“Öylesini”ni “3. Dünya Savaşı Başladı” başlıklı yazımızda belirtmiştik. Lakin vahim meselenin bir de “böylesi” var ya da olmalı. “Kalemin ahlâkı” hasebiyle, böylesini yazmadan atlarsak dürüst davranmamış oluruz kanaatini taşıyoruz. O hâlde, buyurun böylesine…
Önceki yazımızı okuyanlar hatırlayacaklardır da… Ola ki varsa okumayanlar için bir cümlelik hatırlatmayla başlayalım konumuza: İki buçuk yıldan beri üstü örtülü, birkaç aydan beri apaçık olarak tanıklık ettiğimiz “Cemaat ve Parti kavgası,” 17 Aralık’ta fetret devrine giren/dağılan/yıkılan devletin, 2023 tarihinde yeniden kurulması işleminin kimin tarafından yapılacağını belirlemek için yapılmakta. Bu kıyasıya kavganın sonunda bir taraf yenilerek yok olurken, diğer taraf “Yeni Türkiye”nin kurucu babası olarak ödülünü alacak ve en az 2123’e kadar, belki ilelebet “Yeni Devlet”e hükmedecek.
Evet, iddiamız bu idi ki “aklı sıra” 2023 ve 2123 arasında, meydanlarımızı süsleyecek heykel kaidelerinin üzerinde ya Erdoğan ya da Gülen’i görmeye hazır olmamız gerektiğini bile ima ediyordu. Ancak…
Yeni Çelebi Mehmed kim?
Tekrar tarihe dönerek, şu ünlü Fetret Devri”ne bir kez daha bakmamız elzem: Ne olmuştu o tarihte? “Diğer Türkiye”nin Hakanı Timur Han, filleriyle donattığı devasa ordusuyla Anadolu’ya girmiş ve Ankara’ya kadar ilerlemiş; Çubuk Savaşı’nda Yıldırım’ı yenmekle kalmamış, mağlup hâldeki Padişah ile on iki yaşındaki şehzadesi Mustafa’yı da yanına alarak Horasan’a dönmüştü. Böylece Emir Timur marifetiyle yıkılan devlete sahip olmak üzere sabık sultanın büyük oğulları Süleyman, Musa ve İsa Çelebiler kıran kırana bir mücadeleye tutuşmuşlardı. Bu savaş tam on yıl sürdü. Kanlı mücadeleler sonunda da bu üç şehzade birbirini yedi. Bidayette, Fetret savaşlarına katılmayan, kenar gezen küçük şehzade, nihayette, ağabeylerinin cesetlerinin üzerinden basa İstanbul’a geldi ve eliyle koymuş gibi bulduğu sedef işlemeli “Oğuz Han Tahtı”na oturdu. Bu arada; babası Bayezid öleli yedi, onun devletini yıkan Emir Timur öleli ise tam beş yıl olduğu için doğuda, Tatar tehlikesi de kalmamıştı. Bu yüzden, “Devlet”i tekrar kurma ameliyesi çok zaman almadı ve her şey, on yıl önce kaldığı yerden devam etti, gitti.
Günümüze dönelim: Yoksa 1402 Fetret Devri’nin Süleyman, Musa ve İsa Çelebi rolleri Erdoğan ve Gülen’e düştü/düşürüldü de kazananı olmayacak bu kavganın sonunda tahta, bir Mehmed Çelebi mi çıkacak/çıkartılacak? Bence ihtimal dışı değil hatta tam da bu. İşte, bu yazının cevabını arayacağı soru: Gülen-Erdoğan kavgasının neticesinde tahta yürüyecek Çelebi Mehmed kim olacak?
Yerel Dost Envanteri
1701 tarihinden bu yana Cihana nizamat veren/dayatan “Batı Aklı”nın bir genel geçeri vardır: Onlar, bir ülkeyi tanzim edip de yeni bir ülke kuracakları zaman, “Yerel Dost Envanteri”ni aşağıdan yukarıya yani azınlıktan çoğunluğa doğru tercih sırasına koyarlar. Ancak kafalarındaki plânı hayata geçirmek için vuruşturacakları güçleri ise yukarıdan aşağıya yani çoktan aza doğru sıralarlar.
Üst paragrafa, “Batı Aklı” tamlamasıyla girdik. Böylece, genel anlamda ülkelerin, özel manada hali hazırdaki ülkemizin üzerine çöken kargaşanın arkasında kimin olduğu ortaya çıkmış oldu: Batı… Başını İngiltere ve Almanya’nın çektiği Batı, son tahlilde kardeş olmaları şart olan “Parti ve Cemaat”i vuruşturmakla kalmamış; bu vuruşmada kırılacak olan her iki testinin yerine geçecek olan üçüncü testiyi tezgâhına koyalı uzun yıllar olmuş olmalı kanaatindeyiz. İşte, yedekteki testinin kulpunu tutmakla görevlendirilecek üçüncü testici, ülkenin yeni Çelebi Mehmed’i olacaktır.
