Lisan-ı Türki’de bir deyim vardır ya, “Ağzına bir parmak bal çalmak…” diye… Oradan girelim mevzuya. Deyim, bal kavanozuna ya da bal fıçılarına sahip olma hevesi kurdurmak için hevesârın dudağına bir parmak bal fiskesi kondurmak anlamına geliyor; en kısa tarifiyle… O tatlı fiskedir ki yalana yalana insanın ömrünü bitirir ya da kişinin önünü perdeler ve fotoğrafı net izlemesine engel olur.

Kısa girizgahın ardından minik bir tarih gezintisi için kolları sıvayalım ve “Coğrafyamızın çöpü”nü karıştırmaya başlayalım mı? 20. Yüzyıl’ın jübilesini yapan insalık, 20002’li yıllara henüz girmişken, “Miladi takvimin efendileri” bize, şunu hissettirdiler bir parmak mesabesince: Batı, İran’ın can düşmanı ve gayet tabi, sizin yani Türkiyelilerin can dostu. Oh ne âlâ! Bu parmakla birlikte biz daha doğrusu yerli efendilerimize göre; “Can dostlarımız, 1979 yılında komşumuz Acemistan’daki İslami gelişmeye veya “İslam Cumhuriyeti” adıyla kurulan devlete asla müsaade etmeyecek, bugün olmazsa yarın mutlaka vurulacak. 79’da Şah’tan boşalan, vurulması hâlinde bizatihi İran’dan boşalan Batı Asya coğrafyasına bizi oturtacak. Ve biz, bölgenin yükselen yıldızı olacağız; herkes, bize bölgesel güç diyecek hatta Rahmetli Özal’ın açıp kapattığı “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne “Ağabey Türkiye dükkânı”nın tabelasını değiştirip “21. Asır Türk Yüzyılı” tabelasını astık. Hemen söyleyelim; biz de, söz konusu dükkânın tabelalarını ciddiye almayanlardan değiliz. Ve “Adriyatik’ten Sedd-i Çin’e 21. Yüzyıl’ın Türklere ait olmasının” çok da zor olmayacağına inananlardanız lakin ağzımıza çalınan balın başka parmaklarca çalınmasından pireliyiz. Bal bizim, kovan bizim ancak parmak yadırgı; işte, sorun buradan kaynaklanıyor ve ikircik kaynağı oluyor.

Dönelim meseleye… ağzına çalınan balın gerçekliğine inanan Türkiye, “yakın gelecek plânlaması”nı da o tat üzerine bina etmiş ve siyasi ameliyelere başlamıştı. Lakin yakın gelecek plânlamasının hatalı olduğunun, bölge ve dünyadaki gelişmeleri yanlış okuduğunun farkına vardığında aradan on yılın geçmiş olduğu gerçeği, şaşkınlığının da ikinci sebebi oldu. Bu arada, birçok yanlışa imza attığını da “Tüh be!” diyerek fark etmişti. Onun için Erdoğan, samimi bir itiraf cümlesi olarak “Aldatılmışız!” dedi. Dudağımızdaki sahte bal, aldanmamıza sebep olmuştu. Bu 20, ve 21, Yüzyıl aralığındaki ilk aldatılmışlıktı. Parmağımız, geçmişimizi de dahil ettiğimizde bilmem kaçıncı kez sokulmuşluğun acısını duyuyordu ve duyduğumuz acı parmaklarımızla sınırlı değildi elbette, yürek de sızlıyordu doğal olarak.

İran
İran

Madem, mevzuya İran cihetinden girdik; oradan devam edelim: Bu arada, İran’ın nükleerleşme hamleleri sebebiyle Batı’yla girdiği “Horoz dövüşü”nün karşısına dikildiğimiz yer Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğimiz esnasında olmuş ve yanımıza bir başka “bakarkör” olarak zavallı Latin Amerika Brezilya’sını da alarak “Lordlar”a meydan okumuştuk. Yanlış anlaşılmasın; elbette zaman, Batı’ya meydan okuma zamanı kanaatimizce ancak bu eylemi, İran’ı arkalamak adına yapmak, en hafif tabirle; “Onun bunun çocuğuna alet olmak” ya da kendisi himmete muhtaç dedelik yapmaktı ve biz, bunu yaptık. Üstelik, “Bizi aldatanın alnını karışlarız!” efelenmesiyle aldatılarak.

