Bu yazının yazıldığı günlerde, gökyüzünün akça-pakça gelini “Sarı sıcak” yüzünü sonuna kadar açmıştı; hem de tek kuruşluk “yüz görümlüğü” istemeden; meccani… Resmi tarih temmuzu gösterirken, Arabi aylardan Ramazan’dı ve inananlar oruçluydu. Doğrusu ya sıcak ile orucun birbirinden çok hoşlandığını söylemek abesle iştigal olur, fakir de söylemiyorum zaten. İman bu! Ne sıcak dinler, ne soğuk… Tutacağını tutar, bırakacağını bırakır.

Her ne kadar bizde oruç, yaz aylarına otuz küsur yılda bir gelir lakin mesela, Arabistan’da bu rakam otuz altıda otuz altıdır yani oralarda her Ramazan ayı, yaz sıcaklarında tutulur. Bunun gibi İskandinav ülkelerinin kuzey bölgelerinde de hep kışın tutulan oruç ayından bahsedebiliriz. Bu durumda insan sormadan edemiyor: Acaba kim şanslı? Arabistanlı sıcağa mahkûm Arap inanır mı ya da “Soğuk Hapishanesi”ndeki Vikingli mi? ya da her ayın iklim özelliği farklı olan “Ekinoks kuşağı” evlatları olan bizler mi?

Aslında sarı tükenmezimi elime aldığımda muradım bir oruç yazısı yazmak değildi lakin “Sıcak başıma vurdu” galiba Arabistan’dan girdik Oslo’dan çıktık. Ha Oslo deyince… Neyse karıştırmayalım Oslo’yu mosloyu da asıl konuya dönelim.

Yaşı müsait olanlar hatırlayacaklardır; günümüzden, yaklaşık yirmi sene evvel bir “uluslar arası Habitat Konferansı” toplanmıştı hem de yurdumuzda. İstanbul da, Taksim dolaylarındaydı galiba… Habitat kavramını ilk o zaman duymuştuk ve o toplantıda çevre konularıyla ilgili olarak birçok karar alınmıştı. Daha sonra çevreye duyarlı hâle gelen ülkeler, galiba Japonya’da da toplandı, Kyoto’da… Ve toplantının sonunda bir protokol kayda geçirildi; adına “Kyoto Protokol”ü denilen bu metin, bir çevre ve atmosfer disiplini getiriyor, bu hususta ulusları daha duyarlı olmaya çağırıyordu. Türkiye dahil birçok devlet sözkonusu protokolü imzaladı, ABD hariç… Kyoto Protokolü’nün akıllarda bıraktığı en büyük iz, atmosferdeki “Ozon Yırtığı”ydı. Böylece konu, dünya gündemine gelmiş oldu ve tartışılmaya başlandı.

Katar'ın Başkenti Doha'da Düzenlenen Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansı
Katar’ın Başkenti Doha’da Düzenlenen Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansı

Biz ilk önce “ozon”un ne olduğuna bir bakalım; trioksijen olarak da adlandırılan ozon, aslında gökyüzüne mavi rengi veren gazdır. Ana maddesi oksijen olan “Mavi gaz” atmosferin alt katmanlarında yıldırım çakması esnasında ortaya çıkmakta ve depolanmayan tek atmosfer ürünü olarak kayda geçmekte. Bunun nedeni ozonun, zamanla tekrar ana maddesi olan oksijene rücu etmesidir. O3 simgesiyle kısaltılan ozon gazı, atmosferde sıfır virgül dört oranındadır; bu oranın sıfır virgül on ikiyi aşması sağlığa yararlı kabul edilmekte. Sağlık demişken: Derin cerrahi yaraların tedavisinde işe yarayan ozonun bilinçsiz kullanımının başta karaciğer olmak üzere, çeşitli organlar üzerinde yan etkisi görüldüğünü de söylemeden geçmemek lâzım. Yazının burasında şu hususa dikkat çekmek gerekiyor kanısındayım: son zamanlarda, çeşitli TV kanallarında pompalanan ozon ve ozon yağı konusunda halkımız, popüler olma sevdasında olmayan sorumlu kimyagerler tarafından aydınlatılmalı… Bu noktada, hemen aklıma gelen soruyu da sorayım: ozon’un yağı mı olur? Yoksa sızma zeytinyağının aslında on lira olan kilosuna rağmen gramını bu miktara satmanın bir yolu mu ozon yağı etiketi? Neyse!

