Birkaç yıl öncesi… Yer, alacakaranlık mahfellerden birinin toplantı salonu… Salondaki deri koltuklara gömülmüş, önlerinde kalın klasörler bulunan bir grup insan, “Esperanto lisanı”yla önemli bir mesele üzerine derin konuşmalara dalmışlar. Ceviz, kahverenkli, masif ve kayık biçimli masanın başına kurulmuş olan ablak yüzlü, dazlak kafalı ve “patates biçimli” adam ise önündeki dünya haritasının üzerine koyduğu üzeri sarı tüylerle kaplı elini, Türkiye, Suriye ve çevre ülkeleri avucunun içine alacak şekilde genişçe açarak “şap şap” diye vura vura geleceğe projeksiyon tutuyor.
Dediğine göre, “Türklerin ülkesi” ya büyüyecek ya da küçülecek… Ancak kendileri büyüyen bir Türkiye’den yana… İkinci durumda, Anadolu’nun doğrudan ve organik olarak büyüyeceği yön Suriye, Kuzey Irak ve Batı İran yani Güney Azerbaycan… Endirek büyüyeceği bölüm ise bütün Ortadoğu… Bununla birlikte nüfuz sahası olarak Kafkasya, Horasan ve Afganistan… Bu genleşmeyi, “neoOttomane” diye isimlendirmek, söz konusu ülkeleri ürküteceğinden “neoTurkey” demek daha uygun düşmekte… Bu “Esperanto plânı”nın somut ayağının Kuzey Irak ve Suriye olduğunu söylenmişti; buna bir de Lübnan’ı katmak mümkün… Bu adaylardan, “Kuzey Irak “çantada keklik…” Zor olan ise Surilerinin ülkesi…
“Ceviz masa plânı”nın ön hazırlığı olarak, “Osmanlı zulmü hikâyeleri”yle büyütülmüş olan 20. Yüzyıl liderlerini saf dışı etmek olmazsa olmazlardan. Bunun için Saudia’nın yaşlı kralı Faysal, hasta kralı Fahd ve Osmanlı haini Hicazlı büyük baba Şerif Hüseyin’in torunu, Ammanlı “Küçük Kral Hüseyin” hastalıkları nedeniyle “paketlenecek”ti; paketlendiler. Sıra diktatörlere geldi; onlar da kralların akibetine uğrayacaklar ancak bu operasyon biraz zor olacaktı fakat imkansız değildi. Başta MI5 olmak üzere, Batılı entelijans örgütleri harekete geçti. ilk iş olarak Suriye’nin “kafa kâğıdı eskimiş” olan Nuseyri lideri Hafız Esad sessizce “temize havale edildi,” zaten iyice ihtiyarlamışt. Filistin’in “yaşlı ve dişli kurdu Yaser Arafat’ın” hakkından ancak zehir gelirdi hem de Fransız gizli servisi SDECE’nin siyanürü… “Irak sırtlanı” Saddam Hüseyin’in tırnakları ancak sekiz yılda “İran nalbantları” tarafından çekilirse öldürücü darbeyi vurmak kolaydı; plânın ayrıntıları, tam da düşünüldüğü gibi hayata geçirildi. Tabi bu arada, bir temizlik de Türkiye’de yapılmalıydı fakat bunun için cinayet gerekmezdi; Türkiye’nin az gelişmiş demokrasisi içinde at koşturan çok gelişmiş liderlerinin hepsi bir kazığa bağlanır, bir postmodern darbeyle üzerlerinden geçilir ve son bir “ekokriz”le işleri bitirilirdir. Zaten bu ülkede liderleri krizler doğururdu; öyleyse krizle gelen krizle gitmeliydi. Aynen öyle oldu.
