Göçerlik zor zanaat… Böyle bir hayatı seçenlerin belleklerinde, kocaman bir boşluk olduğu kanaatindeyim; böylelerinin çocukluklarında oyun oynadıkları boş bir arsa, salıncak kurdukları yaşlı ceviz ağacı, dalına tırmandıkları kocamış söğüt, arkalarını dayadıkları oturaklı bir dağ, sıcak günlerde “çimdikleri” serin dereler yoktur; varsa yoksa yol yol yol…
İnsanların nereye göçerlerse göçsünler, çoğunlukla düşlerini çocukluk ve gençliklerini yaşadıkları yerlerde gördükleri söyleniyor. Bu durumda göçmenler, mesela Çingeneler, rüyalarını hangi mekanlarda görürler diye merak ediyorum; son kondukları çayırlıkta mı, bir önceki tarlada mı veya tozunu yuttukları yokuşu bol yolda mı? Yeri gelmişken; insanlar, hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar, rüyalarındaki iletişimlerini de anadillerinde sağlıyorlarmış. İlginç değil mi?
Neyse… Biz gelelim Orta Asyalı bozkır konar göçerlerine…
Göç, her insanının bilincinde/ belleğinde oluşan mekânsızlık hali… Bu hâl, mekânsız birey ve toplumların, yerleşik yaşantı mensuplarından farklı olarak bazı özellikler geliştirmelerine neden olmaktadır. Mesela, göçerlerin mekâna dayalı bir “güven duyguları” oluşmuyor ve böyleleri sürekli bir “güvensizlik duygusu” içinde yaşıyorlar. “Bizim” diyerek dört bir durumunu bilip sahiplenemedikleri her dağı, her sulağı, her kayayı, her ormanı korkulu gözlerle süzüyorlar zira onlar için her dönemeç tehlikeler barındırıyor. Sanki onlar, nereden ne gibi tehlikeler çıkacağını bilemedikleri için bir “diken üstü yaşantısı”na mahkumlar sanki. Halk arasında komiklik olsun diye söylenen, “Daş düşe bülü, ayu çıka bülü…” esprisi, göçerler için bir gerçekliğin ifadesi sanki. Bu nedenle göçer insanlarının geceleri zehir gibi, uykuları hep tavşan uykusu şekli geçiyor hatta soyunup dökünerek yattıkları bile söylenemez; bu manada, göçerin “pijama” gibi bir giysisinin olduğunu söylemek de zor olsa gerek. Çünkü onlar nasıl kalkmışlarsa öyle yatmak zorundadırlar. Belki başta hançer olmak üzere, bellerindeki silâhlarını dahi çözemezler. Her daim teyakkuz hâlinde…
Müteyakkız hayat, göçer insanlarında bir başka özelliği de abartılı bir şekilde ortaya çıkartmaktadır: Topluluk dayanışmasını… Burada ölümüne bir dayanışmadan söz ediyoruz; sanki göçer topluluğunun bireyleri birbirlerine o kadar sıkı kenetleniyorlar ki, ferdi duygu ve duyumları bile yok oluyor; sonunda, demirci örsünde dövülerek birbirine kaynatılmış bir “kollektif ruh” hâli ortaya çıkıyor. İşte, bu kollektif perçinlenmenin toplumların hayatındaki şekline “aşiret” diyoruz. Günümüzde de aynı dili konuşan kimi toplumlarda görülen “aşiretçilik,” geçmiş Asya bozkırlarında da en yaygın şekliyle tarih sahnesindeydi. “Bozkır aşiretçiliği” o kadar keskin hatlarla ayrılmıştı ki, her aşiretin kendi kuralları içinde ayrı bir ulus gibi yaşadığı görülüyordu. Zaten aşiretçilik, millet olma yolunun önündeki en büyük engeldi yani “aşiret kollektivizmi” milli bilincin oluşmasına asla izin vermiyordu.
İşte, Orta Asya bozkır toplumlarıyla ilgili olarak fikir ileri süren Batılı/ecnebi tarihçilerin en büyük yanılgılarının başladığı çizgi de burada yatmaktadır. Başta Çin kaynaklarının, günümüze doğru gelindikçe Avrupa tarihçilerinin, her Orta Asyalı aşireti ayrı bir millet gibi görüyor, aynı dilli yani Türkçe’yi konuşan bu toplulukların kurdukları hanedanlıkları birer farklı devlet olarak kaydediyor olmaları yanılgının özünü teşkil ediyor. Oysa bu devletler, aynı topraklar üzerinde yaşayan, Türkçe’nin değişik lehçelerini konuşan, kardeş aşiretlerin zaman içinde güçlenerek hanedan olmalarından başka bir şey değildir. Göktürk, Hazar, Karahanlı, Gazneli ve bunlar gibi devletlerin aslında aşiretler arasında idarenin el değiştirmesi sonucu ortaya çıkmalarından başka bir biçim olmadığını biliyoruz ama Batılı tarihçiler bilmek istemiyorlar. Aslı itibariyle bin yedi yüzlü yılların son çeyreğinde, Fransız İhtilâliyle ortaya çıkmış olan “millet ve milli şuur” kavramlarını geriye doğru işleterek, Orta Asyalı göçer aşiretlerini ayrı birer millet, bunların devlet idaresini birbirlerinin elinden kapma mücadelelerini milli savaş, kurdukları idareleri de ayrı devletler olarak kaydediyorlar.