Bu paragrafta asıl söyleyeceğim, ozon gazının birinci işleviydi. Bu işlev, mavi gazın dünyayı, güneşten gelen mor ötesi radyasyona karşı bir kalkan ya da şemsiye gibi korumasıdır. Adına ultraviyole de denilen bu ışınların, insan sağlığı açısından son derece zararlı olduğu biliniyor. Ölümcül ultraradyasyonu filtre eden ozon gazı tabakasına “Ozonosfer” adı veriliyor ve bu katman Stratosfer’in üst kısmında yer tutuyor. Yeryüzünden yüksekliği, 50 ila 80 kilometre arası olan gök bölgesinde bulunan Ozonosfer tabakasında bir yırtık ya da delikten söz etmek yanlıştır. “Ozon tabakası delindi” şeklinde, halk arasında yaygınlaşan durum, gerçekte bir incelmedir. İşte, bu incelme sebebiyle, üç değişik kategoriye ayrılan ultraviyole şuaları, filtreleme zafiyetine uğrar ve yeryüzüne ulaşır.

Peki, ozon tabakası neden incelir? Artık bu incelmeyi bazı gazların yaptığı biliniyor. Atmosferde bulunmaması gereken bu kimyasal gazların başında, ünlü “kloroflorokarbon” geliyor. Buzdolaplarında kullanıldığı herkes tarafından bilinen hatta “Buzdolap gazı” diye ünlenen bu kimyasal ayrıca klimalarda, köpük üretiminde, parfüm ve deodorantlarda hayat sahası buluyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz Kyoto Protokol’ü kısaca CFC olarak bilinen gazın kullanımını yasaklamasıyla ünlüydü. CFC’nin dışında; yangın söndürme cihazlarında işe yarayan balonlar, tarım sektöründe böcek ilâcı olarak kullanılan metil bromid, ozonu incelten diğer kimyasallar olarak karşımıza çıkıyor.

dunya

Çeşitli sağlık problemlerine neden olan ozon incelmesi 1970’lerin sonundan başlayarak günümüze kadar uzanan kırk yıla yakın bir zaman diliminde süre gelmekte. Söz konusu incelme, en çok kutuplar üzerinde ve ilkbahar mevsimlerinde gözlenmekte. Oysa bu hususta bilinen bir başka gerçek var; o da Ekvator’a yakın kuşakların, daha büyük bir risk altında olduğudur. Bunun nedeni, Ekvator bölgesinde ultraviyole şuaları, daha kısa bir mesafe kat ederek arza ulaşması ve dolayısıyla filtreleme işlemi süresi, bu düzlemde daha azalıyor. Buna rağmen, yırtık riskinin Ekvator’da değilde kutuplarda ortaya çıkması akıllara başka şeyler getirmekte, doğal olarak. Uluslar arası dedikoduya göre, Kyoto ve Monteal Protokollerini parafe etmekte çekimser kalan ABD’nin, Alaska bölgesindeki gizli bir üste, bir takım deneyler yaptığı ve “HAARP Projesi” olarak adlandırılan bu gizli çalışma esnasında gerçekleştirilen deneylerin ozonu incelttiği ihtimali düşünülüyor. Konu, oldukça gizlidir ve dünya kamuoyu Projekt HAARP hakkında derinlikli bir bilgiye sahip değildi. Neyse geçelim?

