannediyorlar. Ama Atina olayında ama şiir olayında beklenen gerçekleşti. Sonunda, namzetlerin o hissiyatları hakikate dönüşmüş oldu, roman başladı, onlar önlerine baktı ve gerisini araştırma lüzumu hissetmedi, yollarına ya da romanlarına devam ettiler. Ta ki yolun ortasına kadar… “Kahraman maya” oluşturulmuş liderleri yolun yarısında ele geçirdi ve yazarına isyan ettirdi. Yazarın bir kötü yanı vardı, isyana asla tahammül edemezdi. İşte bu sebeple Atatürk tıbbî suikasta kurban gitti, Menderes ve Özal halledildi ve geldik yine Erdoğan’a…
Şimdi karşımızda farklı bir fotoğraf var. “İyi de aga, Erdoğan’ın benzerlerinden farkı ne?” Cevabı vermeden burada duralım zira anlatmam icap eden bir husus daha var ki onu anlatmadan geçersem yazık olur. Çünkü mevzuyu dört başı mamur öğrenmenin yolu da tüm argümanları ortaya koymaktan geçiyor ki yazının sonunda “… bütün bunlardan dolayı zaman, tüm imkânlarımızla Erdoğan’ın yanında, sağında, solunda, arkasında, önünde durma zamanıdır. Karşısında olanlardan tarih hesap sorar. Milletimiz de hakkını helal etmez!” dendiğinde kem küme yer kalınmasın.
Evvele tekrar dönünce…
Osmanlı’dayız… Kuruluş ve yükseliş dönemlerinde tahta geçmiş olan padişahlar hakkında az çok bilgimiz var. Osman Bey ile Kanuni arasına dair sıralamayı, önemli olayları sorsam söylersiniz; peki, Kanuni’nin oğlu Sarı Selim’den, Abdülhamit’e kadar geçen zamana dair neler söyleyebilirsiniz? Mesela, İkinci Selim’den başlayarak ardılı olan padişahları sırasıyla sayabilir misiniz? Bu arada, olan biteni anlatmak kolay gelir mi? Hangi olayın hangi sultan zamanında olduğunu hatırlamakta başarılı olabilir misiniz?
Bunlar gibi daha pek çok soru sorabilirim size; haydi, siz de kendinize sorup cevaplarını vermeye çalışın bakalım. Sonuç nasıl çıktı? Ben söyleyeyim; eğer tarihçi değil ya da tarihe merakınız yoksa başarısızsınız. Son bir soru daha sorayım: Kanuni ile IV. Murad arasında hangi sultanlar iktidarda, Dördüncü Murad ile Cumhuriyet’in ilânı arasındaki önde gelen sultanlardan hangisini hatırlıyorsunuz?
Son sorunun cevabını ben vereyim: Üçüncü Selim, İkinci Mahmut, İkinci Abdülhamit ve ondan sonra Mustafa Kemal…
Peki, devam edelim sorunun ikinci kısmına: Cumhuriyet döneminde, aklınızda kalan sadrazam/başbakanlardan hangisini sayarsınız? Cevap verelim: Menderes, Özal, bir de Erdoğan, hepsi bu.
“İyi de aga, bizi niye imtihana çektin? Bir sürü sual sordun, bu isimleri neden yan yana getirdin? Bu liderlerin ortak özelliği ne?”
Deyiverelim: Söz konusu sultan ve başbakanlarla diğerleri yani adlarını saymadığım padişah ve başbakanlarla üç aşağı, beş yukarı aynı sayılır; neticede aynı işleri yapan liderlerdir bunlar. Ancak adı geçen liderlerin ortak bir özelliği var: O, hepsinin de “yüzyıl değişimleri esnasında” iktidar olmuşluklarıdır. Bir bakıma bu liderleri öne çıkartan ve isimlerini hatırlamamıza neden olan hususiyet, kendilerinden çok, iktidar oldukları zaman dilimidir. Bir başka söyleyiş şekliyle, mevzubahis önemli zaman aralıklarında saydığım isimler değil de saymadığım liderler iş başı yapmış olsaydı bu makalede onları hatırlayacaktık. Mevzu, bu kadar ilginç yeni ve önemlidir.
1700 ile 1800 arasında Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut iktidardalar. 1800’lü yılların sonunda Abdulhamit’i, 1900’lü yılların başında Mustafa Kemal’i hükmederken görüyoruz. Özal 1900’lü yılların sonlarında, Erdoğan 2000’li yılların başında… Bir bakıma sayılan bu ikililer “halef-selef” durumundalar. Selef olan bir önceki yüzyılın sonunda, halef olan ise bir sonraki yüzyılın ilk çeyreğinde görevli… Görevleri de ilki için bir önceki yüzyılı yıkmak, ikincisi için ise girilen yüzyılı inşa etmek, zira Karlofça’dan sonra girilen döneme hükmeden “Totonojudaik derin dünya” her yüzyılın formatını yeniden yapıyor ve her yüzyılda bir “global siyaset oyunu”nu yeniden kuruyor. Bu plân, kendisine hep düzenin efendisi rolünü başarıyla oynama selahiyeti ve yeteneği verdiği için yüz yılda bir, yeniden sahneye konuyor.
