Bir bilim disiplini olarak Antropoloji, her zaman ilgimi çekmiştir. Diyor ki lügâtler bu ilmî disiplinin tarifini yaparken ; “Antropoloji, kısaca insan bilimidir” Buradan hareketle ilk sorumuz şu; söz konusu bilimin taşıyıcıları olarak, antropologlar ne yapar?
Elbette antropologlar, tüm toplumlarla, onların kültürleriyle, insan ve toplum kalıntılarıyla ve onların “fizikobiyojik” yapılarıyla ilgilenir ve “fizikososyoloji”lerini inceler. Bu düzlemde konularımızdan biri de elbette sosyoloji olacaktır.
Lakin oraya geçmeden evvel, ‘’Ünilinealizm’’den söz etmek lazım. Antropoloji’nin ünitelerinden olan “Ünilinea” tüm toplulukların standart bir Evrim sürecinden geçtiğini yani fiks tarihi içerisinde, ilkelden moderne doğru ilerlediğini/ilerlemekte olduğunu öne süren bir fikri akım olarak karşımıza çıkar.
Tabii ki bu kafa, Avrupa ‘’Benmerkezci’’liği doğrultusunda çalışıyor “Ünilinea” derken.Ve mevzubahis akım, Avrupalı olmayan toplumları “Yaşayan Fosiller” olarak yaftalıyor. Bu akımı takip eden bilimcilerin görüşüne göre, “Yaşayan Fosil toplumlar” ancak Avrupalının geçmişte kalan ‘’fosillik’’süreçlerini incelemede işe yarayabilirdi ancak… Başka? “Hiçbir işe yaramaz çöp” denilebilirdi onlara. Kimdi bu “çöp”ler?
Kim olacak?! Kara deriliden kızıl deriliye… Oradan Sarıbenizliye ve Buğday tenli ve Kestane saçlıya kadar herkes fosil çöpleri mesabesinde atıklardı… Zaten genel anlamda, Paleontoloji terazisine vurulduğunda sözü edilen toplulukların dışında kalanlar yani “Yaşayan En Hakiki İnsanlar”ın adı konuluyordu ve onlar “Homo Sapiens”ti. Yani avamın anlayacağı şekilde Beyazderili, saçı ve gözü renkli, Batı’nın hakiki insanı. Bu Sapiensin içerdiği anlam, stılahi olarak da ‘’Tanrıyla’ muhatap olan Dünyalı…’’ydı. Sosyal Darwinizmin sözünü ettiği tanrısal masada oturmaya ehil tek Muhatab-ı İlah…
***
Yukarıdaki uzun paragraf, yazının girizgâhı olsun. Ama istiyorum ki alta geçmeden evvel, üstte hangi disiplinlerden söz ettik; onları, salt kavramlar olarak bir daha yazalım gelişme bölümünün başına.
O halde, nereden başlamıştık? Antropoloji’den değil mi? Ardından Sosyoloji dedik… Ve sırasıyla Ünilinealizm, Darvin Evrimi ve Paleontoloji… Derken yazıya Fosil Toplumlar olarak Homo Erektus ve bağlı olarak Homo Sapiens kavramları dâhil oldu. Ve Sosyal Darwinizm… Bunlar dediklerimiz. Bir de demediklerimiz fakat demek istediklerimiz de var. İkinci isteğim de onları kayda geçirmek. Ki onlar da; Nasyonalizm, Emperyalizm, Republikizm ve Demokrizim olarak siluetleniyor zeminde. Onları da burada eklemiş olalım…
Ve devam edelim: Peki, ne anlam ifade etmekte, tüm bu “-izm” li terimler? Ne ifade edecek, elbette bunlar, “Westizm’’in bilgi ve birikimi olarak var oluyor bilim disiplinleri düzleminde. Yani Westiklere göre ‘’Gnosis ve -lojik’’ meşgaleler. Sözünü ettiğimiz cihetin “Burnundan Kıl Aldırmayan Taifesi” yani kendileri, inanıyor ya da inanmıyor olsalar da yüzlerce yıldan beri, bu hususları düşünen ve bir “yol” olarak, insanlığın önüne süren bilginler çıkarıyorlar aralarından. Sonra başka başka -izm ve –loji’lerle retorik müktesebatı çoğaltıyor… Ve bahis mevzuu bilginler de kendilerini çele çele, yeni kavramlar ve sözcükler üretmeye devam ede geliyorlar.