Ozon incelmesi, cilt kanserleri ve katarakt gibi sağlık sorunlarının sebebi olması yanında bir başka, küresel sonucun da nedeni olarak biliniyor: Isınmanın… İşte, bu makalenin asıl konusu bu, küresel ısınma ve onun ikiz kardeşi olan global soğuma…

Küresel ısınmanın birinci nedeni, sera gazları olarak bilinen su buharı, karbondioksit, metan, ozon ve diğer atmosfer kimyasalları… Bu gazların yeryüzüne etkisi “Sera” olarak bilinmekte. Malûm olduğu üzere sera, sıcak yani güneşi bol bölgelerdeki üzeri cam veya plastikle örtülü sebze meyve bahçelerinin ismidir. İnsanlar, bu sayede kışın bile yaz sebzeleri yiyebilmekte. Yani bu durumda, kışın ortasında domates, patlıcan satabilen manavların ve onları satın alıp lezzetli yemekler yapan halkın yatıp kalkıp serayı ve seracılığı icat eden bahçıvanlara teşekkür etmesi gerekir dersek yalan söylemiş olmayız.

Bir seranın altında, kışın soğuklarında dahi domates üretebilmenin sırrı basittir aslında. Şeffaf plastik ve cam çatı örtüsü güneş ışıklarını geçirme özelliğine sahiptir. Böylece, bir kapalı mekân olan seraya güneş, kolayca girer ve toprağı ve içerdeki havayı ısıtır. Gün ışığını içeriye geçiren örtü, içerde oluşan sıcaklığın dışarı çıkmasını önleyen örtüdür aynı zamanda. Böylece mekâna hapsolan sıcaklık, dışarıda kış yaşanırken, içerde ılıman bir bahar hatta yaz ikliminin oluşmasına neden olur; bu iklimde, toprağa atılan tohumların çatlamaktan başka yapacağı bir şey kalmaz. Burada durup soralım: Bu seranın altına tohumla birlikte bir kalıp buz koymuş olunsa ne olur? Cevap tektir. Buz erir…

kutuplar

Şimdi düşünelim! Tıpkı Antalya seralarında olduğu gibi atmosferin üzerine bir plastik örtü çekilebilse sonuç ne olurdu? Bunun cevabı da kolay; bütün dünya, devasa bir seraya dönüşür. İşte, böyle bir atmosfer örtüsü var aslında… Bu örtü sebebiyle iklim uzmanları “Sera etkisi”nden söz edebiliyorlar.

Haddizatında sera etkisi, dünyadaki hayatın ana gerekçelerinden biri ve yeni ortaya çıkmış bir durum da değil. Dünya yüzeyinde hayatın başladığı andan beri, bir sera etkisi mevcut; zaten bu etki, gece gündüz arasındaki sıcaklık dengesini kurduğu ve dünya yüzeyini eksi 170 derecelik uzay soğuğundan ve güneşin yakıcı etkisinden koruduğu için arz, hayata uygun bir döşek hâline geldi. Kapı komşumuz ayda, dünya giysileriyle yaşadığını varsaydığımız bir insanın durumu nasıl olur biliyor musunuz? Güneş üzerine doğduğu anda, cayır cayır yanarak ölür ya da güneşin battığı ilk saniyeler içerisinde bir kalıp buz şekline dönüşerek “La ilahe illallah!” diyecek zamanı bile bulamaz.

Devam edelim bir örnekle… Uzaydan gelen kıllı bir yaratık olan oluşturulmuş Alf’in ismini kullanarak hayatımıza giren ısıtıcının geçmişi birkaç yıllık ama etkisi geniş oldu. Söz konusu ısıtıcıyı, klasik benzerlerinden ayıran şey “İnfrared Tekolojisi”ni kullanıyor olması olarak reklam edildi. Ki doğruydu. “Kızılötesi” şeklinde dilimize aktarılan “İnfraruj” ya da “İnfrared” teknolojisi kullanılarak üretilmiş olan yeni nesil ısıtıcılar, klasik benzeşleri gibi önce ortamdaki havayı ısıtarak, insanların üşümesini engelliyor değil. İnfrared ısıtıcılar, açıldıktan yarım dakika sonra neredeyse enerjilerinin tamamına yakınını ışın şeklinde insanın ya da eşyanın üzerine yönlendiriyor. Aradaki havayı ısıtarak vakit kaybetmeden insan vücuduna ya da eşyaya boca olan fotonlar, çarptıkları yerde ışın özelliğini kaybedip ısı enerjisine dönüşüyor; sonuç “Oh kemiklerimiz ısındı!” oluyor.