Yukarıda sözü edilen ayrıntılı “derin Töton operasyonu”nun tek nedeni “eski kuşağın” çözülmesiydi; kuşak çözüldü. Onların yerine “yeni kuşak liderler” geçirilerek “uluslar arası siyasi hamur, pişirilme kıvamı”na getirilmiş olacaktı. Yeni ve genç nesil idarecilerin belleklerinde “eski husumetler” olmayacağı için bunların kendi aralarında dostluk kurmalarının bir zorluğu yoktu. Batı açısından da, “arkadan küçük bir itişle” zihni tortu taşımayan, Batıda ya da Batı tarzı eğitim almış, savaşma sevişçi/barışçı, “Ah bizim ülkemiz de Batılı ülkeler gibi olsa!” ütopyası içinde yaşayagelen bu “light” liderlerle anlaşmak çok zor olmayacaktı; olmadı da…
İşte, yukarıda sözünü ettiğimiz, gizli “Esperanto plânlaması”nın yapıldığı günlerin sonunda “Amerikan derin devleti”nin muteber danışmanlarından Brezinsky diye biri, medya karşısına geçip tarihi bir lâf etti; dedi ki Brezy: “Önümüzdeki yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye, ya kendi içerisinde onlarca parçaya bölünerek ikinci bir Yugoslavya olacak ya da çevresine doğru genişleyerek yeni nesil bir “Türk imparatorluğu”nun oluşmasını sağlayacak; bunun başka yolu yok!” Bu tarihi ifade tek cümlelikti ama 21. Yüzyılın olağanüstü bir öngörüsü, ondan da öte “plânlanmış, bitmiş” hâliydi. Bu durumda, illa uygulanacak ve hayata geçecekti; uygulandı ve hayata geçirildi.
***
Efenim gelelim bugüne… 21. Yüzyıl, matematikse olarak başlayalı on bir yıl oldu; Brezinski’nin sözünün üzerinden ise on dokuz yıl geçti. Bendeniz, burada durup yirmi yıl geriye doğru, ardından on dört yıl (2025’e kadar) ileriye doğru bakmak niyetindeyim. Bir bakalım ki ayine-i devran ne gösterecek fakire?
Esperanto lisanıyla alacakaranlık ve derin mahfilde kurulan gizli plâna uygun olarak, Ortadoğu’da eskimiş kralların değiştiğini, diktatörlerin saf dışı edildiğini, Türkiye’de ise yaşlı “nato kafa, nato mermer” siyasetçilerin “ıskarta”ya çıkarıldıklarını görmek için dürbün gerekmiyor. Buna bağlı olarak, üzerinde yaşadığımız Batı Asya’da yeni kuşak politikacıların işbaşı yaptıkları yani her şeyin Esperanto plânına göre kotarıldığını ve neoTürkiye’nin önünün açıldığını, dünyanın tamamında onulmaz krizlerin yaşandığı ve bu “krizsiz ada ortamı”nda Ankara’nın “krizsizliğe ve mecburi zenginleşmeye mahkum” edildiğini görmek ayan beyan ortada duruyor. Bütün bunlar şu anlama geliyor; “Batı cephesinde yeni bir şey yok veya Volga, her zaman olduğu gibi çil çil akmaya devam ediyor!” Bize de “Çilli Volga’yı” takip etmek düşüyor.
***
2011 yılı sonunda Amerikan askerlerinin, Irak’tan çekilmesiyle birlikte oluşacak boşluğu, Şii Irak üzerinden On İki İmamcı İran’ın doldurma tehlikesi, Batılı lordların asla kabul edemeyeceği bir gelişme olacaktır. Bu durumda Türkiye, “şah”ı “mat edecek” bir sürüm olarak alternatifsiz bir “at”tır. Yani ülkemizin önünün açılması ve malum ülkelere model olarak önerilmesi, Anadolu’nun buğday benizlilerinin “kara kaşına vurgunluk” nedeniyle değil, bir gerekliliğin zorlamasıdır. Burada, yeri gelmişken hatırlatmak isterim; satranç oyununda “şah”ı “mat edecek “at” için arkadaki kocaman bir ahırda, sun’i bir “fil” beslenmektedir; o “fil” Hindistan’dır; bizden yazması!
