Biraz da eski zamanların aşk ve flört geleneklerinden söz etmek istiyorum. Günümüzde, birbirlerini seven gençler sokaklarda el ele ve kol kola gezebilmekte, bir pastanede çay ve kahve içip sohbet edebilmektedirler. On altı ve on yedinci yüzyıllarda, bunları değil yapmak, düşünmek bile zordu. Peki, evlenecek gençler birbirlerini nasıl tanıyorlardı? Evliliğe giden yolun durakları ve kanalları nelerdi? Dilerseniz bunlara bir bakalım.
Osmanlı toplumunda evliliklerde bilinen en eski yöntem görücü usulü idi. Damat adayını herkes görebilirdi; ama kızı her zaman ve her yerde görebilmek o kadar kolay değildi. Damadın annesi, halası, teyzesi, varsa ablası kızı görür ve beğenirse bu, nişan ve evliliğin ilk adımı sayılırdı. Nişanlılar ise birbirlerini ancak bayramlarda ve aile ortamında görebilirlerdi.
Görücülüğün dışında gençlerin tanışma ve anlaşmalarını kolaylaştırmak için başka iletişim kanalları da gelişmişti. Bunların en çok bilineni düğünler ve mesire yerleri idi. Gençler burada uzaktan da olsa birbirlerini görme şansına sahipti. Fakat bu yeterli değildi. Oturup konuşmak gerekiyordu. Oysa toplumsal baskı çok yoğundu ve buna imkân vermiyordu. İşte işaret kültürü böyle bir ortamda gelişti. Renkler, çiçekler, çakıl taşları, kâğıt parçaları, yüzük, inci, küpe, çeşitli meyveler, kalem ve kömür parçaları ve daha yüzlerce şey birer aşk şifresi olarak farklı anlamlar kazandı.
Örneğin, bir gencin sevgilisine bakarken elindeki bir kâğıt parçasını katlar gibi yapması “Seni düşünmediğim bir an yoktur!” anlamına gelmekte idi. Bu şifreler çoğunlukla da manzum şeklinde olurdu. Leydi Montagü, Türkiye Mektupları isimli eserinde XVIII. yüzyıl İstanbul’undan söz ederken gençlerin kullandıkları aşk şifrelerinden bazılarını anlamları ile birlikte şöyle tespit etmiştir:
Pul: Derdime derman oll
Sabun: Aşkına oldum ben zebun
Kömür: Ben öleyim size ömür
Gül: Ben ağlayayım sen gül
Saç: Sensin başıma taç
Tel: Ölüyorum tez gel
Biber: Yok mu bana bir haber
Sırma: Gözünü benden ayırma
Bu şekilde gelişen aşk dili, yöresel özelliklere göre farklılaşarak devam etti. Yürümenin, zincir ve teşbih sallamanın, aşka ilişkin farklı anlamlar taşıyan onlarca değişik şekli doğdu.
Mektuplaşma da önemli bir iletişim şekli idi. İşaret dilinin geliştiği ortamda, aşk mektupları da kullanılan yazıların şekline ve rengine göre farklı anlamlar kazanmıştı. Örneğin erkekler genellikle yeşil kızlar ise kırmızı veya pembe mürekkeple yazmayı tercih ederlerdi. O günlerde şimdiki gibi gelişmiş kalemler yoktu. Yazarken divit kullanılıyordu. Divit ise pek kullanışlı sayılmazdı. El ve parmaklara mürekkep bulaştırmadan yazmak ise çok zordu. Kimi zamanlar çocuklarının parmaklarındaki yeşillikleri gören anneler “Bey bizim oğlan yeşillenmeye başladı çaresine bakmak lazım!” diye eşlerini uyarırlardı. Çocuğun arkadaşları ve mahallede çocuğu tanıyanlar da “Kerata gene kime yeşillendin böyle?” diyerek ona takılırlardı. Yeşillenmek sözü bir argo deyimi olarak kızlara kur yapanlar için günümüzde de kullanılmaktadır.
Gençlerin en önemli sorunu, konuşma ortamı bulamamaktı. Bu alanda kullandıkları en basit yöntem ise kızın yürürken düşürdüğü mendili, erkeğin koşarak yerden alıp ona verirken bir çift laf söylemesi idi. Fakat zamanla gençlerin konuşabilecekleri farklı kanallar keşfedildi. Bunların en yaygın olanı kaymakçı dükkânları idi. Buralar halka açık ve gelenlerin birbirlerini pek tanımadıkları mekânlardı. Buraya kaymak yeme bahanesi ile gelenler saatlerce konuşma ortamı buluyorlardı. Fakat aynı kanalı fuhuş sektörü de kullandığından, bu durum sık sık şikâyet konusu olur ve padişahlar da zaman zaman kadınların kaymakçı dükkânlarına girmesini yasaklayan fermanlar yayınlarlardı.2
II. Selim Eyüp Kadısı’na yazdığı bir fermanda şöyle diyordu: “Eyüp kadısına emrimdir. Cami-i Kebir Mahallesi’nde medrese ve mekteplerin yakınında bulunan kaymakçı dükkânlarına kadın ve erkeklerin birlikte gelip şeriata aykırı işler yaptıklarını yazmışsın. Bundan sonra kadınların kaymakçı dükkânlarına girmesini yasakla-yasın ve emrimin yerine getirilmesine titizlikle dikkat edesin!”
Devletin fuhuş sektörüne karşı önlem almasına kimsenin bir şey söylediği yoktu; ama bu uygulama tanışmaktan başka amaçlan olmayan masum gençlere zarar veriyordu. Bir bakıma “kurunun yanında yaş da yanıyordu”.
Gençlerin buluşmak için kullandıkları yöntemlerden biri de dolmuş kayıkları idi. Pereme adı verilen dar, ince, uzun ve yelkenli olan bu kayıklarda, boğaz manzarası seyrederek sevgili ile konuşmak gençler için bulunmaz bir imkândı.
Fakat kaymakçı dükkânları gibi peremelerin de tanışma dışında farklı amaçlar için kullanılması nedeniyle sık sık şikâyetler olur, padişahlar da kadınların peremelere binmesini yasaklayan emirler yayımlarlardı.
Padişah III. Murat’ın kayıkçılar kethüdasına hitaben yazdığı emirname özetle “Kayıkçılar Kethüdasına emrimdir. Bundan sonra genç kadınlar ve erkeklerin birlikte peremelere binmesine engel olasın!” diyordu.
Her türlü baskıya karşın gençlerin görüşüp konuşmaları önlenemedi. Mezarlıklar, çamaşırhaneler, bostanlar ve mesire yerleri hep buluşma amaçlı olarak kullanılmaya devam etti. Fakat aynı yerleri muhabbet tellalları ve kadın tacirleri de kullandıklarından halk, görücü usulü dışındaki tanışma şekillerine pek sıcak bakmıyordu. Bu arada hızla değişen zamana paralel olarak, toplumsal kurallarda ve geleneklerde de önemli değişim ve dönüşümler yaşanıyordu.
20. yüzyılın başlarına doğru görücü usulünün de katı kuralları da gevşemeye başlamıştı. Artık nişanlılar birbirleri ile daha sık ve daha rahat görüşebildikleri gibi birlikte çarşı ve pazara da çıkabiliyorlardı.