Güneşin, dünyayı ısıtması da tıpkı “moda ısıtıcılar” örneğindeki gibi oluyor. Güneşten ayrılan ışık enerjisi, çantasındaki ısı enerjisinin dirhemini araya vermeden, sekiz dakikalık süre içerisinde uzayı geçiyor ve atmosfere geliyor. Şeffaf atmosfer örtüsünü, tıpkı Antalya seralarında olduğu gibi çok az bir ısı kaybıyla geçiyor, aradaki seksen kilometreyi kat ediyor ve gündüz gözüyle dünyamıza çarparak toprağın ve toprak yüzeyindeki canlıların ısınmasını sağlıyor. Sert zeminde ısı enerjisine dönüşen ışık, sıcaklık olarak yavaş yavaş etrafa yayılarak, aşağıdan yukarı doğru havayı da ısıtıyor ve ortam yaşanılır bir odaya dönüşüyor. Tabi bitevi oluşumunu sürdüren bu sıcaklık, yukarı doğru hareketine devam ediyor. Hareket hâlindeki bu sıcaklığın amacı, geri yansıyıp uzayın mutlak soğukluğunda soğurularak yok olmak ancak atmosferin üst katmanlarındaki -plastik örtü örneğinde olduğu gibi- bir kalkanla tutuluyor ve araya hapsediliyor. Yukarıda işaret edildiği gibi bu koruyucu kalkan karbondioksit, su buharı ve metan benzeri gazlardan dokunmuş çadır örtüsü durumda yani sera gibi… Eğer dünya yüzeyinde bu sera tabakası olmamış olsaydı; gündüzleri, güneş ışığındaki sürekli akış nedeniyle yüzey, belli bir sıcaklıkta tutulur ancak güneşin kabuğuna çekilmesiyle birlikte hızla gündüz emdiği ısıyı kaybeden denizler, sabaha kalmadan donar ve karalardaki hayat çekilmez olurdu.

Yıllara göre Sıcaklıktaki Değişiklikler (ºC)
Yıllara göre Sıcaklıktaki Değişiklikler (ºC)

Madem dünyanın serası bu kadar faydalı, o hâlde nereden çıktı bu küresel ısınma? Nevi şahsına münhasır bir canlı sayılabilecek olan dünya binlerce yıldan beri kendi sera örtüsünü oluşturacak ya da onu uygun kalınlıkta tutacak özelliğe sahipti. Böylece yüzeydeki hayatı derinden etkileyecek herhangi bir sorun oluşmuyordu. 1800’lerin başında Batı Medeniyeti’nin, dünyayı delip kömüre ulaşması her şeyin başlangıcı oldu. Böylece özü karbon olan kömürün yakılmasıyla ortaya çıkan karbondioksit, sera örtüsündeki gaz miktarını artırdı. Bu artışla birlikte artan sera kalınlığı, dünyaya yeten battaniyeyi yorgana dönüştürdü; bu dönüşüm, yatak içindeki sıcaklığın yükselmesine neden oldu. Klimatoglar tarafından 1800’ün başından beri düzenli olarak yapılan ölçümler üzerinde yapılan araştırmalar, o zamandan beri, dünyadaki sıcaklığının sürekli arttığını teyit etmekte. Mesela 1850 ile 1900 arasındaki elli yıl içinde dünyanın ısısı sıfır virgül yetmiş beş derece, neredeyse bir derece artış göstermiş. Peki, bu artışın 1980’den beri iki katına çıktığını biliyor musunuz?