Peki, “Yeni Çelebi Mehmed pozisyonu”na namzet kim? Ne demiştik yukarıdaki tespitte? “Batı, ülkenin direksiyonuna oturtacağı oligarşik yapıyı azınlıktan çoğunluğa doğru, kavgada sahaya sürüp yok edeceklerini de çoğunluktan azınlığa doğru sıralar…” İşte, bu durakta bir ayıklamaya tabi tutarak, sahaya sürülüp yok edileceklerin envanterini çıkarırsak, bu envanteri tersten okuduğumuzda da diğer kategoriyi bulmuş oluruz. Başlayalım o hâlde…
Evvelini saymayalım; sahaya sürme işleminin 17 Aralık’ta başladığını kabul ederek işlemi başlatırsak, listenin başına konacak olan ilk iki güç belli olmuş demektir. Onlar da “Parti ve Cemaat”tir. Çare yok; artık ok yaydan çıkmıştır ve at izi, adam izine karışmıştır; o Hâlde bu iki sivil güç, ta ki birbirlerinin yok edinceye kadar vuruşmaya devam edecektir. İlk bakışta fark edileceği üzere, bu iki “savaşçı”nın ortak özelliği, biz her ne kadar; “Aman, Allah’ın bildiğini kuldan saklayalım ve necip milletimiz ayrıştıran biz olmayalım.” diye titizlensek de “Sünni Türkleri” temsil ediyor olmalarıdır. Öyleyse “yangında ilk yok edilecekler” listesinin başına “Sünni Türkler” diye yazmakta bir beis yok. Bunun hemen ardından ikinci sıraya yazılacak olan da “Sünni Kürtler”dir.
Bu ikisinin hemen ardından, listeye “Alevi Türkler”i dâhil edebiliriz. Dikkat ederseniz, listenin ilk üç işgalcisi şu anda sahadadır ve vuruşmaya devam etmektedirler. Bir daha ve açık seçik yazalım: Parti ve Cemaat adı altında iki grup şeklinde Sünni Türkler, Sünni Kürtler ve Alevi Türkler ya da Türkmenler…
Dersim ikilemi
Listenin dördüncü sırasında “Alevi Kürt” etiketliler yer alabilir. Lakin burada bir gerçeği ortaya çıkarmak gerektiğine inanıyorum. Böylece, yıllardan beri bilinen veya saklanan bir yalanı da milletimize duyurmuş olacağız. O gerçek şudur: Ülkemizde Alevi Kürt, yok denilecek kadar azdır; belki de hiç yoktur. Bize, Kürt Alevisi olarak tanıtılanlar, kendilerini Zaza olarak tarif etmektedirler. Meskûn oldukları bölgelerse Dersim ve çevresindeki illerde uzayan bir kısım topraklardır.
Asi ruhlu dağlılar olan Dersimliler, tarihimizde üç isyan hareketiyle kayıtlıdırlar. Bu isyanlardan ilki, daha Millî Mücadele’nin ilk yıllarında patlayan Koçgiri İsyanıdır. Diğerleri ise herkesin bildiği 1937 ve 1939 El Aziz ayaklanmalarıdır. Bu itibarla “Dağlılar”ın tarihî sabıkaları bulunmaktadır. Bu sabıkanın sonunda ortaya çıkan dikkat çekici husussa şudur: Alevi Zaza halkı, ’39 kalkışmasının ardından yurtlarından sürgün edilerek ülkenin dört bir yanında zorunlu bir iskâna tâbi tutuldular. Başbakan Erdoğan’ın özür dilediği bu halktan asıl özür dilemesi gerekenler ise artık yoklar; çoktan öldüler. Ancak onların ruhu, takipçileri marifetiyle CHP’de temsil ediliyor ve gariplik de burada ortaya çıkıyor: Partinin başkanlık koltuğunda oturan zat da bir Dersimli mağdurzade… Malûm.
Bu nasıl bir ikilemdir? Dersimlilerin mağdur oğulları ve sürgünzedeleri, zaman içinde kendilerine bunca ezayı layık görenlerin saflarına dâhil olmuş ve “Kemalist cemaate” katılmakla kalmayarak, camianın ileri gelenleri hâlini almışlar. Bu durumda, kuşkucu bir karaktere sahipsek, “Yoksa ‘Derin İntikam’ saikiyle bu cemaati ele mi geçirmişler.” Demekten kendimizi alamayız? Öyleyse kökü “Koçgiri Patırtısı”na dayanan “derin kin,” akan kanını yerde koymamak için “derin bir plan” yapmış olabilir mi? Fakir, bu noktada “Hiç sanmam!” pozisyonunda ve böyle olmaması için de duada. Tavsiye ederim, siz de öyle yapın. Kanaatimizce “hinoğluhinlik”in lüzumu yok!