***
Gelelim Suriye’ye… Fakirin fikriyatını takip edenlerin yakından bildiği gibi Batılı “Töton güçleri” dünyayı “kıta birlikleri” kura kura paylaşırken eski topraklarında da takas yoluyla anakaralara uygun değişiklikler yapmaktalar. Bu anlamda payına Asya kıtası düşen ve bendenizin İngoAmerika adını verdiğim Tötonların birincil gücü yani İngiliz-Amerikan kardeşliği, paylarına Afrika kıtası düşen, bendenizin AlmoFrans diye isimlendirdiğim Tötonların ikincil gücü yani Almanya-Fransa kardeşliğiyle değiş tokuş konusunda anlaştılar. Asya’daki Fransız toprakları sayılan Suriye ve Lübnan’a karşılık, Afrika’daki İngiliz topraklarından olan Sudan ve Mısır denkleştirildi. Sudan ve Mısır, AlmoFrans (ki buna Avrupa Birliği de diyebiliriz.)’ın nüfuz sahası sayıldı. Suriye ve Lübnan da böylece İngoAmerikan ekolünün tapusuna geçmiş oldu. Bu değiş-tokuştan sonra, daha evvel meselelerini Paris’le konuşan Şam ve Beyrut, Ankara’ya yöneldi zira Fransa, eski çiftlik arazilerinin yönetimine atadığı kâhyalarına böyle işaret etti. Bu esnada bir işaret de bize geldi; tabii ki nüfuz sahası içerisinde olduğumuz İngoAmerika cihetinden; daha açık bir adres vermek gerekirse Washington’dan. Gelen işaret, Ankara’ya, “Suriye ile doğal uzantın gibi ilgilen…” şeklindeydi. İşte, bu nedenle başbakanımız; “Suriye, bizim iç işimizdir” deyiverdi. Zira yakın bir gelecekte, Şam’da bizim atadığımız bir liderin oturtulacağı kulaklarına fısıldanmıştı.
Gelişmenler ışığında Ankara harekete geçti ve Suriye ile “abi-kardeş” pozisyonunda, müstakbel arazisi beklentisiyle ilgilenmeye başladı. Karşılıklı resmi ziyaretler vizelerin kalkmasını, vizelerin kalkması da halkların “öz kardeş” gibi sevişmesini getirdi. Öyle ki, neredeyse “tek devlet gibi” davranır hâle geldik. Olacak şey değildi ama oldu çünkü “Böyle buyurdu Zerdüşt!” Bu durumda, “ulu lordlar”ın buyruğuna uymamak olmazdı. Uyduk da; aslında bu durum, bizim de işimize gelmişti çünkü kafamızın gizli adresinde her daim saklı tuttuğumuz “emperyal genlerimiz” böyle programlanmıştı.