1800’le birlikte sera katmanına kömür yakarak yapay katkı sağlayan insanoğlu, 1900’le birlikte bir başka fosil yakıtı daha soktu karbon envanterine. Çok sevdiğimiz, neredeyse içesimiz gelen “petrol”den söz ediyorum… 1901 yılında Amerikalı Ford’un üreterek, doğaya saldığı petrol içen dört tekerli canavar yani otomobil sayısı günümüzde milyara dayanmış olsa gerek ve bu canavarlar havayı karbon ön adlı gazlarla “süslemeye” devam ediyor, üstelik gün be gün artan bir hız ve miktarda… Kısacası, üstümüzdeki sera örtüsü, her geçen gün daha da kalınlaşıyor ve buna bağlı olarak sıcaklık artıyor. Bitmedi! Artan sıcakla birlikte denizler ve karalardaki buharlaşma fazlalaşıyor, atmosferdeki su buharı miktarı trilyonlara tecavüz ediyor. Dolayısıyla insanın müdahalesiyle doğa da “Kafayı bozmuş” durumda; daha evvelki çağlarda üzerindeki çatı örtüsünü “durum muvacehesinde” tabi bir şamandıra vasıtasıyla inceltip kalınlaştıran “natürel nizam” bozulmuş durumda. Biz bir yandan, dünya bir yandan çatıdaki kiremitlerin üzerine bir kat daha, bir kat daha döşemeyi sürdürüyoruz.

Peki, sebep olduğumuz bu sıcaklık artışının sonucu nasıl olacak; nereye varacak? 2001 yılında açıklanan Birleşmiş Milletler Çevre Raporu’na göre, 21. Yüzyıl’da hava sıcaklığının bir buçuk ile beş buçuk derece artacağı öngörülmekte. Bu artın dünya hayatına yansıması mühim! Arz yüzeyinde artan sıcaklığın etkisi, elle tutulacak kadar bariz. Etkinin görüldüğü yerlerin başında, kutuplarda “İlahi El” tarafından depolanmış “buz kıtaları” başta geliyor. Kutup kıtalarındaki buz kütleleri, her gün Anadolu vilayetleri yüzölçümünde eriyerek su oluyor ve okyanuslara karışıyor. Eğer erime, bu minvalde devam ederse, yukarıda sözü edilen rapora göre, bu yüzyıl içerisinde denizlerin bir metreye yakın bir ölçüyle yükseleceği öngörülüyor. Yine de bu iyimser bir tahmin; konuyla alakadar olan bazı kaynaklar, bu yükselmenin birkaç metreye ulaşacağını dillendirmekten çekinmiyor. Bundan böyle seviyenin yılda yarım santimi bulacağını söyleyenler de var; eğer bu tahmin doğruysa, yüz yıllık süre içerisinde elli santim garanti… Ondan sonrası Allah Kerim!

Buzulların Tamamen Erimesi Durumunda  Deniz Seviyesinin 65 Metre Yükselerek İngiltere ve ABD’nin Doğu Sahilleri, Danimarka’nın Büyük Bölümü, Çin’deki Geniş Topraklar Ve Bangladeş’in Tümü Sular Altında Kalacak.  Karadeniz Ve Hazar Denizi’nin Birleşecektiği, Mısır’ın Kahire Ve İskenderiye Kentlerinin De Yok Olduğu Görülüyor
Buzulların Tamamen Erimesi Durumunda Deniz Seviyesinin 65 Metre Yükselerek İngiltere ve ABD’nin Doğu Sahilleri, Danimarka’nın Büyük Bölümü, Çin’deki Geniş Topraklar Ve Bangladeş’in Tümü Sular Altında Kalacak Yerler Arasında.. Ayrıca Karadeniz Ve Hazar Denizi’nin Birleşecek…