Arapların durumu listeyi farklılaştırıyor
Listeleme çalışmamızın bu durağında, elimizdeki malzemenin uygun bir yerinde araya uzun bir çizgi çekerek iki grup oluşturalım ve çizginin altına “5” yazarak Çerkezlerin başını çektiği Kafkasyalıları not edelim diyorum. Bilindiği gibi bu halkın Alevisi yoktur, hepsi de Sünni inancındadır. Hatta bir kısmı, asimilasyonu kabullenerek neredeyse tamamen Türkleşmiş ve sadece kültürel kimliklerini bir renk olarak yaşatmaya razı olmuş durumdalar.
Ülkemiz mozaiğini sıralarken “Türk, Kürt, Laz…” sıralamasına Karadenizli Türkleri koymaktan hazzetmeyen fakir, bu söylemin bir gaflet olduğunu sanırdı. Lakin altındaki hinliği fark ettiğimde rahatsızlığım kat be kat arttı. Zira ülkemizin en vatansever ve milletperver grubunun içinden, “derin el” bir “Pontusculuk” üretmeyi başarmıştı. Bu “Pont hareketi”nin gerçek derinlik ve matematiksel hacmini bilemediğimizden, her ihtimale karşı, “Kuzeyin Uşakları”nı da beşinci sıraya yazabiliriz.
Listeye altıncı sıradan dâhil olacaklara bir genelleme yaparak, “diğer Müslüman unsurlar” ismini vermek gerekiyor. Söz konusu anasırı saymak gerekirse bunlar, bir süre evvel; Araplar, Arnavutlar, Pomaklar, Boşnaklar ve şu an aklımıza gelmeyen Lozan dışı ekalliyet olarak çıkıyordu karşımıza. Ancak bugün itibariyle bunun olanağı kalmadı zira uzayan Suriye meselesiyle birlikte, Hatay Reyhanlı’daki terör saldırısında, elli küsur Sünni Arap’ın can vermesiyle durum değişti ve altıncı sıraya yalnız Arap Alevileri/Nusayriler girdi. Lozan’da adı geçen/geçmeyen Anasır-ı Müslüm ise yedinci sıraya kaydı.
Şimdi, bu araya bir çizgi daha çekip üçüncü bölümün hududunu belirledikten sonra sekizinci sıraya Gayrimüslimleri, yani Lozan içinde ve dışında kalan Yahudi, Ermeni, Rum, Süryani ve diğer unsurları eklemek gerekiyor. Böylece sekiz maddede ülkenin sıklet merkezleri tamama eriyor.
Nusayrilerde Duralım!
Ülkeye yeni yüzyılda yeni düzen vermeyi plânlayan “Derin Dünya Mahfilleri”nin Mahşer atlılarının, yukarıdan aşağı istikametinde, listedekileri kıra döke bir yere kadar ilerleyeceğini söylemiştik ya işte, bu “buldozer harekâtı” üstünü kırmızı kalemleri çizdiklerinden birer birer geçip, altını mavi kalemle çizdikleri unsura kadar devam edecektir. Peki, kim bu altı mavi kalemle çizili “mahalli partner?” “Mahşerin Atlıları” altını mavi kalemle çizecekleri partneri bulmak için yaptığımız listede, aşağıdan yukarı doğru bir sıralama ve eleme yapmak gerekiyor. Bu durumda, listenin sekizinci maddesindeki grubun bir şansı görünmüyor. Onun üzerindeki “Müslim Ekalliyet”in desiparaya alınmayacağı da aşikâr… Listede yukarı istikamette çıkmaya devam edelim ve altıncı sıradaki Nusayrilerde duralım.
Şimdiye kadar, ülkemizin en “denk duran” azınlığı olarak, hatta yarı asimile şekilde “mutlu mesut yaşayan Arap unsur” arasında belki de en suskunu Nusayriyan’dı. Hatta bu azınlık, 1939 yılındaki plebisitte Hatay’ın, Türkiye’ye ilhakı yönünde oy kullanmayı pragmatist açıdan kendilerine uygun bulmuştu. Zaten o tarihten sonra da ülkenin en usturuplu halkı olarak, “ağzı yaşmaklı” şekillerini sürdüre geldiler. Lakin ne olduysa oldu ve Suriye olaylarıyla ağızlarındaki yaşmakları çözüp siyasi satranca dâhil oldular. Yoksa “Derun Dünya Lordları” tıpkı yüz yıl evvelinin “Ermeni safları”nı “sahte aroma”yla aldattıkları gibi bu insanların ağızlarına da bir parmak bal mı çalmıştı? Bu soruya verilecek cevap evettir, lakin bu balın “Türkiye kovanı” olduğu konusunda net konuşma imkânına sahip değiliz. Zira Nusayrilerin ne sayıları, ne de kültür, eğitim ve ekonomik düzeyleri Türkiye gibi bir ağırlığı kaldırmaya yetmez; altında kalır, ezilirler. Dolayısıyla “Yeni Yüzyılın Sabetaycıları” Translübnan dağlısı Muhammed bin Nusayri bağlıları olamazlar.