Peki biz ve bizim gibiler, ne yapmaktalar bu arada? Ne yapacaklar; sözde insanlığın işrakı için teorize edilen bu adına bilimsel denilen bu ışıltılı “ürün”lerin, tozlu topraklı harmanında güreşecek ‘’yalancı pehlivanlar’ üretmekle meşgul oluyoruz bu esnada.Mevzubahis “Ürün”lere, kendi dilimizle karşılık bulup meseleyi anlamamızı kolaylaştıracak isimler bile koyamıyoruz. Bu nedenle hiçbir şey anlamadan ya da anlatılmak isteneni içselleştiremeden anlamış gibi yapa yapa koşuyoruz Sahte Atlı Şövalyeler’’in ardından, hem de yayan yapıldak… En kötüsü de ne biliyor musunuz? “Biz, bu –izm ve –loji’lerin hangisinde, nereye denk düşüyoruz?” sorusuna iyi bir karşılık bulmak için ölümüne çabalayıp duruyoruz. Peki, bu çabamızın semeresini alabiliyor muyuz?
Hayır! Lakin mecburen, onların işaret ettiği adrese gidiyoruz; “Bilimsel Senaryo”larda üstümüze biçilen “Deli Gömleği”ni giymek ve sonumuzu beklemek için… Biz Türkler de Kürtler de, Araplar da, Ugandalılar da, Paraguaylılar da, Hintliler de ve hatta Macarlar da, Ruslar da… Bundan hali değiliz.
İnsan sormadan edemiyor bu durakta: Peki, nereye kadar gidecek bu “Kasabını Bekleyen Kuzu’’durumumuz? Yani Antroloji’nin bir alt dalı olan Ünilineazim’deki ‘’fosil varlık ‘’ halimiz? Merak ediyor insan sonunu, doğal olarak.
İşte, bu paragrafla beraber yazının en önemli bölümüne geldik.
Bizim açımızdan, “Fosil Kavimler”e biçilen, söz konusu deli gömleğinin içinden Anadolu çıktı, Türkiye çıktı ve Türkler çıktı… Hem de “Öteki Fosiller’’e çıkış yolunu gösterip hususu pratize ederek. Ne zaman? Tabii ki o gece…
Evet, “o gece” derken 15 Temmuz’dan söz ediyoruz. Biz ayan beyan farkında olamasak da o günün akşamı, “Homo Sapiens’in Soluk Benizlileri”nin tüm disiplinleri, -izm’leri, -loji’leri yok oldu Milli Şahlanışımızda ve millet şahsında. Sayın Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi o gece, “Çılgın Türkler” iman zırhını kuşanarak, ortada ne Armyizm koydu, ne Antropoloji. Hele Ünilinea dedikleri asırlık saçmalığı yerle bir ederek üzerine giydirilen Fosil Üniforma”sını tozlarına ayrıştırdı. Ve “Fosil Klan” yaftasından sıyrıldı; Millet oldu. Yani onların deyimiyle Nasyon! Sade bununla da kalmadı aynı gece’nin sonunda o Millet, Westiklerin, yıl 1212’de imza altına aldıkları Magna Carta’dan süzülen Demokrasi anlayışını öyle bir tarif etti ki… Yeni tarif, onların yanlı, tarafgir, Batıcı ve eskimiş tarifini fersah fersah geçti, Posmodern zamanlara atladı. Tüm insanlığa ders, Westizim’e kapak oldu.
