Yeniçağ Avrupası’nda ortaya çıkan Rönesans Hareketleri yaşamın birçok alanında köklü dönüşümlere neden olmuştu. Bu arada din de politikadaki belirleyiciliğini kaybederek yerini ulusçu söylemlere bırakmaya başladı.
Bu gelişmeler sonunda 15. yüzyılda kurulmaya başlanan ulusal monarşiler ise 16. yüzyılda giderek güçlendiler. 18. yüzyılın sonlarında yaşanan Fransız Devrimi’ni bir bakıma ulusalcılığın zaferi saymak gerekir.
Ulus devletlerin bağımsızlık ve egemenliklerinin en güçlü simgelerinden biri de ulusal marşlardı. Ulusal marşlar ulusların belirli bir kesimini değil, tamamını temsil ederdi. Bu nedenle bayrakla birlikte anılır ve onunla eşdeğer tutulurdu. Avrupa diplomasi geleneğinde ulusal marşların önemli bir yeri vardı. Uluslararası olimpiyatlarda, davetlerde ve önemli diplomatik tören ve protokollerde gündem belirlenirken tarafların ulusal marşlarına da yer verilmesi, ulusal bağımsızlığa duyulan saygının bir ifadesi idi.
Osmanlı Devleti, ulus devlet modeline göre örgütlenmemişti. Çok uluslu bir siyasal yapıya sahipti. Bu nedenle batılı anlamda bir ulusal marşı uzun süre sorun yapmadı. Bu durum Osmanlılarda marşların bulunmadığı anlamına gelmez. Devletin kuruluşu kadar eski olan bir Mehter Marşı vardı. Önemli kahramanlıkları yaşatmak için halk arasında Sivastopol Marşı, Plevne Marşı, Cezayir Marşı ve Ordu Marşı gibi marşlar da okunmaktaydı.1 Fakat bunların hiçbirisi ulusal marş sayılmazdı.
Osmanlı Devleti’nde ilk kez II. Mahmut döneminde padişah ve hanedanı temsil eden bir marşa gerek duyuldu.
Bu amaçla İtalya’dan davet edilen ünlü müzik adamı Donizetti’ye görev verildi. Donizetti sempatik bir kişiliğe sahipti. Kendini çok geçmeden devlet büyüklerine ve halka sevdirmeyi bilmişti. O kadar ki halk ondan söz ederken “Don İzeddin Paşa” diyorlardı. Donizetti’nin Sultan II. Mahmut için yazdığı Mahmudiye Marşı, Sultan’ın ölümüne kadar hanedan marşı olarak kullanıldı. II. Mahmut’tan sonra hükümdar olan I. Abdülmecit yine aynı sanatçıya bestelettirdiği Mecidiye Marşı’nı kullandı. II. Abdulhamit döneminde anayasalı parlamenter düzene geçildiğinden yeni bir meşrutiyet marşına ihtiyaç duyulmuştu. İtalyan Guatelli’ye bestelettirilen Hamidiye Marşı hanedan marşı olarak II. Meşrutiyet’e kadar kullanıldı. II. Meşrutiyet döneminde ise bir ara Beethoven’in Türk Marşı’nın kullanılması gündeme geldi ise de sonradan vazgeçilerek yeniden Mecidiye Marşı’na dönüldü.2
Bu yıllarda, saray ve hükümet çevresinde yabancı sanatçılara öncelik tanınırken halk arasında ise Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in marş olarak bestelenen eserleri çok tutuluyordu.
Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti’nde, herkes tarafından benimsenen ve sık sık değiştirilmeyen Batılı anlamda bir ulusal marş yoktu. Bu durum uluslararası kimi özel ve resmi ilişkilerde yer yer komediye kayan bazı sorunlar yaratıyordu.
Örneğin, Paris’te yaşayan Jön Türkler Ramazan Bayramı dolayısı ile tertipledikleri yemekli bir sohbete Fransız arkadaşlarını da davet etmişlerdi. Geç vakitlere kadar yenilip içilip sohbetler edilirken bir ara coşan Fransız gençler hep bir ağızdan ulusal marşlarını söylemeye başladılar. Daha sonra da Türk arkadaşlarından Osmanlı ulusal marşını söylemelerini rica ettiler. Türk gençler bir ara durakladılar. Şaşırmışlardı; çünkü Osmanlı Devleti’nin herkeste ortak duygu ve heyecan uyandıran bir ulusal marşı yoktu. Hanedan marşlarını okuyamazlardı; çünkü hanedanlığa karşı olup anayasalı parlamenter sistemden yana idiler. Ama arkadaşlarını kırmamak için de bir şeyler söylemeleri gerekiyordu. Bu nedenle hep bir ağızdan tekbir getirmeye başladılar. Allahu ekber, Allahu ekber şeklindeki tekbirlere bir süre sonra diğer konuklar da katıldı ve eğlence böylece devam etti.3
Bir başka olay da 1895’te Almanya’nın Kiel şehrinde yaşandı. II. Wilhelm adına yaptırılan kanalın, açılış törenine birçok devletle birlikte Osmanlı Devleti de davet edilmişti. Törenden az önce davetliler ve orkestra rıhtımda hazırlanan bir platformda yerlerini almışlardı. Gemiler önceden belirlenen bir plana uygun olarak kanaldan geçerken orkestra ise o geminin mensup olduğu ülkenin ulusal marşını çalıyordu. Sıra Osmanlı gemisine gelince orkestra şefi birden şaşırdı; çünkü Osmanlı ulusal marşı yoktu ve bu konuda kendisine de bir şey söylenmemişti. Fakat Osmanlı gemisinde dalgalanan hilali görünce kendini toparlayarak:
Ey ay dede ey ay dede Durağın nerede durağın nerede?
şeklinde başlayan eski bir İspanyol şarkısını çalmaya başladı.
Benzer bir olay daha sonra Türkiye-Romanya millî maçında da yaşanmıştı. Maçtan önce tarafların ulusal marşlarını okumaları gerekiyordu. Türk sporcuları ise ulusal marşları olmadığından “Hamsi koydum tavaya, başladı oynamaya…” dizeleri ile başlayan ünlü Karadeniz türküsünü okumuşlardı.