Avrupa’da ekonomiye, İlkçağ’da kölecilik, Ortaçağ’da Feodalite, Yeniçağ ve Yakınçağ’da ise Kapitalizm egemendi. Bu sonuncu anlayışta “Çok üret, çok sat, çok kazan!” ilkesi temel parola idi. Yani üretimin amacı kazanmaktı. Fakat zamanla kapitalizm yerini sosyal devlet anlayışına bıraktı. Sosyal devlet, liberalizmin başıboşluğunda gelişen büyük balıkların küçük balıkları ezmesini önlemeye çalışıyordu. Daha açık bir ifade ile devlet vatandaşına iş güvenliği sağlarken eğitim, sağlık, beslenme ve kültür ihtiyaçlarının karşılanmasına yardımcı oluyordu.
Osmanlı Devleti’nde ise Batı’da görülen bu evrimsel süreçler yaşanmamıştı. Osmanlı ta başından beri ekonomide farklı bir çizgi izliyordu. Ekonominin her sektöründe devlet planlayıcı ve müdahaleci idi. Üretimin miktarını, kalitesini, fiyatını merkezi otorite belirlerdi. “İhtiyacın kadar üret!” ekonominin temel parolası idi. Bireyin çok üretip çok satarak mal mülk sahibi olması, kendisi için fitne, siyasal düzen açısından ise tehdit olarak algılanmaktaydı. Bu nedenle Osmanlı toplumunda Batılı örneklerdeki burjuva ve aristokratlar sınıfı uzun süre oluşmadı. Osmanlı devlet felsefesini Feodalizm, Kapitalizm ve Sosyalizm gibi Batılı kavramlarla birebir özdeşleştirmek de doğru olmaz. Osmanlı devlet anlayışını açıklayan en doğru kavram yine Osmanlı kültürü içinde gelişen “Devlet Baba” kavramıdır. Bu kavramda, devletin vatandaşına karşı sorumluluğu, babanın ailesine karşı sorumluluğuna benzetilmektedir. Osmanlı Devleti, dışta sınırlarını genişleterek İslâm’ı yaymayı ve kazandığı toprakları elinde tutmak için politikalar üretmeyi, içte ise halkının dirlik ve düzenini sağlamayı amaç edinmişti.
Fatih Sultan Mehmet’in aşağıda okuyacağınız vasiyeti devletin halkına karşı sorumluğunu açıklaması bakımından çok önemlidir.
“Ben ki İstanbul’u fetheden Allah’ın aciz kulu Fatih Sultan Mehmet, bizzat alın terimle kazandığım paralarla satın aldığım, İstanbul’un Taşlık semtinde bulunan sınırları belirlenmiş 136 bağ dükkânımı aşağıdaki koşullar gereğince vakfettim. Şöyle ki: “Bu gayr-i menkullerimin gelirleri ile İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin ettim. Bunlar ki ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozları dökeler ki yevmiye yirmişer akçe alsınlar, ayrıca on cerrah, on tabip ve üç tane de yara sancı tayin eyledim. Bunlar ki ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, istisnasız her kapıya varalar ve o evde bir hasta olup olmadığını soralar, var ise ya tedavi edeler, tedavi orada mümkün değilse kendisinden hiçbir karşılık beklemeksizin darülacezeye kaldırarak orada tedavi edeler. Allah korusun herhangi bir gıda maddesi buhranı yaşanabilir. Böyle hal karşısında bırakmış olduğum yüz silah, erbabına verile. Bunlar ki vahşi hayvanların yumurta ve yavruda olmadığı sıralarda hastalarımız gıdasız kalmasın diye avlanalar. Ayrıca külliyemde yaptırdığım imarethanede şehitlerin hanımları ve çocukları ile Medine fakirleri yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizzat kendileri gelmez ise yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.