Ruhum, kuzey rüzgârlarına açık kalyon yelkenleri misali deli / çılgın ve mecnun bir avurayla dalgalanmaya başlamıştı. Zira bu akşam, köyümden bana ulaşan, belki de siyah ötesi bir katran zifiriliğinde karalı bir haber olacaktı. Telefon geç bir saatte çalmıştı; bu vakitte çalan telefon sesi, beni oldum olası korkutmuştu. Yine korkuyordum ve hatta korktuğum başıma gelecek gibiydi. Karşı taraftaki ses hüzünlüydü ama kimdi, kadın ya da erkek miydi bilemedim; selâmdan sonra kulağıma bir cam kırığı gibi sapladığı; “Anan…” sözcüğünün peşinden sustu, bir süre yokmuş gibi durdu; verilen bu aralık, belki üç ya da beş saniye kadardı ancak bana bir yıl kadar uzun gelmişti. Ölüm gerçeğini tarif sırasında mevtanın yakını/ yakınları üzülmesinler diye söylenen o alelusul, kaçamak, bununla birlikte muhatabını aslı kadar yalın bir sivrilikle yaralayıcı sözleri de zoraki olarak ekledi: “Yani, biraz rahatsız da…” dedi. Anlaşılmıştı, o yoktu artık; dünyaya gelmeden önce “minnacık beni” en kuytu köşesinde ve inanılmaz bir bolluk bereket cömertliği içerisinde misafir eden kutsal varlık bu dünyadan göçmüştü. Doğal olarak, bu haberle birlikte ben de olduğum yere yıkılmıştım.

Devam eden günlerde, içimdeki eşsiz lahuti mimarideki yıkım devam etti. Ne demişti Tarkolon? “Ruh ancak acı çekerek saflığa erişebilir.” Ya da buna benzer bir veciz şahika… Naif ruhum biber gibiydi; acı ve yakıcı… Aldığım haberle beraber acı çeken ruhumdu belki ancak yıkım ağrılarını bedenimde duyuyordum. Anne babaların ” Allah kimseye evlat acısı vermesin.” niyazını yaşanan gerçekliğin arka penceresinden bakarak yinelemek neden kimsenin aklına gelmemişti ki bu zamana kadar? Mutlaka gelmişti fakat onlar, durumu tespit eden ifadeyi söyleyecek zamanı bulamamışlardı yani zavallı, acı gerçeği yaşayanlar… Bu da bize kısmetmiş; yani ” Allah kimseye anne baba acısı çektirmesin.” demek…

Bir dostum, -ki o, göklerin de dostuydu kanımca- baş sağlığı ziyareti için fakirhaneyi şereflendirmişti. Hoş beşten sonra uzun uzun baktı ela gözlerimin “tirfilli” derinliğine… Ardından, biçimli ağzı iki kelebek kanadı misali açıldı: “Yüce Mevla’ya sığın evlat.” tavsiyesinde bulundu. ” Bildiğim duaları ediyorum hocam.” diye karşılık verdim ona. “Bilmediklerine de et.” dedi.

İnsan bilmedikleriyle nasıl dua eder? Böyle yapmanın bir yolu var mı? Tabii ki varmış: Kur’andan süzülmüş lahuti dua ayetleri… Yüce peygamberin dilinden, bir petek balı misali süzülmüş hadis dualar… Allah dostlarının dara düştüklerinde; “Ya Hay!” deyip dillerinden damlattığı niyazın inciden numuneleri… Meğer ne çok bilmediklerim varmış!

***

Ankara’ya geleli bir yıl kadar olmuş ya da olmamıştı. “Ha geldim, ha gittim…” hay huyu içerisinde, memleketin “nevi şahsına münhasır özgür adacıkları”nı tanıma fırsatım olmamıştı. Söz konusu fırsatı yakalamak için beni rahminde misafir eden kadının, göklerin masivasına göçü vesile olmuş ve ben, bugünlerin birinde bilmediklerimi içeren bir dua kitabı almak için Hacı Bayram’ın yolunu tutmuştum. Yanımda hanım… Hanımı; “Gitmişken onu da, evin kasvetli havasından çıkarayım da zavallının aynı açılsın.” diye düşünerek almıştım yanıma.