Bizim Yavuz padişahın diyar-ı İslam üzerine yürüyüşü devam ediyordu; ancak Batılılar açısından bir sorun vardı: Plânın bir başka aşaması olarak Suriye’de, mevcut olan “derin ve ideolojik devlet”in, plânlanan erezyonunun sonunda ülkeye hakim olacak “Türkiye benzeri” yeni idare sistemine uygun kumaş yoktu. Yani elli yıla yakın bir zaman Suriye halkı üzerinde egemen olan “Muhaberat rejimi” ortalıkta ilâç için bile olsa zerre-i miktar muhalif bırakmamış ve ülkeyi “tektip” çorak bir araziye çevirmişti. Ancak bununla birlikte rejimin “mezhepsel karakteri”nden ötürü, spontan bir karşı kümeleşme husule gelmiş ve Sünni ekolün öfkeli gücü, “İhvan-ı Müslümin”in undergrand organizasyonu, saklı bir anti cephe oluşturmuştu. Bu cepheleşmede, 1982 yılında Hama ve Humus kentlerindeki ordu katliamlarının, ülkedeki yüzde doksan çoğunluk üzerinde bir bilinç dinamiği görevi gördüğünü hatırlarsak iyi olur ve bu gücün muhalif kanat olmaktan öte kan davalı karşı cephe olduğunu da unutmamamız gerekir. Kısaca, Suriye’deki “Baas cuntası” tasviye edilip yerine “kör topal” da olsa bir demokratik sistem ikame edildiğinde, iktidar alternatifi bir tek ve o da Müslüman Kardeşler” olarak karşımıza çıkmakta. İşte, Batılı senaristler tarafından tehlike olarak görülen durum buydu: Laikliğe/Sekülerizme hatta demokrasiye karşı bir “İhvan partisi”nin demokratik zaferi ve bu zaferin sonunda iktidarı ele geçirmesi… Bu durum, bir bakıma “kaş yaparken göz çıkarma”nın diğer adıydı ve bir örneği Filistin’de, Hamas’ın seçim kazanmasıyla yaşanmıştı.
Bu durumda Baas iktidarından sonra işbaşı yapacak muhalefetin “Türkiye’yi model” olarak alacak, “az-çok” Laisizmi/Sekülerizmi hazmedebilecek, Batıyla uyumlu, Töton başkentlerle el sıkışabilecek bir hâle dönüştürülmesi gerekmekteydi. Bu hem Batının, hem de Şam’a danışmanlarıyla yön verecek olan Türkiye’nin isteğiydi. İşte, onun için Başbakanımız, Kuzey Afrika gezisinin Mısır durağında “bahar ülkeleri”nin idarecilerine “Laiklikten korkmamak tavsiyesi”nde bulunmuştu. Aynı tavsiye, Suriye ve diğer ülkelerin muhalefetlerinin, İstanbul toplantılarında da yapılmakta hatta bu toplantılar, söz konusu ülke muhaliflerini Türkiye modeline, Laikliğe/sekülerizme, demokrasiye ve Batının hamiliğine “alıştırma seminerleri” olarak algılanabilirdi.
***
Yazının burasında doksanlı yılların başına gidelim mi? Seksenlerden devralınan Türkiye’nin sokaklarında “sarıklı-cübbeli, şeriat devleti kurma sevdalısı,” Demokrasi ve Laiklik düşmanı bir nevi “Anadolu İhvanları” dolaşmaktaydılar ancak bu manzara “Esperanto toplantısı”nda önünün açılması kararı alınan Türkiye’nin malzemesi olamazdı. O hâlde yapılması gereken, söz konusu bu “ham malzeme”yi “adam etmek”ti. İşte, 1987 yılındaki 28 Şubat postmodern darbesi bunun için yapılmıştı. Darbe, başarılı da oldu. Çok değil 1987’den, 2002’ye yani beş yılda “şeriat devleti isterizciler”den, Ak Parti’nin munis “muhafazakâr demokrat” malzemesi üretilmişti. Süreç bitmedi ve kendi içinde devam edegeldi ve sözü edilen “mütedeyyin demokrat malzeme,” seçmen nüfusu içinde yüzde otuzdan kırka, kırktan elliye çıkartıldı.
Aynı serüveni Suriye halkı da yaşayamaz mıydı? Hem de bal gibi yaşardı. Ve start verildi, böylece “Suriye’nin 28 Şubat”ı başlatıldı. Ne yazık ki, Suriye halkının zihinsel geriliği ve uygulamadaki vakit darlığı nedeniyle süreç biraz kanlı geçecekti; varsın geçsindi, mühim olan plânın işlemesiydi.