Osmanlı’nın son yüzyılını toparladıktan sonra elinde olmayan sebeplerle yıkımını hızlandıran ve “müstebit” iddiası sonucunda görevini tamamlayan Abdülhamit, on yıllık aradan sonra yeni devleti kurma görevini üstlenen Mustafa Kemal ile iki yüzyıl arasındaki değiş tokuşu tamamlamış oldu. Günümüzde ise değiş tokuşun birinci kahramanı, devraldığı “Lozan Devleti” ya da “İdeolojik Cumhuriyet” ve yahut “Ulusal Devlet” formatındaki yapının “defterini düren” Özal vazifesini tamamladı ve gitti. Bundan sonra sıra, onun halefi olan Erdoğan’da. O da tıpkı Mustafa Kemal’in 1923’te imparatorluğun enkazı üzerine ideolojik cumhuriyeti bina ettiği gibi Özal’ın teslim ettiği enkaz üzerine yeni formattaki “Demokratik -belki Federal- ama mutlaka Başkanlık Sistemi’nde çalışan Cumhuriyet”i kurmak için “millî bir mücadele” veriyor 2023’e giden on yıllık yol üzerinde.
Yukarıda bir yerde, “Geldik Erdoğan’a, şimdi karşımızda farklı bir fotoğraf var…” demiştik ya… Yazının burasında aynı saptamayı bir kez daha yapıyoruz zira bu seferki fotoğraf iki kere aykırı. Bir, kendine yazılan romanı orta yerinden yırtıp sayfaların dışına çıkıyor; iki, romanın dışına çıkmakla kalmıyor, ülkesinin bedenine biçilen hudutların da dışına çıkarak “dünya liderliği”ne soyunuyor.
Onca çabaya, ihraç çalışmalarına rağmen yüz yıl evvelki devlet formatımız olan “Kemalist Sistem” ve onun banisi gibi duran 1923 lideri sınırlarımızın dışına çıkamamış/çıkartılamamış ve “ulusal kahraman, millî lider” olarak kalmıştı. Zira şahsî romanını yaşamaya devam etti, yaşadığı romandan dışarıya çıkmaya karar verdiğinde ise bedenine bir “ısmarlama hastalık” musallat edilmişti. Romanın ve ülke sınırlarının dışına çıkamadı lakin dost gibi görünen düşmanları tarafından ıssız bir yere, “Savarona yatı”na sürgün edildi, sekerat vaktine kadar vatanına ayak bastırılmadı, halkıyla teması yasaklandı.
Erdoğan’ın kaderi
Erdoğan’a gelince, onun şahsî romanını yazan “Lüm” senaristleri, daha sonra pişman oldukları bir ayrıntı eklemiş ve onun -Arap coğrafyasına model olsun diye- “bölgesel bir kahraman” olmasına izin vermişlerdi.
Bunun gibi medeniyetler arası diyalog ve büyük Ortadoğu organizasyonlarında eş başkanlık gibi global görevleri de biz vermedik ona. Ancak sonucun böyle olacağını bilselerdi Tötonik senaristler, bu görevleri verirler miydi? Tabiî ki asla!
Devam ediyoruz… Türkiye’de iktidar dönemi iki buçuk seçim yılı yani 4+4+2’dir, bu da on yıl eder. Geri dönün arkanıza bakın lütfen, başta Atatürk olmak üzere Menderes, Özal, hatta Demirel dahi onar yıl hükümfermadırlar.
Erdoğan içinde bu süre, 2002 ve 2012 arasıdır. Bir yıl opsiyonla birlikte 2013’e kadardır. Ancak şimdi yıl 2014’ün buçuğudur ve Erdoğan hâlâ iktidardadır. Bu kez lider gitmiyor, gitmeye de niyeti yok. Gezi harbi, 17 Aralık savaşı ve şimdilerde Soma muharebeleri şeklinde savaş devam ediyor ve Erdoğan, tüm muharebeleri kazana kazana yoluna devam ediyor. Zira milli bir lider olarak halkı yanında, uluslararası bir figür olarak Bosna’nın, Arnavutluk’un, Kosava’nın, Suriye’nin, Tunus’un, Somali’nin ve tüm Müslüman coğrafyanın hatta Orta Asya’nın, kısaca bütün mazlum milletlerin manevî desteği yanında.