O İran ki Ankara’ya ufak bir teşekkürü bile çok görmüş “nankör dost” olarak, sonuçsuzluğu baştan plânlanmış; sözde, “aslan kavgası” gibi duran “horoz dövüşü”nü sürdüre sürdüre, Buşehr yeraltı sığınaklarında işleme devamla nükleik koşuda, epey bir mesafe kaydetti. Bu mesafe kime karşıydı? Biz, İsrail ve Batı’ya karşı sanıyorduk. Değilmiş. Yine biz bu sefer de o Batı’nın ittirmesiyle Malatya’ya “Demir Kubbe” inşa ederken sonuç değişmedi. Buşehr sarnıçlarında kaynatılan nükleik kazanlar, demir değil elmas kule inşa etsen de her türlü engeli delip geçecek atomik güce bir adım kalacak kadar kaynatıldı ve İran, dehşetengiz yolculuğunu sürdürüdü. Biz, cevapsız bir sualle aynı çuvalda kala kaldık: Bu kazanlar, kime karşı kaynatılıyordu? Ya da bizi aldatan Batı mıydı, Acemler mi?

Biz; karışık kafamızın ayarını yapmaya uğraşırken, o İran ki söz konusu “dehşet yolculuğu”nun son ayağında ulaştığı aşamayı, bir önceki Tahran Başkanı Ahmedi Nejat’ın ağzından deklare etti ve tüm dünyaya “zenginleştik” dedi. Bu sefer, aldatılanlar tarihinde bize düşen soru: Aldatan İran olduğuna göre o İran Batı’yı mı aldatmıştı, bizimi yoksa? Biz bunu çöze duralım: Şimdi Buşehr mühendisleri, ham uranyumu, “atomoloji”nin gözbebeği plütonyuma döndürmenin şifresini çözmüş olarak stokları yeterli seviyeye ulaştırmanın tatlı telaşı içerisinde koşuşturuyorlar. Bu arada niçin yapıldığını anlamakta zorlandığımız 5+1 ülkeleri ve Tahran’la yapılan “Nükleer Müzakereleri”nin üçüncüsü Şubat ’15 içerisinde yapılacak. “Belki o zaman kimlerin aldatan veya kimlerin aldanan olduğu ortaya çıkacak.” Demiyorum zira aldatan belli oldu; Yemen vilayetini Persiyan müktesebata dahil eden iran tek aldatandı. Batı, “Şii Hilal”in Babulmendep ucunu da tamamladığına ve Başta Amaerikanya ve İngiltere olmak üzere, Batı cihetinde karşı çıkan bir “Baba Tanrı kulu” olmadığına göre… Varsın Ankara, kendi konumunu varsın tespit etsin. Irak, Suriye, Lübnan (bu araya İrail ve Sisi’nin Mısırı’ını monte ederek devam edelim…) ve Yemen’den oluşan Şii trenine baka baka… “Yine mi biz aldatıldık?!” Böylece, en baş oyuncusu bizim olduğumuz tarihe bir sayfa daha…

Hasan Ruhani
Hasan Ruhani

Şu müzakere serüvenine bir bakalım: Batı, iştiyakla beklediği “İran uranyumu zenginleştirdi.” bilgisini alınca Tahran’ı, Viyana’da masaya çağırdığında takvimler 2014’ün ilk aylarını gösteriyordu. Artık Batı’nın derdi, İran’ın nükleer faaliyetlere son vermesi değildi; bu çağrı, kontrol edilebilir uysallığa davetti. Hatta bu toplantının amacı, artık nükleer güç olmayı başarmış olan Acemleri, “Dünya Nükleik Kulübü”ne buyur etmeden evvel kulübe giriş şartlarını konuşmaktı… İran, davet noktasına gelmiş olmalı ki kulübün sıradan şartlarını bile problem edebiliyor ve bu sebeple görüşleri tıkama serkeşliği içinde… Belki son bir iki pürüz için zaman kazanma var kafasında. Bu sebeple Viyana Müzakereleri, önce 2014’ün son aylarına, oradan da 2015’in ilkbaharına ertelenegeldi. Bugünlerde ön görüşmeler ya da temas yeniden başladı; İlkbahar bekleniyor.