Bunula birlikte, Nusayrilerin ağzına çalınan balın, bir başka damak tadında olduğu geliyor aklıma… “Mahşerin Batılı Beş Atlısı”nın, taktik plânlarından birinin de, Türkiye’yi aradan çıkardıktan sonra Suriye’ye yönelmek, Esad ve ailesi için oluşturacağı Doğu Akdeniz kıyı şeridinde, Şili benzeri bir Devlet-i Alaviyye olacağı artık sır değil. Zaten, bu kanaatlerini Sevr’e de yansıttıkları malûm… İşte bu devletçiğe ek vilayet olarak, Hatay’ı “iç etmek” ve yeni oluşma eklemlemek de taktiğin bir ayrıntısı… Acaba, “bizim kendi hâlindeki Fellah”ların da köylerindeki okullarında kendi dilleriyle eğitim almak, kimliklerini saklamadan serbestçe yaşama hakkına sahip olmak ve Nusayri mescitlerinde ibadet etmek gibi arzularının karşılığı Devlet-i Aleviyya’ya dahil olmak mı? Nuseyriyan’ın ağızlarına çalınan bal bu olmasın sakın! Ben bu kanaatindeyim.
Çerkezlerle İlgili Birkaç Veri
Listede yer alan Nuseyriyan’ın üzerindeki Karadenizlilere gelince… İşte gerçek! Ne, “Derun Dünyanın Saykıspikotları” pizum uşaklara “Yeni Selanikliler” unvanını verir, ne de onlar böyle bir “sütsüzlüğü” kabul ederler. Zira kendimden emin değilim, onlardan emin olduğum kadar. Eğer aralarından bir “Pontus Oligarşisi” çıkarmaya yeltenenler var ise boşa yorulmasın daha açığı böyle bir “mayasızlığa” hiç bulaşmasınlar çünkü yüz evvel, Bolşeviklerin ajanı olduğu iddia edilen Mustafa Suphi misali, gözü kömürden kara Yahya Kaptan’ın ruhu kabrinden doğrulur ve onları, takasına doldurur, götürür, Karadeniz’in karanlık sularına gömer, sonra da “Ceddim dedem…” diye başlayan Cenk Marşı’nı söyleye söyleye tüm sahilleri çınlatır.
Listede, “Pizum Uşaklar”ın üzerine not ettiğimiz Kafkasyalılar da esasen Karadenizlilerle aynı mangal gibi yüreğe sahiptirler. Ancak ne yazık ki Çerkezler kardeşlerimizin, tarihe not düştükleri ufak tefek sabıkaları vardır. Şöyle ki… İslam İmparatorluğu sözlüğünde “beyaz köle” anlamına gelen “memluk” kelimesi kullanılıyordu. Zamanla bu sözcük, köle asker/paralı asker şekline dönüştü. İmparatorluğun ihtiyacı olan paralı askerler, ilk önce İran’dan sağlanırken daha sonra Turan’ı da kapsadı ve başta Türkler, onlara bağlı olarak Kafkas kavimleri birer lejyoner deposu durumuna geldi. Zaman içinde, söz konusu paralı askerleri kullanan bir devlet de Eyyubilerdi. Türk ve Çerkezlerden müteşekkil Eyyubi ordusu, Mısır’da Bahri ve Burci isimli iki ayrı kışlada toplanmıştı. Bahri Memlukların bir diğer adı da “Memalik-i Türkiye” idi. Burcilere ise Memalik-i Çerakise deniyordu.
Son Eyyubi Sultanı Turan Şah, iktidarına tehdit olarak algıladığı Bahrileri yok etmek isteyince, kendisi öldürüldü ve yerine eşi Şecerü’d-Darr geçti. Hanım Sultan, birkaç ay sonra Ordu Komutanı Aybek Bey ile evlendi ve sultanlığı kocasına devretti. Böylece, bir Türk Memlukü olan Aybek eliyle saltanat el değiştirmiş ve Mısır’da yeni bir dönem başlamış oldu. Yıl 1250 idi ve Memluklular adını alan bu devlet, 1517’ye kadar yaşadı. O tarihte de bir başka Türk Hakanı, Yavuz Selim eliyle yıkılıp Osmanlı’ya katılarak tarih sahnesinden çekilmiş oldu.