Evet, o bir dünya lideri… Bush da dünya lideriydi tüm ABD başkanları gibi… Putin de dünya lideri, bilmem kim de. Ancak onlardan Erdoğan’ı farklı kılan şey “ağlayabilmesidir” Çünkü ağlamak, merhametin ıslak yansımasıdır dışa; vicdandır, şefkattir…
Dedik ya,“Biz Bozkırlılar Seyfullah’ız” genlerimize kodlanmış olan bu özelliğimiz, 1701’den beri uykudaydı. O sebeple dünya yüzeyini zalimler ve zulüm kaplamıştı; zavallı Anadolulular, kolları bağlanmış olduğu halde tecrithaneye kapatılmıştı. Yanımızda yöremizde inşa edilmiş olan öteki tecrit odalarında dünyanın diğer ulusları vardı. Ortalıkta Tötonojudik gardiyanlar dolaşıyordu kanlı palalarını kafamızın üzerinde döndüre döndüre. Şeytanın sihri, “Van minit!” narasıyla Davos’ta çöktü. Onun için Yunanistan’da bir yetkili, “Hepimizin düşünüp de söyleyemediğini haykırdı Erdoğan…” diye; bu sözüyle o adam, hakkı sahibine teslim etmişti.
Son sözü söylemeden burada duralım. Ne buyurmuştu Yüce Yaratan o kutlu savaşın ardından? Mealen,“O oku ben attım deme, sen atmadın, Allah attı…” Evet, her şeyin olduğu gibi her kımıltının, her hareketin ve her başarının sahibi de O. O ne derse o olur. Firavun’un sarayından Musa yetişir, gün gelir Rahman, Musa eli ile Firavunizmi yer ile yeksan eder. Tötonlar, cellatlarını kendi elleriyle yetiştirir de şuncacık şüphe gelmez akıllarına, bir de bakarlar ki “çömez” dedikleri insanlar Zebella olur, Seyfullah olur. Zira genetiğin yazıcısı da O’dur. Üç beş tane mısır, bir kaç tane patatesin genetiği ile oynadıktan sonra Yaratan’a meydan okumanın da bir nihayeti olur.
Davut, Callut’u sapan taşıyla devirir; Demirci Kava, zalim Şah’ı kısa saplı çekiciyle alt eder; sivrisinek Nemrut’un beynini yer bitirir ve onu beyinsiz boş kovana döndürür zira haklı olan zalimler değil, mazlumlardır. Yaratan, mazlumları uzun süre kahramansız bırakmaz. Kahramanlarsa gökyüzünden inmez, yerden biter. O halde bize düşen, yanı başımızda boy atan “Uzun Adam”a sahip çıkmaktır. Çünkü tüm mazlumlar, dualarıyla onun arkasında ve biliyorlar ki o, bir dünya lideri. Şunu unutmayın ki dünya liderlerini, “cetvel sınırları” bağlamaz…
Efendim, asıl olan Erdoğan değil, neticede o da bir kul, tıpkı bizler gibi. Asıl olan, Şanı Yüce Allah’ın mazlum kullarının önüne düşüp onları zalimler karşısında sahili selamete çıkaracak hatta zafere ulaştıracak olan bir adil liderdir. Her canda aranan potansiyel vardır. Ancak potansiyel güçlerin de yaratıcısı ve sahibi olan Rahman’ın hangi kulun potansiyelini harekete geçireceğini biz bilemeyiz; O, kendi bilir. Takdir eder, zamanı yaklaşırken şartları hazırlar ve potansiyel güç, bir liderin şahsında zuhur eder. Ondan sonra olacakların yol haritasını yazan da, çizen de o ilahî eldir. Bütün bunları, her Müslüman gibi Erdoğan da bilir ve hulusi kalp ile inanır. Zaten zafer “inananlarındır…”
Bu yıl , beklenen potansiyel güç harekete geçti zira zamanı gelmişti; yay gerildi, ok atıldı. Kutsal kitabın tabiriyle Şanı Yüce Olan oku attı. Bu yazı da yazıldı. En ilginci Lüm, bu sefer çuvalladı; hem de ilk kez… Bununla birlikte “Yüz Yıllık Töton Plânı” suya düşmek üzere.
Tötonlar suya düşerken burada bize düşen de, “Ya Rab! Yanlış oku attırma, yanlış yazı yazdırma…” demektir.
Son sözümüz de yazımızın başlığı olsun istiyoruz: “Âlemlerde tek Rab, yeryüzünde tek hükümdar…”
***
ahmet abi selamlar.
selim bey in bu kadar uzun yazıya yeriniz sıkışık da olsa neden izin verdiğini,hikaye diliyle anlatmak istediğin yazının ikinci bölümünde açıkca belli etmişsin…
saygılar