***

Geçen yüzyılın son on yılından beri Batı’nın, Batı Asya’da yaptığı eylemlere bir göz atmak gerekirse… Önce Afganistan operasyonu çıkıyor karşımıza. Söz konusu ameliyenin ciheti, İran’ın doğu sınırı… Akabinde Afganistan coğrafyasını kaplayan çıban, operasyon anlamında güneye doğru genişletildi: Önce Pakistan’ın Veziristan eyaletini içine aldı; ardından, daha da güneye doğru genleşme devam ettirildi ve lisanını, Osmanlı’nın ordusunda konuşulan kelimelerden derlediği için, “Urduca/Orduca” olarak isimlendirilen diliyle “Kardeş Ülkemiz” canhıraş feryadına aldırılmadan, kontrollü ateş çemberine, tümüyle dahil edildi. Şahit olduğumuz bir başka gerçek: Afganya’nın ardından Tahran’ın, batı cihetinden de kuşatılışı düştü vakanüvis defterlerine. Bu kuşatmayla Irak, Afganistan’da açılan parantezin batı güneyi oldu. Zaten Tahran’ın kuzeyinde yer alan Azerbaycan ve Sünni İranilerin ülkesi Tacikistan’la arası şekerrenk; bu yüzden oralarda “artı operasyon”a gerek görülmedi.

afganistan1

Bütün bunlar olurken, biz de sandık ki “Son vuruş” için İran kuşatılıyor. Bunun böyle olmadığı çok geçmeden anlaşıldı: Zira “Güya kuşatma”nın batı güneyindeki tapa çekildi. O tıpanın adı Saddam’dı. Ki o kapak, Birinci Körfez Savaşı’nın nihayetinde neden yerinde bırakılmıştı? Yoksa ABD’nin gücü mü yetmemişti? Tabii ki hayır! İrani tazyikiin şiddetini artırmak için yüzde yüz kapalılığa ve kuşatılmışlığa gereksinim vardı ve yeterli basınç oluşmuş olmalı ki İkinci Körfez Harekatı’yla tapa yani Saddam çekildi. Büyük havuz, küçük havuza yürümek için sınıra dayandı yani İran, dini diyaneti ve militarizmiyle Irak’a boşalmak üzere Kandil’in arka yüzündeydi. Bitmedi! En çok Irak’ta olması gereken zamanda “Amerikan Şeytanı” en şedid Şialı Maliki’yi Irak’ın tahtına oturtarak 2011’de Irak’tan çekildi. Bu çekilişin diğer adı “Büyük Havuz”un “Irak havuzu”na boca edilme davetiydi.

Aslında, o zaman anlamış olmalıydı Türkiye, “aldatılma”nın ne demek olduğunu. Ankara’nın, damağındaki sahte balın, sahici gibi duran tadı, buna fırsat vermedi ne yazık ki… Bir büyük hata olarak, bir bakıma, ABD ile birlikte biz de çıktık Irak’tan hatta bırakın Güney Irak’ı, Kuzey Irak’la bile kanlı bıçaklı hâle geldik. En vahimi çekilen ABD ile yuları üzerine atılmış olan Kandil’in eli kanlı sakinlerini Tahran’ın yeni efendiliğine terk ettik. Yine bir aldatılmanın eşiğindeydik galiba…

Hatırlayınız! O günlerin birinde o yıllarda çok sözü edilen PJAK’tan söz ediyoruz yani PKK’nın İran kolu diye tarif edilen Acemi Kürtlerden… Şimdi neredeler? O zaman, söz konusu PJAK kamplarına giren Devrim Pastaranları, taş üstünde taş bırakmadı ve kampa, İran bayrağını astı. O bayrağı asan bizmişiz gibi için için sevinmemiş miydik; bizim yapmakta zorlandığımız, ya da bizim askere yaptırılmayan Kandil’in fethi harekatını “komşu” yapmıştı. Peki, o zamandan beri PJAK’ın esamesi okunuyor mu? Yo! Ama PKK hâlâ orada ve Türkiye’nin geç kalmış “Barış süreci”ni dinamitlemeye devam ediyor. Neden?