Tam 267 yıl tarih sahnesinde kalan bu Türk devletinde, 1380 yılında bir darbe oldu. Burciler, yani Çerkez Memluklar, Türkleri alaşağı ederek saltanattaki eli değiştirdiler. İşte Çerkezlerin, Türklere karşı ilk sabıkası bu darbedir. Paralel yapılar oluşturarak devletleri ele geçirme hususunda mahir olan Çerkezlerin bir başka sabıkası da Araplara karşıdır ki bunun ürünü de “Ürdün Krallığı”dır. Günümüz Ürdün Krallığı, kuruluş aşamasında ısıtılan sinsi ve paralel plânlarla bir Çerkez devleti şekline getirildi. Bu kardeş kavmin, bize karşı işlemek kastıyla harekete geçtiği ikinci sabıka, bir önceki yazıda kısmen değerlendirdiğimiz Millî Mücadele sırasında denendi. Malum, son Osmanlı Sadrazamı Damat Ferit Paşa’nın Çerkez olduğu söylenir. Bunun gibi 93 Harbi sonunda Hanedan-ı Ali Osman ile “hanım akrabalığı” olan Çerkezler, anavatanlarından kalkıp İstanbul’a akın etmişlerdi. Sultan Abdülhamid döneminde devlette yer tutan bu kardeş halkın, Teşkilat-ı Mahsusa’da Türklerden çok fazla söz sahibi oldukları biliniyor. Hatta bu teşkilatın başı sayılan Kuşçubaşı Eşref de bir Kafkasyalıydı. Belki Cumhuriyet döneminde, MİT’te var olduğu iddia edilen Çerkez hâkimiyetinin şimdi de kırılmış olduğu hususunda kuşkuya kapılanlar azımsanmayacak kadar çoktur. Millî Mücadele döneminde Anadolu’ya çökmek için harekete geçen iki güçten biri, Ethem liderliğindeki Çerkezlerdi ki girdikleri kavgayı kaybettiler. Zaten, Ethem de yenilgisinin üzerine Ürdün’e, akrabalarının yanına kaçarak orada vefat etti.
Diyeceğimiz o ki Kafkasyalı kardeşlerimizden yeni bir sabıka kaydı beklememizi sağlayan epey bir done mevcut. Lakin 21. Yüzyıl’da devlete çökecek Neo-Sabetayistler, Çerkezler de olamaz. Zira Millî Mücadele döneminde, arkalarına önce, akrabaları Abdülhamid devletini, sonra Almanistleri alan bu kavme karşı, “Majeste’nin kronik gıcığı” hâlâ sürmektedir. Bu sebepten “Cihan Lordları”nın en saygın babalarının oturduğu Londra’nın, onlarla yeni bir devlet ortaklığına gireceğini zannetmem. Ayrıca Sünni oluşları ve de her şeye rağmen milliyetçi tavırları, Anadolulukları ve Anadoluluların yanında dik durmaları onlar için Majeste bakımından eksi bir puandır; dolayısıyla diğer “Lordlar” içinde… Geçelim o hâlde.
Kürtlerden Ne Çıkar?
Çerkezlerin de üstünü çizdiğimize göre, bir üst sıradaki Kürt Alevileri, yani Zazaları ele alalım… Onların üzerinde de yazının başında yazdığımız gibi Sünni Kürtler, Sünni Kürtlerin üzerinde de halen kavgaya devam eden “Parti-Cemaat-Alevi Türkmen” üçlüsü vardı. Bu üçlünün ortak özelliği ise “Türklük.” Şunu “kafadan” yazmakta bir mahsur görmem; şimdiye kadar yaşanan tarih göstermiştir ki “Türkiye, Türklere bırakılmayacak kadar, mühim bir ülke.” Batı açısından. Onun için ortak özellikleri Türk oluşları olan Parti, Cemaat ve Alevi Türkmenler daha kavganın başında sahaya sürülen piyonlar oluyorlar. Bu sebeple diyoruz ki savaşın en şiddetli zamanı, ilk muharebelerdir ve ilk muharebelerin muharipleri behemehâl hezimete uğrarlar; hangi safta olurlarsa olsunlar, ölmeye/oyun dışına itilmeye mahkûmdurlar.
Yazı başlığını bir kez daha hatırlayalım: “Devlete kim çökecek?” Analizin burasında başlıktaki sorunun cevabı noktasında, fakirin kafası, dönüyor dolaşıyor ve Sünni ve Alevi Kürtlere takılıyor. Kanaatimizce; bu yüzyılın Sabetaycıları, bu ikisinden biri olacak lakin hangisi?
