Eğri oturup doğru konuşalım: Erdoğan, gerçekte heykelleri sevmeyen bir kültürden geliyor ancak bulunduğumuz zaman itibari ile şehirlerin nadide sanat eserleri ile süslenmesi gerekiyor. Bu noktada karşımıza, kabul edilebilirlik açısından soyut heykelcilik anlayışı çıkıyor yani Erdoğan ve onun gibi düşünenler soyut heykelciliğe karşı değiller; olamazlar.
Heykelci Mehmet Aksoy ve benzeri “çağdaş Türk Sanatçıları” da reel heykelin yanı sıra soyut heykel çalışmaları da yapagelmektedirler. Hatta soyut heykelciliğin daha yüksek sanat içerdiği anlayışındadırlar.
Öyleyse;soyut heykel düşmanı olmayan Erdoğan ve “Bir heykelin içine tükürdüğü iddia edilen” Ankaralı başkan Melih Gökçek’in Mehmet Aksoy’un soyut heykellerine karşı oluş nedeni nedir? Mesele şudur: Sözünü ettiğimiz kesim, Mehmet Aksoy ve benzerlerinin yaptığı heykellerin tekniğine değil içeriğine karşıdırlar. Mesela Melih Gökçek’in “içine tükürdüğü eser,” bir cinsel birleşme anının heykelidir. Üstelik bu heykel, lokal bir sanat merkezinde değil sıradan halkın ilgi gösterdiği kalabalık bir parkta sergilenmişti. Mehmet Aksoy’un Ardahan’daki heykeline gelince, orda ortadan ikiye bölünmüş bir insan yontulmuştur. İkiye ayrılmış bu insan (ya da millet) kimdir? Bu sorunun cevabını heykelin yeri veriyor. Heykel, Ermenistan sınırındadır; dolayısıyla birileri; “Bu yontuda ikiye ayrılmış insan/millet/vatan büyük Ermenistan ve Ermeniler midir?” diye sormadan edemiyor. Bu anlayış bize ait değildir; konuyu bilen herkes, böyle söylemektedir. Söz konusu sanatçının çeşitli beyanlarında da benzeri imalar olduğu da ortada…
Efendim! Bu işler neden böyle oluyor? Ülkemizde aydınlar / Elitler / Batı Sempatizanları… Toplu bir tarifle söylemek gerekirse Beyaz Türkler ekmeğini yedikleri, imkanlarının kaymağını sömürdükleri bu ülkenin taşına toprağına insanına… inanılmaz bir “düşmanlık ve kin” içerisinde tepiniyorlar. İnanılmaz diyorum çünkü benim gibi pek çok insanın aklı da böyle bir “kin ve düşmanlık”a ermekte zorlanıyor ve hatta inanası gelmiyor. Zaman içinde, bu “düşmanlık” öyle bir boyuta ulaşmış ki Anadolu’nun gerçek düşmanlarını dost bilme/edinme noktasına erişmiş yani dünyada kim Anadolu’ya ve Anadolu insanının aleyhine ne düşünüyor ve yapıyorsa sözünü ettiğimiz bu “beyaz kesim” tarafından destekleniyor, alkışlanıyor, yaptıkları az bile bulunuyor!
Düşünüyorum… Bu düşmanlığın nedeni ne olabilir? Aklıma gelen o ki… Atalarımız Osmanlılar, dört yüz seneyi geçkin bir süre ülkelerinin bir bölgesinden, devşirme dedikleri bir usulle insan getirmişler. Çoğunluğunu asker olara, bir kısmını bürokrat olarak hatta “padişah haremi” şeklinde istihdam etmişler. Peki, şimdilerde bu devşirmelerin soyu sopu nerede? Günümüzde onların torunları ne yapıyor? Düşünceleri nedir? Şimdiye kadar bu soruların cevaplarının açık seçik verildiğini sanmıyor ve samimiyetle verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sorduğum son soru neydi: “Düşünceleri nedir?” Evet nedir; yoksa bu insanlar şöyle mi düşünüyorlar? “Atalarımızı altı yüz sene devşirenleri, devşirmeleri köle gibi kullananları ve kullanma yöntemlerini asla unutmadık; şimdi, devir intikam devri! Biz de elimizdeki “oligarşik gücü” kullanarak bu toprağın insanlarını kendi yöntemlerimizle devşirerek, “ucube bir organizma” haline getirecek, yerlerde süründüreceğiz zira bu bizim ezeli ve en büyük idealimizdir.”
***
Sözün burasında birkaç soru daha sormak niyetindeyim: Bir: Efendim, bu ülkede kim sanatçı olur? İki: Bu sanatçıların yaptığı “çağdaş yapıtları” halkımız, neden beğenmez?
Kanaatimiz odur ki ülkemizde yaşayan “beyaz kesimleri” üçe ayırmak mümkündür: Bunlardan birincisi ülkenin ekonomisini idare eden sanayici/tüccar/komprador takımı, ikincisi birinci kesimin ürettiği şeylerin ticaretini yapan orta finans kesimi… Üçüncü kesime gelince, bunlar “beyaz kesim”in yoksulları olup ne sanayici ne tüccar ne de esnaftır. Ancak bunların da para kazanması ve “beyaz bir yaşantı sürmesi” kendilerinin olduğu kadar birinci ve ikincilerin de derdidir. Bu derdin gereği olarak sözünü ettiğimiz üçüncü gruba bir iş sahası bulunmuştur: Bu saha sanat sahasıdır. Ülkemizdeki tiyatrocu, yazar, artist, şarkıcı, dansçı… gibi sanat insanlarının çoğu böyle ortaya çıkmıştır. Bunların yetenekli olup olmaması önemli değildir zaten yaptıkları işlerin de “klasik bir kalite” taşıması beklenmez. Modernliği / çağdaşlığı kendinden menkul bir anlayışla “ucube” olması yeterlidir.
Bu noktada keller, körler, sağırlar birbirini ağırlar. Büyük Sanatçı, üstad, çağdaş yapıt, modern eser, gibi kavramlarla birbirlerini taltif ederek şöhret haline getirirler. İşte, bu nedenle halkımız bunların yaptıklarını beğenmez yaşantılarına katılmaz, kendi bildiği yolda kendi sanatını icra eder: Saz çalar, türkü yakar, kilim dokur, halay çeker gerekirse çifte telli oynar.
İşte, kanımızca meselenin özü budur.