pkk_pjak

Yine hatırlayınız! PJAK kamplarına baskının akabinde Pastaran’ın yönü, PKK sığınağına dönmüştü de “zavallı bizler” açıktan açığa ellerimi ovuşturarak “bizim yapamadığımız “Kandil’i söndürme” işini nihayet İran’ın yapmakta olduğu” safdilliğini yaşamıştık. Sevinmekte haklıydık; hakikaten, Kandil’den gelen haber, Karayılan’ın öldürüldüğü yönündeydi. Sonra malum şahsın kaybolduğu ortaya atıldı. Fakir o vakit; “Ne öldü, ne kayboldu; Karayılan, şu anda Tahran’da ve iki tercihten birini seçmek zorunda…” mealinde yazmıştım ve bugünde aynı şeyi bir kez daha not ediyorum. Neydi o iki tercih? Ya bundan kelli İran adına çalışmak ya da kafasında bir kurşun deliği olduğu halde, Gürbulak sınır kapısına nakledilerek Türk gümrükçülerine teslim edilmeye razı olmak. Doğal olarak Karayılan’ın tercihi ilk tekliften yana olmuş olmalı ki malum şahış hala orada/ininde oturuyor. Son zamanlarda sorup duruyor Türkiye, “Barış Süreci’nin ardındaki provakatif güç kim?” diye… Herhalde şimdi anlaşılmış oldu; münafık yani iki yüzlü Kandil katillerinin İran’a bakan yüzü… Ama ne yapsın o “garipler” Tahran’la yaptıkları antlaşmanın tek şartı bu: Zamanı ve yeri geldiğinde, “Acemi talimat”la Türkiye’ye karşı kullanılmak… Zadegan; “Baltala süreci!” diyor; onlarda lazım geleni yapmakla mükellef oldukları için baltalıyor; kazmala deyince de kazmalıyorlar. Aslında, bizimle birlikte onlar da aldatılmış durumda; önce Batı tarafından terkedilerek, sonra da Tahran’ın kucağına düşerek…

***

Devam edelim: Özal’la birlikte dudağımızın doğu yakasına çalınan “Kerkük-Musul’u bize verecekler. “gelin-güvey olma” beklentimiz, ABD tarafından İran’la aldatmayla sona erince Irak hevesimiz kursağımızda kalmış ve tam da “Yine aldatıldık!” deme kendine gelmişliğini yaşayacağımız ve kendi plânlarımızı yapmaya koyulacağımız kertede bir parmak bal da dudaklarımızın doğu yakasına çalındı ve biz ikinci aldatılmışlık bihaberliğini yaşamak üzere bir başka plâna dahil edildik.

Zaten bizi “Model Ülke” olduğumuza inandırılalı çok olmuştu ve model olduğumuz ülkelerde Tunus, Libya, Mısır ve hatta Fas’ta “bize benzeme hareketi” başla(tıl)mıştı. Bu sefer tamamdı ve Özal zamanında kaçırdığımız “Kerkük-Musul peşkeşi”ni Suriye’de “Halep-Şam” ikilisi şeklinde alacaktık. Yeni heves, Irak’ı unutturmaya yetti ve Ankara, yeni plâna sarıldı.

arap_bahari_2

Tunus’ta ateşlenen Arap Baharı’nın fitili gelip Suriye’ye dayandığında umudumuz had safhadaydı: Haydi, bu bayram da olmadı; öteki bayramda işlem, kesinkes tamamdı. Ancak bayramlar geçti ve Şam-Halep’i Türkiye’nin nüfuz sahasına bırakması beklenen şiddet plânı son noktada sonlanacağına Hatay’dan giriş için sınırını zorlamaya başladığında Türkiye’nin kafasına soğuk su damlamaya başladı. Neler oluyordu yahu? Hani Halep ve Şam son istasyondu? Hatay da neyin nesiydi? Tepesindeki buzlu su kazanıyla Ankara’nın kafasına boca olduğunda, Taksim gezi alanındaki üç beş ağaç, ülke genelindeki 48 vilayet ve bilmem kaç ilçe ve beldeyi ateşe vermişti bile.

Nihayet Türkiye, nice zamandan beri fark etmesi ve söylemesi gerekli olan tek kelimelik cümleyi deme noktasındaydı: “Aldatılmışız!” Ancak Gezi’de anlaşılan vahim durumun itirafı, altı ay sonra 2013 Aralık’ının sonunda ve en yetkili ağızdan yankılandı: Erdoğan, açık yüreklilik ve tüm samimiyetiyle diyordu ki “Aldatıldık!”

O zaman zannedildi ki bizi aldatanlar, 17-25 Aralık operasyonunu yapmaya kalkışanlardı. Hayır! Aslında onlar da aldatılmıştı. Türkiye devleti aldatılmışlığını nice seanslar sonunda nihayet anlamış ve itiraf etmişti. Doğal olarak, Büyük Bilge Kağan uyarısıyla “titredi ve kendine döndü.” Lakin 17/25’çiler, ne aldatıldıklarının ve ne de aldatanların farkında değil, o sebeple devam ediyorlar gaflet mücadelesine ve yanlarına hakikatten bihaber, müzmin aldatılanları da alarak yani muhalefetin cümlesini… Ee, bu da bir “hazmetme süreci.” Yaşaya yaşaya anlayacaklar aldatılma gerçeğini. Bekleyip göreceğiz; ne zaman; “Eyvah, aldatılmışız!” diyecekler?