Sağ kolunu cam kenarına dayayıp içeri sarkıtan ve üçerden altı parmağıyla dokunduğu direksiyon simidini, bir küçük galaksi çarkı gibi döndüren ve bıyığının terlemesinin üzerinden daha bir veya iki yıl geçmiş olan “şoför kardeş” eski Gima’nın önünde durdurdu Maviş’ini. “Son durak…” dedi. Yolcular, “Babam sağ olsun!” çıkartma etiketinin altından geçerek birer birer “döküldüler” aşağıya. En son ben indim; inmeden önce “Hacı Bayram…” demeye yeltendim. Kardeş, sağ elinin iki parmağı arasına sıkıştırdığı “yoksul emziği” ile minibüsün ön camını işaret etti: “Caddeyi devam et.” derken…

Ben önde, hanım arkada caddeyi devam ettik. İki yandaki iş hanlarının hemen hemen tamamında birer “Hac ve Umre Organizasyonu” tabelası karşıladı bizi. Bir de uzaktan uzağa hissedilen “hacı yağı”nın ağır rayihası… Bu hava içerisinde yolun sağındaki kaldırımdan devam ediyorduk; meraklı bakışlarımızın altında Gima’nın eskiyeni vitrinleri, onun yanında bir ekmekçi dükkânı, ekmekçi ile hırdavatçı arasına sıkışmış bir gazete bayii, bir kitapçı, bir kartvizit ve nişan- düğün davetiyesi basımıyla ” icra-ı zenaat…” eyleyen tipo matbaa, bir ara sokak ağzı… Bu birkaç adımlık aralıktan sonra sırada, bir taş bina ardı. Galiba Hacı Bayram buradan itibaren başlıyordu. Zira, taş binanın eski tip “asri pencere”lerinin önünü, birer küçük vitrin gibi kullanan mağaza “sahabısı” buralara, eline ne geçerse doldurmuştu sanki. Neler yoktu ki bu minyatür vitrinlerde! Çeşitli boy ve renklerde tespihler, keçi derisinden imal edilmiş mestler, üzerlerine Arapça harfler damgalanmış boncuklardan oluşan bileklikler, kutu kutu esanslar, gül yağı şişeleri, sürmedanlıklar, kokudanlıklar, iç yüzeyine ayetler işlenmiş taslar, zemzem takımları, cevşen muskaları, minyatür Kur’anlar, Mekke ve Medine resimleri, havlı seccadeler, hurma ambalajları, filmmatikler, kutsal mekânların süslü resimleriyle bezeli anahtarlık ve madalyonlar, Lafz-ı İlahi yazılı gümüş imitasyonu kolyeler… Ve daha neler neler; yaz yaz bitmez, sürer gider.

Gözümüz bu kalabalık vitrinlerde, adım adım ilerlerken yanımız, yöremizdeki insan coğrafyası da çeşitlenmekteydi tabiatıylan… Bir kere, buradaki genç popülasyon seyrekleşirken yaşlı nüfus artıyordu; “Hacı yokuşu”nu tırmananlar, genellikle yaşlı/emekli karı kocaydılar. Kocaların bir kısmının sırtında geçmiş yıllardan kalma bej renk “hacı giysisi…” Bir takım kocalar ise henüz bizim gibi yerli urbalar giyinmeyi sürdürüyorlardı. Anlaşılan; onlara henüz Hac kısmet olmamıştı. Belki de, bu yıl çekmişlerdi vize kurasını. Bu yüzden, Hacı Bayram’daydılar yani önlerinde onları bekleyen kutlu ve mutlu günlerin ve mekanların havasına girmek için “yer temrini” yapıyor olmalıydılar.

Bu sırada, yanımızdan geçen orta yaşlı ikiliden kadın olanı eşine; “Buraya gelince Medin’e pazarları aklıma geliyor Hacı Selami.” diyordu, tabii ki yaşadıklarının hayaliyle gözleri parıltılı… Hacı Selami ise, “Ya hacım, havaya yayılan şu koku yok mu?” diye karşılık veriyordu. ” Vallaha, yeniden yaşatıyor bana geçen yılı.” Sonra ikisi birden derin iki “Ah!” çekip uzaklaşıyorlardı. Arkalarından baka kalıyorduk.

Bu esnada; “Allah ne muradınız varsa versin!” dileği ile bizi muhatap alan dilenci kötürümdü. Onun bu hâline acımış olmalı ki, hanım benden ayrılıp yanına kadar gitti. “Başımızın, gözümüzün sadakası olsun işallah!” diye mırıldanırken üç beş bozukluk bıraktı orta yaşlı adamın avucuna. Kutsal görevini yapmış insanların hulusi kalbi ile döndü gerisin geri. Bana baktı; belli ki, bir şeyler söylememi bekledi. Ben, “o değilden” geldim.

