Her yıl, mevsim kıştan bahara dönerken günler bir hoş olmaya başlar. Gökyüzü, yeryüzü, tarlalar, dağlar ve ovalar bir hoş olur. Kuşlar durur mu hiç, onlar da “bir hoş olanlar” safına katılırlar yorgun kanatlarını çırpa çırpa… En önemlisi, insanlar da bir hoş olurlar; tabii bu arada bendenizde… Bu ayın ismi “mart” değil de “Çanakkale ayı ya da mevsimi” olsa yeridir. Zira, kısa ceketli şubatın bitimiyle birlikte herkeste ve her şey de gözlenen “bir hoş olma” eğiliminin sebebi galiba şu bizim Çanakkale… Bu isim, bir kent adı olmaktan çok, vaktiyle yaşanmış martlardan bir marta damgasını vuran bir dizi çılgın savaşın ve bu çılgınlığın sonunda kazanılan ışkırlağı omuzlarına bir yıldız köşesi gibi atılmış şanlı zaferin adıdır; Çanakkale zaferinin…
Türkler, bozkırlar diyarı Orta Asya’dan kalkarak, göçerliği her şeyden çok seven kalabalık ailelerini kocaman tekerlekli arabalara bindirip kendileri de, kısa bacaklı ve berk baldırlı “kadırgan atları”na atlamış oldukları halde, Anadolu’nun kapılarına dayandıklarında tarihler 1071’i gösteriyordu yani zamanımızdan bin yıl öncesini… Ancak arkası kırk belikli ve asil gelin suretli bu topraklar, her gelen insanı kolay kolay kabul etmezdi mis kokulu koynuna. Bunun için bedel ödemek ve istediğini almaya layık olduğunu göstermek gerekirdi. İşte, bu noktada uzun kılıçlı Türk savaşçıları, kendilerinden beklenen bahadır gücünü ortaya koymakta zerre kadar tereddüt göstermediler. Bedel bir zaferdi ve o zafer güle oynaya kazanıldı: Malazgirt zaferinden söz ediyorum…
Türkler, Anadolu’nun Doğu ucunda kazandıkları bu ilk zaferden tam dokuz yüz yıl sonra bir “utku”nun daha sahibi oldular; onun adı da Çanakkale zaferiydi. Malazgirt ve Çanakkale, Anadolu’nun iki ucuna çakılmış sağlam çiviler gibi hala o eski adreslerinde ve birer “Alper Tunga” suretinde duruyor. Hani ya bizim köylüler, arazilerinin iki ucuna iki kazık çakarlar ya yani sınır kazığı; “Bu iki işaretin arası benim mülkümdür.” der gibi… İşte, bu iki zafer de Anadolu’yu “bizim yurt yapan” iki sınır işareti gibi sonsuza kadar görevlerini yapmaya devam edecek. Bundan kimsenin kuşkusu yok!
Bu yılki 18 Mart’ın arefesinde bir televizyon programında, “Çanakkale üzerine konuşmalar”ı dinliyordum. Gözlerim yine yaşlı; hüzün ile sürur arası bir noktada, saat sarkacı gibiydim; gidiyor, geliyordum. Konuşmacı hamasi bir ses tonuyla diyordu ki; “Maalesef, henüz mübarek Çanakkale’yi anlatan, dört başı mamur bir roman yazılmadı. O bir yana… Türk’ün, bu son zaferinin şiirini sadece “Akif” yazdı, ne yazık ki ondan başka yazan olmadı. Ne acı! Şimdi, Çanakkale Zaferi’nin onlarca romanı, yüzlerce şiiri olmalıydı.”
Ne diyeyim bu söz karşısında? Adam, yerden göğe kadar haklıydı. Konuşmacının haklı tespiti beni çok üzmüştü; bu nedenle başım bulutlu, gözlerim yağmurluydu. Galiba söz konusu yağmurlu günün ertesiydi. Yakın arkadaşlarımdan biri beni aradı. Dediğine göre, bir özel okul, ” Çanakkale şiirleri yarışması” açmıştı. Okul yöneticileri, jüride beni de görmek istemiş ve haber vermesi için yazar arkadaşı görevlendirmişlerdi. Tabiî ki kabul ettim. Kararlaştırılan günün akşamı, diğer jüri üyeleri Üzeyir GÜNDÜZ ve Sırrı ER ‘le buluştuk. Okulun üç Türkçe öğretmeni ve yarışmanın koordinatör olan arkadaşları bizi geniş bir salonda karşıladılar. Ellerinde kalın bir dosya… Yarışma, Ankara ili ve ilçelerindeki tüm okulların katılımıyla gerçekleşmiş ve bu yarışmanın sonunda, söz konusu dosyaya tam dört yüz şiir sığdırılmıştı. Doğrusu ya, yarışmanın niceliği gurur vericiydi; şiirleri incelemeye başlayınca, ak kağıda dökülen minik duyguların niteliğinin de yeterli olduğunu anlamakta gecikmemiştim. Ağzım kulaklarımdaydı artık.
Küçük eller, ince kalemleri ile birer “Akif” kesilmiş ve tıpkı onun gibi “Çanakkale’yi yaşarmışçasına” hamasi duygularını dizelere dökmüşlerdi. Ne diyeyim, durumu nasıl izah edeyim? Sanki dört yüz şiir arasından “dört yüz birinci” çıkmıştı. Doğrusu ya, şiirleri elemekte ben, kendi adıma çok zorlandım; sanırım, arkadaşlar da karar verirken epey terlediler.
Sonuç olarak… Televizyonda dinlediğim konuşmacının “Çanakkale üzerine yazılmış tek şiir Akif’indir…” saptaması doğrudur ancak Çanakkale’nin her karesi birer kutsal şiir … Her bir kutsal şiir ise bu milletin nazlı çocuklarının mangal gibi kalbinde taptaze yaşamaya devam ediyor. Ben, hasbel kader jüri üyeliğini yaptığım yarışmanın sonunda bu durumu ayın bedir hali gibi yanı başımda gördüm. Bu durumda diyorum ki; ağalar, endişeye hiç mahal yok! Daha çoook vaktimiz var; Çanakkale üzerine yazılacak onlarca roman ve yüzlerce şiir ve destan, çocuklarımızın hacmi küçük fakat cesaretiyle mangal kadar olan hüzünlü kalplerinde çatlayacağı Çanakkale mevsimlerini bekliyor. Ancak şundan eminim ki, memleketin ilkbaharı başladı, yediveren tohumları turkuvaz gözlerini açmak üzere… Ne zaman mı? “Belki yarın, belki yarından da yakın…” bir zamanda.