***

“Aldatılmışlık tarihimiz,” tarih kadar derin aslında… Geriye doğru gidersek pek çok başlama noktası çıkar karşımıza: Erdoğan ve kısmen Özal dönemlerini anlattık. Madem başladık küçük tarihçe yazımızı devam ettirelim ve bir mesafe daha gidelim geriye: Merhum Menderes’i “her mahallede bir milyoner yaratmak” vaadiyle aldatanlar, ülkeye devlet eliyle el değiştirtmiş ve böylece Türkiye, İngiliz nüfuz sahasından ABD’nin cirit alanına döndürülmüştü. Merhum Çakırbeyli Başbakan, durumu fark ettiğinde vehameti konuşmak üzere yola çıktı. “Aldatma merkezi”ne giderken yani Londra’nın üzerindeyken uçağı düşürüldü. Bu bir gözdağıydı. Buna rağmen aldatılmışlığı sineye çekemeyen zavallı Çakırbeyli, 1960 Mayısı’nda darbeyle yere çalındı ve bir yıl sonra dara çekildi. Oysa milletine dönüp; “Aldatıldık ey milletim!” demedi. Keşke deseydi!

1_dunya_savasi_ilani

Bir adım daha geriye gidelim: Doğal hastalığı sebebiyle zaten ölecek olan imparatorluğumuzun küllerinden doğan “Çağdaş ve ilelebet yaşayacak olan ulus devlet” balıyla kandırılan kurucu babaların aldatıldıklarını anlamaları için Meclis’in birinci dönemi yetti. İkinci Meclis’le birlikte Milli Mücadele’nin VİP takımını, biztihi devrimin kendisi yedi. Peşi sıra… Muasırlaşma devrimlerini yapanların en başındaki kahraman ise gerçeği anladığında, doktorlar darbesiyle vücuduna ters tepki ilâçları zerk edilmeye başlamıştı. Ve mülkte Cumhuriyet kurulalı henüz on sene geçmişti. Onuncu Yıl Nutku’yla bizzat kendi ağzından devrinin sonlandığı haberi verdirilen ve jübilesini yapmaya zorlanarak işten el çektirilen Birinci Adamı, önce siroza mahkum ettiler; olmadı, Savarona yatına tıkıp denizlerin ortasına sürgün ettiler; olmadı, Dolmabahçe’de yatağa çaktılar; olmadı… Şimdilerde zehirlendi iddiası dilden dile dolaşıyor. Zehirle ekarte edilen bir başka “Aldatıldığını anlayan adam” da Özal’dı malumunuz.

Hadi biraz daha geriye gidelim: “Ülkenin geleceği siz, genç tıbbiyeli ve askeriyelilersiniz!” diye kandırılan ve güya imparatorluğu çökertme yolunda inat eden “Müstebit İmparator”a karşı huruç hareketi başlatan Halaskaran zabitleri, Enver ve Resneli Niyazi’yle dağa çıktıklarında Hareket Ordusu rezaletinin plânlamasının, Makedonya Rizorto adlı Mason Locasında “”can düşmanları” tarafından yapıldığının farkında değillerdi. “Uhuvvet, müsavat, hürriyet!” çığlıklarıyla İstanbul’a girdikleri gün 600 yıllık imparatorluğun idam fermanına parmak bastıklarını da bilmiyorlardı. Ancak ne feci aldatıldıklarını anladıklarında “Enverland” olarak duhul ettikleri Birinci Cihan Harbi’ni, dört yıl gibi kısa bir süre içerisinde tam bir hezimet hâlinde kaybetmişlerdi dolayısıyla imparatorluğu da. Onlardan bir şair; günah çıkartırcasına; “Anlayamamışız seni ey Ulu Sultan!” diye yazma kadirşinaslığını göstermişti lakin bu ikrar, yer ile yeksan olan Yüce Devlet’i geri getirmeyecekti. Daha dün “Kızıl Sultan” diye taşladıkları Son İmparator Abdülhamit’e ağıt yakanların arasında, dönemin aldatılmışlarının en başındaki “Üç Beyinsiz” tabir edilen paşalar da olsa gerek. Zira onlardan biri Berlin’de, biri Tiflis’te, “şanlı avcıların” kurşunlarıyla delik deşik olduğunda sonlarının böyle olacağını düşünmemiş olmanın acısını yaşamış olmalılar, ciğerlerine işleyen kurşunun acısıyla birlikte. Ve onlar da aldatılanlar tarihindeki yerlerini aldılar; mezarları gavurellerinde kaldı. Son paşa ise aldatılmanın tesirini bedeninin, en derin noktalarında taşıyan Enver’di; üçden biri… Heyecanlarının kurbanı olan saray damadı Enver, güya hatasını telafi için yıktığı imparatorluğu Turan’a taşıma düşüncesiyle Orta Asya’ya geçti. Türkistan’da Bolşeviklere karşı harbeden “Basmacılar Ordusu”na katıldı ve orada kim vurduya gitti. Zamanın diğer aldatılmışları da 150’likler şeklinde listelendi ve Malta adasına sürgün edildi. Yeni aldatılacaklara yer açmak için izleri silindi.