İşte, bu nedenle “apışıklar”lar Batılı Efendiler. Bu sebeple aval aval bakıyorlar çevrelerine, nelerin olup bittiğini kavramak amacıyla. Bu yüzden gözleri yapıp kalmış Anadolu’nun üzerinde ve “Darbeciler nerede yanlış yaptı?”nın analizlerini yapmakla meşguller. Yani bu sebeple bakıyorlar, yüzyıllara baliğ tüm disiplinlerini ayağının altına alıp yüzlerce yılın müktesebatını bir anda paçavraya çeviren; ilmen, siyaseten ve sosyalite olarak kendilerinin ötesine sıçrayan yiğit Buğdaybenizli ve Kestane saçlı’’lara… Gerçekten neler oldu, neler oluyor, neler olacak? Hiç belli değil! Ancak belli olan bir şey var, onların “Tarafgir Bilim Disiplinleri” iflas edecek ve kazanacak olan sadece hak ve hakikat olacak! Başka bir şey değil…
O Westiklerin asıl korkuları ise… Ya bu; “Konsept bulaşıcı olursa?”
Evet! Bulaşıcı… Bizden söylemesi!
***
Geçelim şimdi son paragrafa… Millet olma bilincine ermek o kadar da kolay işlerden depil elbet. Tarih bize, insan topluluklarının, belki de onbinlerce sene, kabile/aşiret kıstağında kaldığını haber veriyor. Günümüzde dahi, hâlâ millet olmayı becerememiş klanlardan, toplılıklardan, aşiret ve kabilelerden söz edebiliriz. Bunlar, aynı coğrafyada yaşayageliyor, aynı dili konuşuyor, aynı inancı paylaşıyor lakin bir türlü “Milli Şuur”a ererek, millet olma düzlemine çıkamıyorlar. Kendi yataklarında, yayık gibi yayılıp duruyorlar, yadırgı eller tarafından. Hangi birini sayalım, o kadar çok var ki bu “yayık içeriği”nden… Kolay değil tabi “Ulusal Bilinç”e erişerek, tek bayrağın altında toplaşabilmek…
Bunun için zamanla beraber, pekçok kültürel unsurun da peyder pey oluşması lazım. İşte, o pekçok kültürel unsurun oluşmasını tetikleyecek başka saiklere, başka nesne ve öznelere ihtiyaç bulunmakta.
Bu arada, unutulmuş bir “eski sevgili”den söz edeceğiz: Radyodan… “Niye radyo?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Şöyle ki bir çok kişi, darbe gecesi eve gidiş yolunda olduğu için arabada ya da minibüsteydi. Ve elbette radyoları açıktı. Biliyorsunuz toplu taşım araçlarında sessli olarak yayın aracı dinlemek memnu. Ancak “bıçkın minibüs şoforları” bu yasağı, en az kendileri için delmekteler. İşte o akşam, delinen bu yasak öyle işe yaradı ki… Pek çok kişi, darbe haberini radyodan aldı. Ve hiç tereddüt etmeden; “Dur kardaş!” dedi. Ve indi. O artık sokaktaydı ve gecenin “sivil savaşçısıydı. Bu nedenle dikkat çekmek istiyorum o “eski sevgili”ye yani radyoya. Unutmayalım onu…
Ne demiştik bir üst paragrafta? “kültürel unsurun oluşmasını tetikleyecek başka saiklere, başka nesne ve öznelere ihtiyaç bulunmakta…”
Elbette bu kültürel unsurun oluşmasını tetikleyecek başka saiklere, başka nesne ve özneler ya da hızlandırıcı “Katalizör”lerden biri de, 1901 yılından, Mucit Markoni’den beri radyo… Hususiyetle 1930’dan başlayarak 1960-70’lere kadar, segmentinin en mühim parametresiydi radyo; Milli Şuur ve Ulusal Beraberlik’i tetikleyen unsur olarak. Sonra yerinde televizyona alan açtı; 2000’den sonra da internete… Belki radyo, bu üç kardeşin en kıyıda kalanı gibi görülüyor ya da öyle algılanıyor. Lakin gerçek hiç de öyle değil. Televizyon ve İnternetin toplumların hayatına dahil olmasıyla “İletişim Zamanı” toplulaştı ve merkeze düğümlendi. Ama o merkezin dışında hem zaman ve hem de mekan olarak o kadar çok “Kör Alanlar” doğdu ki… Popüler bilgi, bilişim ve iletişim kanallarının dışındaki kör alanların tek sahibi var o da radyo… Ki o alanları sadece ulusal sınırlar içinde düşünmek de yanlış olur; alan o kadar büyük ki mesela Türkiye’nin Sessi Radyosu için; Tüm dünya… Alaska’dan, Polinezya’ya kadar; tabii ki aynı zamanda, Newyork’tan, Pekin’e kadar demek de yalan değil. Ve ona yani radyoya olan ihtiyaç, günden güne, öyle artmakta ki; inanılacak gibi değil. Sadece ihtiyaç olan, Milli Şuur ve Ulusal Beraberlik temalı programlar. Neyse ki TRT’nin bu konuda hiçbir açığı yok!