Zazalarla ilgili argümanlarımızı, yukarıda açmıştık. Bu aşamada Sünni Kürtler üzerinde duralım, diyorum Sünni Kürtlerin, Neo-Sabetaycılar olma saiklerinin başında beni kuşkulandıran ilk şey PKK plânıdır. Bir zamanların Ermenileri için söylenen “Millet-i Sadıka/Sadık Halk yakıştırmasını otuz beş yıl önceye kadar, en çok hakkeden vatandaş grubumuz Kürtlerdi, hem de 1925 Şey Said İsyanı’na rağmen. Zira o isyan da farklı boyut ve karaktere sahip bir kalkışmaydı. Neyse… Peki, ne oldu da bu sadık halk, durup dururken, dembeden, “hain halk” oldu? Acaba oldu mu desek, olduruldu mu? Sanırım ikincisi geçerli… Öyle ise bir “Saklı Odak, bu “Uyaroğlu insanlar” için derin bir plân biçmişti ve bu plân, “Gözütok Kürtler”den “Açgözlü Sabetaycı”lar çıkarma üzerineydi dersek doğru söylemiş olur muyuz? İşin başında hayır çünkü bu plânda Kürtler, 1999’a kadar kendi devletlerini kurmanın niyetindeydiler. Ancak “Yeni Türkiye”ye çökme gibi bir amaçları yoktu. Kırılma noktası; Rusya, İtalya, Yunanistan ve ABD’nin doğrudan, Fransa ile Almanya’nın da dolaylı olarak katıldığı bir Batı plânıyla Öcalan’ın, Kenya’da polisimize teslim edilmesiydi. Bu teslimatta tek şart, “paket”in idam edilmemesiydi. Türkiye, idam cezasını kaldırma pahasına verdiği sözü tuttu ve Apo’yu, “meccanen beslemek” üzere İmralı’ya “zorunlu konuk” etti. Niçin? Sorunun cevabını, daha sonra vermek üzere, bu satırda saklı tutuyorum.
’99 teslimatından sonra Kürt sorunu, epeyce bir süre donduruldu. “Neden” acaba? Yoksa amaç, bu “kış uykusu”nda Öcalan’ı İmralı’da; Kürt halkını da evlerinde bir “Medrese-i Yusufiye”den geçirmek miydi? Ya da bu “sakin profil”in izahı, devlet kurma idealinden vazgeçmiş bir halk görüntüsü vermek miydi? Uyku süresinin sonunda, “Kürt megalo ideası” unutulduğuna göre amaç hâsıl olmuş demek, doğru olabilir mi? Bu sakin arada; düzde Kürt siyasilerinin ve dağda PKK’lıların hızlı bir şekilde “parti mücadelesi verdikleri” ve siyaset sahasında kendilerine alan açmaya çalıştıklarını görüyoruz. Açılan bu alan, “dogili kardeşlerimizin” damağına tat çalmış olmalı ki önce milletvekilliği ve akabinde belediye iktidarları derken “Kürdistan Retoriği”nden “Ülkenin her karışında hakkımız vardır. İzmir’i kimseye yedirtmeyiz!” noktasına ulaştıklarını görmek için kör olmaya gerek yok. Bununla da kalınmadı; Kürt partisi imajıyla ülkenin batı illerinde oy alamayan “Esas Parti”nin yanı sıra solculuğu öne çıkarılmış bir ikincil parti daha kurdular.
Bitmedi… Her şeye rağmen “dağ bekleyişi”ne razı gelmeyerek, “Ases-i Cebel PKK”yı düze indirme faaliyeti içerisine girdi ve gizli görüşmeler yapmaya başladılar. Hepinizin bildiği gibi bu “saklı görüşmeler” de pek fakat başarılı olamadılar. Önce “Oslo Teması” deşifre oldu sonra bir dizi hamle akil kaldı. Bunun üzerine, “eski patron”la bilakayduşart anlaşmaktan başka yol bulamayan Sünni Kürtler, PKK’dan ayrılma kararı aldılar –veya onların adına karar alındı- Bu karar üzerine; örgütün ancak kılcallarında yer tutan “Alevi Damar” ortaya çıkartıldı ve “Mezhepçi Gerilla” sayısı yeterli olmadığından, Kandil, İran PJAK’ı ile takviye edildi. Bu da dağı yeterli sayıya ulaştıramadığı için Suriye Muhaberatı’nın uzantıları olan “Rojova Kürt Teröristleri” bu kılcal damara enjekte edildi. Aynı esnada “sahte” Doktor Bahoz adı parlatılarak, örgütte kalan son Türkiyeliler de temizlendi. Ve nihayet örgüt, Suriye’ye taşınarak DHKP-C ile evlendirildi. Mezhebi rengi belirgin bir güç olarak yeniden formatlanarak, ideali megale edildi.
Nereden Nereye?