***

Daha da geriye gidelim: Majeste’den alacağı, itibarı kendinden menkul Dizbağı Nişanına bağlayan Abdülmecit var sırada… İngiliz devlet nişanını alma, kraliçe tarafından taltif edilme ve böylece Buckhingam Sarayı’nın himayesine girerek imparatorluğunu kurtaracağını sana genç sultan Abdülmecit, Islahat Fermanı’yla gözünden bile sakındığı devletini, Masonlara teslim ettiğini ve bu teslimiyetle geri dönülmez bir yola, Batıcılık bataklığına girdiğini anlamadan gitti. Ancak oğlu Abdülaziz anladı hanedanın aldatıldığını lakin onun da “Aldatıldık!” demesine izin verilmedi. Pehlivan Padişah, daha evvel sırtlarını yere getirmekte zorlanmadığı ikinci sınıftan birkaç pehlivan üzerinden yürütülen bir komploya kurban gitti. Bilekleri kesilerek ölümü intiharla süslenmek istendi. Hakikat kötü huyunu gösterdi ve onca saklama çabasına rağmen gün yüzüne çıkma becerisini gösterdi. Onun ölümüne imza atanlar da aynı günler de birbirlerini telef ettiler. Geride tek kahraman kaldı: Çerkez Hasan… Eniştesinin kanını yerde komayan kahraman!