İnanç literatüründe “Nuhoğulları” olarak adlandırılan ve Türkçe konuşan bozkırlılar zaman içinde başka başka adla anılan topluluklar olarak ayrışmaya başladıklarında “üst idare”yi ele geçirme kavgaları da start almış oluyordu. Zamanla bu eş gruplar çoğalarak ya da birleşerek genişlemiş ve ilk aşiretleri oluşturmuşlardı. “Proto aşiretler” toprağa bağlı olmadıkları için zamanla birbirlerinden uzaklaşarak bağımsız gruplar halinde kabile bilincine ulaştılar ve böylece “aşiret hukukları” oluştu. Aşiretler arasındaki ilk kişisel kavgalar, gide gide “kollektif bir hareket tıynetine” bürünerek kutsallaştı ve “kan davaları” biçimini aldı; daha sonra bu kan davaları, topyekun aşiret dövüşlerine gide gide hükmetme savaşlarına evrildi. Artık üstün gelen aşiret, bir devletin sahibi idi ve bu organizasyon, ya aşiretin adını ya da kurucusu bey
in adını alarak tarih sahnesine çıkıyordu.
İlk bozkır organizasyonunu Çin kaynakları “Hiung” diye kaydetmektedir. Bizim, “Hun” olarak telaffuz ettiğimiz, ilk “Türkçe konuşan aşiretler devleti”nin ne zaman kurulduğuna dair bir tarih belirlemek zor. Fakat bu belirsizlik, o kadar da önemli değil çünkü Nuhoğulları için ilk aile, bir nevi çekirdek devlet olarak algılanabilir ve tarih sahnesine çıkışı da tufan sonrası olarak kaydedilebilir. Bu noktada bizi asıl ilgilendiren, ilk resmi Türk teşekkülünün el değiştirecek kıvama ne kadar zaman sonra geldiğidir. Adı ve hanedan sahibi ne olursa olsun, Orta Asya merkezli bir büyük Türk devletinden söz etmek hiç de yadırganacak bir durum değildir. Zira kurucuların kökü birdir ve kendi lisanlarınca Nuh Peygamberin oğlu olduğu iddia edilen Yasef/Yusuf’a verdikleri adla “Olcayto Peygamber”in neslinden gelen “Türk ya da Türük” adlı bir oğla bağlanır. Buradan bakınca, Türk kimliğinin, bütün Asyalı toplumları altında toplayan bir sosyal şemsiye durumunda olduğu hemen belli oluyor. Bir şemsiyeye benzeyen bu soy ağacının dallarının çokluğu ve çeşitliliği gerçeği değiştirmeye yetmemektedir. Çin kaynaklarının ve Batılı tarihçilerin iddiaları da sonunda kendi tezleridir ve mutlak gerçeklik olarak algılanamaz.
Tarihin ayakucunda durup böylesine bütüncün bir anlayışla ve yekpare bir devletten söz etmek devrimizde, özellikle biz Türkiyeliler açısından doğru ve gerekli bir saptamadır. Ancak şurası da unutulmamalıdır ki, Asya tarihi, tam anlamıyla “Türk’ün, Türk’le kavgasıdır.” Türk’ün, Türk’le kavgasının adı, zamanında böyle bilinmiyor “bozkırlı aşiret kavgaları” olarak isimlendiriliyordu. Bu nedenle bozkırlı devletler de, Göktürkler’de olduğu gibi Türk kavramını kullanmak suretiyle değil, son kavgayı kazanan aşiretin unvanı ile isimlendiriliyordu. Bu etiketlemede, her seferinde başkentin yer değiştirmesinin etkisi büyüktü. El değiştiren iktidarın yeni sahipleri, hükümranlıklarını aynı başşehirde sürdürmüş olsalardı, belki devletin adı da değişmeyecek ve değişiklik yalnızca sülaleyle sınırlı kalacaktı; nitekim İran da ve Çin İmparatorluğunda durum böyledir: Çin örneğini açacak olursak; orada, hemen hemen her devirde başkent Pekin’dir ama hanedan başkadır. Eğer bozkır medeniyetinde de değişiklikler tek başkent üzerinde yaşansaydı bu durumda tarihin ayak ucunda durup başkent/başbalık Ötüken’e bakan bizler de, “on altı imparatorluk kurmak”la övünmeyecek fakat on beş devleti yıkmakla yerinecektik.