Hocam, bu mudur Allah aşkına. Devleti onyıllardır , mit de dahil olmak üzere vesayetine almış olan Türk ordusunun cumhuriyet devrimiyle oluşan milli ruh ve şuuru nasıl haince empryalizm, roma abd, almanya yunanistan lehine silip attığını nasıl yazmazsınız? 15 temmuzda millet olunmuşmuş. zaten bizim bir milletimiz var. bunun nasıl devlet tarafından silinip atıldığını, her yönden ülke ve milletimizin nasıl batağa sokulduğunu, bunu kimin yaptığını neden yazmadınız? mit sivileşir sivilleşmez içindeki az da olsa milli görevliler, ülkeyi bataktan çıkartmaya çalışıyor. millet hala bölük pörçük. devlet tarafından itilen sol, alevi ve kürtler direndi mi? ihanet batağındaki dinci kuvvetler direndi mi? tayyip erdoğanı seven bir gençlik halk kitlesi direndi. bu devletin politikaları millet mi bıraktı
doğru bilinip aslında yanlış olan bir şeyi düzeltmek istedim konuyla hiç alakası yok ama radyonun mucidi marconi değil tesla dır. tesla ömrünün büyük kısmını elektriğin kablosuz olarak iletilmesi için harcamış birisi bunun için epey icat yapıyor marconide teslanın bu icatlarını alıp elektriği değilde sesi iletmek için kullanıyor ve radyoyu yapıyor. çok uzun zaman sonra radyonun mucidi olarak tesla olarak değiştiriyorlar ama radyoya marconi ismi yapışmış bi kere. marconinin ölümüde tesla nın ölümüde karanlık. asıl meseleye gelince eğitim bilimleri dersindeyiz sandım bir an, bu izmler bu topluma o kadar yabancı ki biz bundan anca la havle vela kuvvete imza NEVTON gibi birşeyler anlıyabiliyoruz. bence radyodan daha etkili olan cami hoparlörlerinden cağrı yapılmasıydı, radyodan tv den internetten çağırdılar sokağa dökülen çok olmadı cami den çağırınca daha başka oldu.
Fetö kimdi? Amerika’ydı,İngiltere’ydi,Almanya’ydı. Terörist devletlerin ta kendisiydi.
Fetö neydi?
Terörü silah, kaosu araç, düzeni amaç edinen örgütün adıydı.
1)Fethullahçı*lık Fetö’nün zihniyeti
2)Terör* Fetö’nün silahı
3)Örgüt* Fetö’ydü.
Fetullah, Fetö’nün bizim için yazdığı senaryodaki oyunculardan sadece biriydi.
Fetullahçılık,Fetö’nün yazdığı senaryonun ana fikriydi, zarar zihniyetiydi.
Fetö sadece sizin bahsettiğiniz yapıların (ingojudik vb.) kod adı değil mi hocam?
Ben 25 yaşında bi gencim,sizi babammışsınız gibi sevdim ve sohbet etmeyi çok isterim.
Allah müminleri bir araya getirir, benim etrafım müşrik dolu. Umarım sesimi duyarsınız..