2. Mahmut
2. Mahmut

Bir daha geriye: Bir başka aldatılmış olan Üçüncü Selim’in ölümüyle sonuçlanan bir darbe sonucu iktidara getirilen İkinci Mahmut, Batı’ya yaranmak ya da benzemek adına yaptıkları sebebiyle halk tarafından “Gavu Padişah” olarak yaftalanmıştı. Onu aldatanlar ise, amcasını katleden yeniçeri tayfasının bir gün kendisini de katledeceğini söyleyerek başlamışlardı işe. Sultan Mahmut için tek yol kalmıştı; “Onlar beni öldürmeden, ben onları yok edeyim!” Aslında bu teşhis ve tespit doğruydu zira “darbeci devşirme veletleri”nin böyle bir sonu hakettikleri gün gibi aşikardı. Lakin doğa gibi devlet de boşluk kabul etmezdi; hele, topun ağzında olan bir imparatorluğun hiçbir rafı boş bırakılamazdı. Plân, eskimiş ordunun yerine, hangi yeni ordunun konacağı kotarılmadan yapıldı. Aslında, Üçüncü Selim, bu plânsızlığı yeniçerileri yıkmadan evvel Nizam-ı Cedit tugaylarını kurarak telafi etmişti fakat onun bu atağı, aldatılarak bir kez daha kışkırtılan yeniçeriler tarafından işlevsiz hâle getirilmişti. Mahmut, bu örneği bildiği için önce çerilere daldı ve Vaka-ı Hayriye/Hayırlı olay denilen halk ayaklanmasıyla ta Üçüncü Murat tarafından temeli atılan ve geçmişi birkaç yüz seneye uzanan “Devşirme Ocağı”nı yerle bir etti. Ülkenin dört bir tarafında başlatılan cadı avıyla tüm yeniçerilerin kökü kazındı. Mahmut, tam oh diyeceği an ne menem bir iş yaptığını anladı zira Balkanlara ayrılık ateşi düşmüştü: Yunanistan bağımsızlık isteğiyle ayaklandı. Ne yazık ki isyanı bastıracak ordu yoktu ortalıkta. Ocak yıkılınca Mansuriye adında bir ordu ikame edilmişti yerine ancak aradan geçen üç yıl içinde söz konusu ordunun ilk taburu zor teşekkül ettirilmişti. Olsun! Kara ordusu yoksa İmparatorluk armadası sapasağlam ayaktaydı ve leventler gider Mora ateşini söndürürdü. Olmadı. Osmanlı bir kez daha aldatıldı ve Navarin Limanı’ndaki donanmaya dostluk aldatmacasıyla yaklaşan “Aldatıcı şeytan yani Batı,” tüm üç hilâl bandıralı gemileri çıra gibi yaktı. Olsun! Kara ve deniz orduları yandıysa Mısır sapasağlam ayaktaydı. Nil havzasının valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Nizam-ı Cedit benzeri talimli bir ordu kurmuş ve Mısır’da fevkalade bir başarı yakalamıştı. Bu itibarla Kavalalı, İstanbul tarafından yardıma çağrıldı. Çağrı üzerine Mısır ordusu geldi ve Mora ateşini söndürdü ancak Kavalalı da aldatılmaya namzet bir Osmanlıydı. Batılı Şeytan, onu da ayarttı: “İstanbul’da Hanedan’ı Osman” oturacağına, pekala “Hanedan-ı Mehmet Ali” oturabilirdi. Bu densiz arzuyla Kavalalı’nın çocukları Suriye’yi geçti, Anadolu’ya girdi ve Kütahya’ya kadar yürüdü. Sultan Mahmut, bir kez daha aldatılmak üzere, “Ezeli aldatıcıların” kapısını çaldığında Kavalalı’nın tasallutundan kurtulmuş lakin Mora elinden kuş olmuş uçmuştu: Hanedanın bekasına karşılık Mora… Zavallı Mahmut’un mukadderatı, onun yakasını bırakmaya niyetli değildi. Büyüyen Mısır ve Balkanlardaki tehdit karşısında çaresiz kalan Sultan, tekrar aldanmamak dileğiyle “Müzmin aldatıcı Avrupa”nın kapısını değil de bir başka “Kronik aday”ın eşiğine dayandı; Rusya’nın… Niye böyle yaptığını soranlara; “Denize düşen yılana sarılır!” diyerek durumunun umarsızlığını belirtmiş ve tarihimize Hünkar İskelesi olarak geçen antlaşmayı, Çar’ın edepsiz bir kumandanıyla aynı seviyede imzalamıştı. Eminiz ki o an elleri titriyordu zavallı padişahın zira çok geçmedi, denize düştüğünde sarıldığı o yılan kendisini Kırım’da ısırdı ve Mahmut felç oldu. Belki de aldatılanlar tarihinin ne bahtsız namzeti olarak “Aldananlar kabristanı”ndaki yerini aldı. İnme nedeniyle konuşamaz durumda olduğu için halkını uyaramamış ve “Beni de aldattılar ey halkım!” demeye dili yetmemişti.

Bir basamak daha… Bir üst paragrafta girdik Üçüncü Selim’e. “Kandırıkçılar” onu da bir devlette iki ordu istihdam ettirerek aldatmışlardı. Zira çare Batı tarzı ordu ve yönetimdeydi. Padişah bu tarzın adını Nizamı-ı Cedit koydu: Yeni format… Lakin eski nizam yenisine ve yeniciye müsaade etmedi, her ikisini de al aşağı etti ve kendi sonunu hazırlama noktasında “Gayretullah Mütecavizi” kişiliğini köpürttü.

Ha gayret bir daha geriye… Yüce İmparatorluk, 1699 Karlofça hezimetiyle ikinci evresine girmişti. Söz konusu antlaşma, Batı’nın üstünlüğünün tesciliydi ve bu tescilat ilk defa toprak kaybettiriyordu Osmanlı padişahına. Devleti bu noktaya getiren on altı yıl evvelki “Viyana Bozgunu”ydu. Bozgun, “Türk’ün Son Kızıl Elma”sının adresiydi ve tarihte ilk defa Turkuvaz el, uzandığı kızıl elmayı alamıyordu. Bunun anlamı şuydu: Ey Orta Asyalı gelebileceğin son coğrafya Viyana ve ulaşabileceğin son medeniyet seviyesi Çermenik hat ve de son arazi, Karlofça’nın tayin ettiği hudut.