Şimdi… Aylardan beri Suriye ordusu, 28 Şubat harekatını fütursuzca uyguluyor; bu manada, kimseden korktuğu çekindiği de yok. Çünkü operasyonlara ne Türkiye’nin, ne de bir başka ülkenin müdahale etmeyeceğini hissetmiş ya da bunun kokusunu almış durumda. Burada durup bir soru sormak ve merakları izale etmek gerekiyor: Peki, “Nuseyri ordusu”nun kendi halkına karşı sürdürdüğü bu düşmanca saldırlar ne zamana kadar devam edecek? Bu sorunun cevabı; Halkın, “İhvancılık”tan vazgeçeceği bıkkınlığa eriştiği zamana kadar, şeklindedir. “İnsanın burnundan getiren” bu operasyonların sonunda öyle bir an gelecek ki, “mütedeyyin Suriyeliler” sopaya sarılıp “İhvan köktendinciler”ini kendisi kovalayacak; “Başımıza gelenlerin müsebbibi sizsiniz!” öfkesiyle…
İşte, Batının istediği kıvam budur. Yani Ak Parti kıvamı… Artık bu kıvam üzerine bir “Suriye ampul partisi” kurulabilir. Zaten “kurula/kurgulanabilir muhalefet ve bu muhalefetin “iliştirilmiş liderleri” oluştuktan sonra Batı açısından “Suriye işi” tamamdır. Töton uluları artık, Nuseyri Baasçılarına “Tiyatro bitti; derhal iktidardan çekilin!” talimatını verecektir; tıpkı Tunuslu bin Ali’ye dedikleri gibi… Bu talimat, Libyalı “Muammer Çavuş” vak’asında olduğu gibi “derin Suriye’nin beklemediği bir talimat olabilir ancak Nuseyrilerin eli mahkum; sahneden inecekler. Zannımca o an, bunca zamandan beri, Batılı efendiler adına yaptıklarının semeresini almaya hazırlanan “derin yapı”nın moraran yüzünü görmek ilginç olacaktır. Herhalde Beşar Esed’in yüzü ise Ankara’da cumhurbaşkanlığına adaylığını koyan Çevik Bir’in “Fos!”diye sönen ham hayalinin geride bıraktığı ruhsal ve bedensel tortunun burun tıkatan kokusunu taşıyacağı kesindir. Suriye iktidarının başı, Türkiye destekli ve etrafı Türk danışmanlarıyla çevrili halefine koltuğu devrederken kullanılmış olmanın verdiği acı ve gelecek kaygısıyla çok acele edecek ve sarayının damında bekleyen özel helikopterle ailesini yanını alarak, rotayı bilinmez bir yöne çevirecek ama onunu rotasını Ankara’nın bilmeme ihtimali yok. Zira Esad ailesi, kalan ömrünü, büyük bir ihtimalle İstanbul’da, sıradan bir Arap ailesi olarak ve “haymatlos” duygular içinde mülteci geçirmek zorunda kalacak.
Sonuç olarak… Her zaman olduğu gibi önce yazının ana fikrini buracığa büyük harflerle yazalım; tarihe not olsun: SURIYE CEPHESINDE FARKLI BIR ŞEY YOK. HER ŞEY PLÂNLANDIĞI ÜZRE BERDEVAM. “SURIYE 28 ŞUBAT’I” KANLI BİR ŞEKİLDE BİR SÜRE DAHA DEVAM EDECEK. BU DURUMDAN WASHİNGTON VE PARİS OLDUĞU KADAR ANKARA DA HABERDAR… Son zamanlarda, Surilerle ilgili olarak ilk acarlığı gözlenmeyen Ankara’nın bu arada yoğunlaşan terör olaylarının, Muhaberat’ın adamı olan Feyman Hüseyin üzerinden NUSEYRİA’yı işaret etmesine rağmen, Şam’la ilgili suskunluğu bu bilgisinden olsa gerek… Olsun efem! SUSKUNLUĞUNA RAĞMEN SURİYE, HÂLÂ TÜRKIYE’NIN İÇ İŞİ… Efendim; yazımızı burada, “Her şeyin doğrusunun Alim olan Yüce Allah bilir!” diyerek noktalıyoruz.