Söz konusu örgütün, Türkiye’den kaçan Kürt/Zaza Alevilerin yuvası olduğu biliniyor yani DHKP-C de kırmızı renk, PKK’dan yüz kat daha belirgin, baskın ve hasımlarına karşı bilenmiş vaziyette. PKK ve DHKP-C evliliğiyle birlikte Sünni Kürtler için tek seçenek kalıyor: Baltaları gömüp, kös kös geri dönüp arka üstü oturarak, İdris-i Bitlisi noktasına rücu etmek, tabi “eski efendi”ye iltica etmekti. Fevri çıkışlara rağmen durum bu durağa gelmiş bulunuyor. Söz konusu bu iltica işlemi, “Barış Süreci” ile birlikte son aşamasına ulaşmış oldu. Hükümet’in, süreci sürüncemede bıraktığı iddialarına rağmen “tirişkadan tehditler” dışında ne yapabiliyor eski PKK’lılar? Hiç! Öcalan dâhil, hepsi Kemalistleşmeye devam ediyorlar. Bununla da yetinmiyor ve İmralı cihetinden yansıyan “Türk’ten çok Türkçü” fikirlerle Misak-ı Millî’den dem vuruyor, Türkiye’yi bölgesel güç olma noktasında desteklediklerini Öcalan ağzıyla deklare ediyorlar. Niçin? Yoksa kendilerine vaadedilen ve tüm Kürtleri de içine alan bir Türkiye Federasyonu mu var? Sözün burasında, yukarıdaki bir satırda saklı tuttuğumuz cevaba gelelim… Yoksa bu federasyonun 2023’teki “Prezidenti Abdullah Öcalan” mı?
Hatırlar mısınız bilmem, bundan on beş yıl önce, gazeteci Ahmet Altan, bir makalesinin başlığını “Atakürt” kodu diye, uzunca bir süre yargılanmıştı yanılmıyorsam. Biz, bu yazıda malûm şahıs için “Atakürt” kavramını kullanmayı zül sayarız lakin aklıma bir “Federe Ata” veya “Federal Ata” da gelmiyor değil.
Sözün bu noktasında zurnaya “Dürt!” dedirmenin zamanı geldi: Acaba, bu “Federal Ata” Abdullah Öcalan mı, yoksa Kemal Kılıçdaroğlu mu olacak? Başka bir deyişle devlete Sünni Kürtler mi çökecek yoksa Alevi Zazalar mı? Yani Neo-Sabetayistler, “Dogililer”in hangi klanı olacak?
Bu soruların iki cevabı var: “2023 Oligarşisi”ni kuracak olan klan, tarihteki benzerliğin bize yaktığı ışığa göre, ilk seçenek olarak, işaretlediğimiz klanlardan hangisinin nüfusu daha azsa devletin derin sahibi o olacak; ikinci seçenekle de bu klanlardan hangisi “beyaz” ise o, “21. Yüzyıl Türkiye Baronu” olarak seçilecek. Haydi, sizi zorda bırakmayalım ve seçenekleri teke indirmiş olarak kayıt altına alalım: Eldeki argümanlar, Sünni Kürtleri elemekte ve diğer klanı tek seçenek olarak ortada bırakmaktadır. Bakalım aine-i devran ne gösterecek?
Sonuç
Burada duralım! Ve bizimle birlikte herkes dursun, Allah aşkına! Duranlar, başlarını ellerinin arasına alsınlar şimdi ve uzun bir mülahazaya dalsınlar. Bu mülahazadan, yazının içerisindeki hiçbir kavim, grup, klan, parti veya cemaat azade değildir. Topyekûn düşünmek ve dağınık akılları başa toplamak gerekiyor. Pragmatist yaklaşım ve faydacı akılın kimselere yararı yok. Unutulmamalıdır ki kısa vadeli çıkar ilişkilerinden, yara almadan çıkmak olanak dışı…
Bitmedi daha; madem açtırdınız kutuyu, varın dinleyin kötüyü! İlk sözümüz Türklere! Mevcut kavgayı sürdüren Parti, Cemaat ve Türkmen Alevi klanını oluşturanların anlaması gereken iki gerçek var: Bir, bu devletin adı “Türkiye…” Bunun lamı, cimi yok! İki, 1453’ten beri, adı Türkiye olmasına rağmen bu ülkenin idaresinden uzak tutulan sizlersiniz; acaba, bu gerçeğin farkında mısınız? Yüz yılardan bu yana, sözü edilen bu hakikatin künhüne ermesin, gerçeğin farkına varmasınlar diye önce, “Celalileştirilen” sonra siyasi kamplar hâlinde sağcı solcu, komünist faşist, dindar Laik, açık kapalı, günümüzde ise Parti, Cemaat ve hemen her zaman Alevi Sünni olarak etiketlenerek, düşman kamplarda temerküz edilen, bununla beraber sürekli buruşturulan/ vuruşturulan tek ulus Türklerdir. “Artık yeter!” deyip “Devlet”in kurucu sahipleri olarak, birlikte hareket etmenin zamanı gelmedi mi?