Peki böyle bir sonu hak etmiş miydi Orta Asyalı? Elbette hakkettiği son bu değildi. Peki Türk’ün, bu ataletten kurtulmanın bir çaresi yok muydu? Elbette vardı, o da sadece “Düşmana benzemek.” O anda karar verdi Üçüncü Ahmet ve ülkede bir devir başlattı: Lale Devri’ni… Bu devirle birlikte devlet, arazi fütuhatından ve militarist güç olmaktan vazgeçiyor ve içine dönüyordu. Bu bir sivilleşme hareketiydi ve devletin askeri kimliği sosyal devlet kimliğine evriliyordu. Eğitim şarttı. Bu sebeple geldi İstanbul’a matbaa, hem de icadından iki yüz yıl sonra. Bununla birlikte sanatta, edebiyatta bir devrimin startı verildi. Batılı uzmanlar payitahtı doldurdu. Bu arada, düşünce serbest bırakıldı. İnsanlar hanedan dahil pek çok şeyi tartışmaya başladı. Öyle ki Çalık Ahmet Paşa, Cumhuriyet adı verilen bir rejim kurmaktan bile bahsediyordu. Kimileri de eskiyen Osmanlı hanedanını, Kırım’dan getirilecek bir prensle yenilemek niyetindeydiler. Daha neler!

Belki bıraksalar “Lale Devri felsefesi” çala çala bir havaya dönecekti lakin bu noktada girdi devreye “Aldatıcı Şeytan” ve bir grup aldatılmışla Lale Devri serüvenini on beş yıl gibi kısa bir sürede kanlı bir şekilde sonlandırdı. O tarihten itibaren ülke, “Aldatanlar ve Aldananlar” tahterevallisine bindirildi ve günümüze kadar aldatan aldatana geldi.

1701’de başlattığımız “Aldananlar Tarihi”nin nirengi noktası burası değildi elbette. Daha evvelki yüzyıllar da aldatan ve aldananlarla dopdolu. Ancak 1701 tarihinden öncesi doğulu aldatmacalarıyla mücehhez; bu tarihten sonrası ise Batı’ya ait. Bu makalede işin Batı’ya ait olan kısmı yazılmaya çalışıldı. Belki ilerde yazının birinci bölümünü de kaleme almak nasip olur.

***

Son söz olarak… Bu yazının muhtevasında, şu değildir vurgulanmak istenen: Aldatıldık ey milletim ve aldatılmaya devam edeceğiz hazır olun! Başka! Okuduğunuz gibi aldana aldatıla nihayet 2014’ün başına kadar geldik ve bu tarihte ilk defa bir “sadrazam” çıktı ve “Aldatıldık!” itirafını yaptı. Kanaatimizce bu itiraf, aldananlar tarihinde bir milattır. Efendimizin dünyaya şeref verdiği yıllarda Ortasya’da bölgesine hükmeden Türk Kağanlığı’nın Bilge’si “Senin ilini ve töreni kim bozabilir?” diye sormuştu taşlara vurulan sualinde. Cevap; “İçimizdeki Şeytan!” şeklinde verilegeldi. Ve bu millet, safdilliğinin ve yürek temizliğinin kurbanı olarak Efendimiz’in uyarısına rağmen, bir delikten iki kere değil, belki iki yüz hatta biraz abartıyla iki bin kere sokuldu. Belki de; “Aldatan olacağıma, aldanan olayım.” adalet severliğindendir ulaşılan bu karanlık tablo. Öyle bile olsa bu düstur, bizzat insan için elzem; tüzel kişilik olan devlet için değil: Bu yüce devlet organizasyonu, asla aldanan olmamalı; gerekirse durumu savaş sayıp hilenin açık bırakılan kapısından da girebilmeli zira devletin aldanması, bütün bir milletten acısı çıkan bir durumdur. En kötüsü telafisi de o kadar kolay değildir; yüz yıllara mal olmaktadır.

tr_bayrak

Bu itibarla artık, neredeyse yaşamayı gelenek şekline getirdiğimiz “Aldananlar Tarihi”ne bir nokta koymak ve kara yüzlü defteri kapamak gerek. Yoksa yeni bir aldanmışlığı kaldırmaya gücü de yok zamanı da yok bu milletin. İlk ve son itirafla birlikte, “halkını aldatmayan ve kendisi asla aldanmayan bir yapı”ya doğru yol alan ülkenin tüm bireylerini, “Aldatıcı dünya Satanları ve Ezoterik Şeytan”a dikkat çekerek son bir kez daha uyarma gereğini duyuyoruz: Ne aldanan ne de aldatanlardan olmayın!

Bir yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.