Bir süre sonra küçük “Hacı tepesi”nin düzlüğündeydik. Yolun bu yanı bir dizi kitapçı dükkâncığı, karşı taraftaki alanın ortasında ise bölgeye adını veren tuğla duvarlı Selçuklu mimarisinin sade bir örneği olarak yüz yılları devirmiş ünlü Hacı Bayram camii… Ortada ise onu inip, onu kalkan güvercinler…

Buraya geliş nedenimiz bir dua kitabı almak ya… Bu sebeple gözümüz, birbirinin omzuna binmiş gibi sıkışık kitapçı dükkânlarının kapı önlerine kurdukları tezgâhlarda olduğu hâlde, usul usul geziniyorduk. Ancak bir sorunumuz doğmak üzereydi sanki. Tezgâhları dolduran bunca kitabın arasında, göze en çok dua kitabı çarpıyordu. Bu kadar çok hazinenin arasından “zebercet” seçimi yapmak oldukça güç bir iş gibi geldi bana. Ancak bunların arasından; “Ya Allah!” diyerek, birini alıp sayfalarının arasıda “göz ylculuğu”na çıktım. Kitabın, karıştırdığın birkaç sayfasında bilmediklerim vardı; derken, bildiğim bir duayla karşılaşıyor ve onu bıraktım. Elim bir başkasına gitti…

Çevre o kadar kalabalıktı ki insanlar, tezgâhtan tezgâha geçerken vücutları birbirine sürtünüyor ancak bu yakın temasa pek de aldıran yoktu; herkes, rengârenk kitap bereketinin albenisine dalıp gitmiş gibiydi. Doğal olarak, kitaplar sürekli el değiştiriyordu. Benim tezgâha bıraktığımı peşimdeki kadın alıyor, onun yere koyduğunu bir sonraki adam kapıyordu; kamyondan karpuz yıkan işçi safı gibi durmadan işliyorduk. Yaşı dolgun olanlar, büyüklü küçüklü dua kitapları ile ilgileniyorlardı. Daha genç olanlar ise fikri yanı ağır basan kitapları ellerinden düşürmüyor, ciddi ifadelerle paragrafların arasında seyahat ediyorlardı: Filistin sorunu, Çeçen cihadı, İslam ve Batı, Ortadoğu’nun Dünü Bugünü ve Yarını… Hâl ve gidişlerinden üniversiteli olduğunu sandığım, bir kısım tesettürlü kız da Hazreti Hatice, Hazreti Ayşe veya Hazreti Fatma okumaya taliptiler. Yanlarında çocuklarını da taşıyan annelerin derdi başka; onlar, yavrularına güvenle verebilecekleri, pedagojik yanları ağır basan çocuk edebiyatı örneklerinde göz gezdiriyorlardı. Aralarında sadece Kur’anla ilgilenenler de vardı. Ben ve hanım da dua kitabı peşindeydik.

Hacı Bayram kitapçılarının bu başından öteki başı yüz, yüz elli adım kadar çekiyordu. Bu araya yirmi, bilemediniz yirmi beş kadar dükkan sığdırılmıştı. İlk sıranın arkasındaki küçük avlunun dört yanında da bir bu kadar kitapçı konuşlanmış müşteri bekliyordu. Bu durumda, tahminim dükkânların tamamı kırk, elli civarındaydı. Ancak ha bir dükkân, ha elli dükkan; farkı yok gibiydi. Çünkü neredeyse tamamı aynı cins “hacı malzemeleri”ni ve dini içerikli kitaplarnı sunuyorlardı alıcılarına. Zaten biz alıcılar da “makaslan çıkmış gibi” tek tiptik.

***

Yaklaşık bir saat sonra Hacı Bayram’a çıkan yokuştan aşağı doğru inerken, buraya geliş amacımı gerçekleştirmiş ve “bilmediklerimi” içeren ” kerpiç gibi” kalın bir dua kitabı almıştım. Mutluydum. Bu arada hanım da, daha küçük bir “dua hazinesi”ne sahip olmuştu. O, benden daha keyifliydi. Zira hazinenin keşfine çıkmış ve duaları okumaya şimdiden başlamıştı.

Bu, benim Hacı Bayram’a ilk ziyaretimdi. Sufi Bayram’ın esans ve gül yağı kokulu kitapçılarından ucuz fiyatla aldığım dua kitabı sayesinde, beni rahmine misafir eden o kutlu kadın için “Amin!” demeden önce yeterince dua edebilecektim. Daha ne isterdim? Ama bu arada bu mistik mekânı yani Hacı Bayram’ı sevmiştim. Bu durumda, bir isteğim daha vardı; arada bir buraya uğrayacak, kapak grafikleri çok da iyi olmayan sergi kitaplarına bakacak, uygun olanı uygun fiyata alacak ve evimdeki kitaplığın bir köşesinde de “Hacı Bayram dizisi” oluşturacaktım. Kararım buydu.

Tüm dünyadan tarihi bilgiler, satır araları, arka planlar vereceğiz ve günümüze bağlayacağız. Bir bakıma tarihin güncel yorumunu yapacağız.

Bir yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.