İkinci sözümüz Alevi’si ve Sünni’siyle Kürtlere… Kardeşler, geç kaldınız; eğer, “Derin Dünyanın Diabolik Lordları’yla aranızda sandığımız gibi bir anlaşma varsa, bunu yüz yıl önce yapmış olmalıydınız. O zaman, geçtiğimiz asra damganızı vurabilir, kendi devletinizi kurabilirdiniz fakat şimdi değil zira “Sultan Selim’in ruhu” geri döndü. Bu ruhun karşısında, ya soydaşınız “İdris Bitlisi” gibi olacaksınız ya da İranlı Şah İsmail gibi… Eğer, bu isimlerden birincisi gibi olursanız, “isim yerleri boş bırakılmış Cizre, Mutki, Amed, ve diğer şehirlerin beylik fermanlarındaki boşlukları doldurma hakkına ve Yeni Türkiye’de bey olma şansı”na sahip olabilirsiniz; yok eğer tarihi şahsiyetlerden ikincisine benzer bir pozisyon alırsanız, biliniz ki sizi bekleyen son, “Çaldıran”dır. Kısaca artık yedirmezler; bu sebeple Emperyalizmin asla kazananı olmayan özel plânında “Uvertür Şarkıcı” olmayı bırakmalı ve sizi seven Anadolulu kardeşlerinizin yanında yer almalısınız. Bu, 780 bin kilometre kare alanında bir kolektif tavsiyedir ve asla ikiyüzlü değildir.
Üçüncü sözümüz de “ve diğerleri”ne… Bu toz duman arasında, lüzumsuz ve tehlikeli umutlara kapılmayı, kimseye tavsiye etmeyiz. Her ne dinden, mezhepten ve ırktan olursa olsun, bu vatanın evlatlarına “boş hayaller kurmayı” öğütlemeyiz zira kardeşlerimizin, atlar tepişirken, ayaklar altında kalarak ezilen çimenler gibi olmaları bizi üzer. Lakin gidişatın oraya doğru olduğu görülüyor; bu istikamette felaket kaçınılmazdır.
Dördüncü sözümüz ise coğrafyada mukim herkese… “Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz!” İkinci el kimlikleri, “iç cebe” atmanın zamanıdır şimdi… “Anadolu Milleti” olma yolunda iştahlanmak, bu toprağa kökleriyle bağlı olan herkesin yararına bir sonuca gebe sayılır. İnanmıyorsanız; dönün tarihe ve “Osmanlı Teb’ası” olduğunuz mutlu yıllara bakın. Gördünüz mü; güleç yüzlü dedeleriniz, sisler arasından size el salıyor, öyle değil mi? Ne âlâ!
Son sözümüz ise Anadolu üzerine laboratuar çalışması yapan Batılılara… Ey İsa’nın ve Musa’nın evlatları, evvela insan olun ve başka milletler üzerinde otorite kurma, insanları köleleştirme düşüncesinden vazgeçin artık. Irkçılığı bırakın, dinleri bozup değiştirme huyundan rüc’u edin ve en önemlisi, insanoğlunun ezeli ervahtan beri düşmanı olan “Lusifer”le iş ortaklığına son verin… 2000 yılı itibariyle girmiş olduğumuz, “Ahir Zaman”ın son dönemecinde insanları, Allah’ı ile baş başa bırakın yoksa kendinizle birlikte, genelde tüm insanların, özelde Anadolu halkının dünyasını da ahretini de karartacaksınız. Bu arada, şunu hatırlatalım; İslam Milleti’ne Yüce Yaratan’ın vaadi vardır: Son dönem, Müslümanların dönemi olacaktır. Eğer, bu doğruysa ki doğruluğuna inanıyoruz; biliniz ki “Gog Mogog” yaftasıyla “itlaf” edilmeniz, galiba bu toprakların halkı eliyle gerçekleştirilecektir. Şu an; gizli pençenizin, içimizde dolaşma sürati arttığına göre “itlaf” edilme tarihiniz hızla yaklaşıyor demektir. Kendinize acıyın ve kanlı çekin ellerinizi içimizden. Çekin ki kendinizle birlikte, insanlığın kurtuluşuna da imkân tanıyın yoksa sizin deyiminizle “Şeytan Türkler”in Atilla’sı gibi Batı, Fatih’i marifetiyle Doğu Roma kapılarına dayanmaları an meselesi… Öyle sanıyoruz ki bu kez, “Tanrı’nın Kırbacı” fena şaklayacak gibi… Havaya çoktan kalktı. Bizden uyarması! Kimdi, insanlığın bir “çıplak uyarıcı”ya ihtiyacı olduğunu söyleyen; unuttum.
Efendim; bu yazımızı da her şeyin doğrusunu; “Alim olan Allah bilir.” diyerek bitiriyoruz. Vesselam…
Cemaat kavgası degil de terör örgütü yle mucadele tabiri dahah uygun olurdu
“Anadolu İslam Cumhuriyeti”nin kurulacağına dair çeşitli yazılar var ve görselini edindiğim bir bayrak bile tasarlanmış bunun için. Size göre doğruluğu nedir acaba? Ayrıca Atatürk hakkında bir yazı hazırlamanızı ve paylaşmanızı çok ehemmiyetli görüyorum. Saygılar ve başarılar diliyorum.