Deniz seviyesinin yükselmesinin insanoğlunun hayatına, bir çok adanın sular altında kalması, bütün sahilleri su basması hatta deniz suyunun kıtaların içlerine kadar sokulup alçak arazileri kaplaması şeklinde yansıması söz konusu. Bununla birlikte birçok nehre yürüyen tuzlu suyun içme sularını “İçmeme suları” şekline getireceği de varsayımlar arasında. Doğal olarak, ulaşılan bu sonucun neden olacağı başka başka durumlar da ortaya çıkacak ve en başta, gelişmelerden tarım alanları etkilenecek gibi görünüyor. Bu etkinin, mevcut ürün rekoltesini düşürmesi olasılığı var. Lakin rekolte düşmesi, özellikle kutuplara yakın bölgelerde tersine yaşanacak diyenler de yo değil zira şu an buzulların altındaki adalar ve kıta parçaları günyüzüne çıkacağı için yeni ve verimli alanlar kazanılacak. Bunun gibi küresel ısınmanın daha başka yararlarının da olacağı hesaplanıyor. Mesela, ortaya çıkan türedi alanlar, yalnızca tarım arazisi olarak kullanılmayacak tabi; yeni maden ve petrol yataklarına da sahiplikyapacak. Tahminler o yönde ki dünya yüzeyindeki mevcut maden ve petrol rezervinin, yüzde otuz kadarının şu andaki buzul bölgelerinde olduğu hesapları yapılıyor. Özellikle Alaska ve Grönland bölgeleri, bu manada bereketli alanlar olarak işaretlenmiş durumda. Yani ABD, Kanada ve Hollanda, Danimarka yaşadı!

Küresel ısınmanın bir yararının da çöller üzerinde görebileceğimizi sanıyoruz zira artan su buharı miktarı, yağmur bulutu olup çöllerin üzerine yağış olarak çökerse, gelecekte yemyeşil bir sahra çölü görmek mümkün. Bunun gibi Ortadoğu çöllerinin de bitki örtüsünün değişmesi öngörülebilir. Bu yıllarda, Arabistan’a düşen yağış miktarının da arttığını TV haberlerinde izliyoruz.

Bu durakta kısa bir paragraf kadar yukarı gidelim ve Amerika’nın Alaska eyaletindeki HAARP Projesi uygulamasına işaret edelim ve soralım: Yoksa Sam amcanın, kuzeyde Alaska, güneyde Antartika ve çevresindeki zenginliğe ulaşmak için küresel ısınmayı göze mi aldı? Alır mı alır. Bu hususta sabıkları sayılamayacak kadar çok…

Aslında, iklim üzerine sözü edilen iki komplo var: Birincisi yukarıda anlatılan küresel ısınma… Diğeri de bunun tam tersi olan bir başka durum ve onun ismi de “Küresel Donma…” olarak geçiyor.

Şimdi gelelim “Küresel Donma” meselesine… Bir başka ismi de Atlantik olan Atlas Okyanusu’nda adına bizim, “Kuzey Akıntısı” dediğimiz “Gulf Stream” ismiyle coğrafya kitaplarında birkaç cümleyle yer tutan ve lise sıralarından hatırladığımız bir su hareketi var; biliyorsunuz… Bu hareket, “Kuzey Atlantik Akıntısı”nın bir parçası olarak Meksika Körfezi’nden başlıyor ve Kuzeybatı Avrupa’ya kadar devam ediyor. Ekvator bölgesinde ısınan sulardan beslenen Gulf Stream, bünyesine kattığı sıcak suyu, çıkış noktasında saatte altı kilometrelik bir hızla yukarı doğru harekete geçiriyor. İlerleyen bölgelerde saatteki hızı iki kilometreye düşen Stream’ın debisini yani saniyede geçirdiği su miktarını soracak olursanız, az buz bir şey değil; ortalama, otuz milyon metre küp gibi devasa bir miktara tecavüz ediyor.

gulf_stream

Kuzey Akıntısı’nın en önemli özelliği, güneyin sıcak suyunu Kuzeybatı Avrupa’ya taşıyarak bölgeyi ısıtmak ve yaşanabilir şekle getirmek… Akıntı, çift taraflı olduğu için Buz Denizi etrafındaki soğuk suyu güney denizlerine taşımak da onun vazifesi… Böylece Ekvator bölgesinin sıcak sularını serinletmek de ona düşüyor.

Kuzey Akıntısı’ndan en çok yararlanan yer Britanya Adası yani İngiltere. Sibirya ile aynı enlemde yer alan Majeste’nin Ülkesi, Gulf Stream sayesinde ılıman bir iklime sahip olmakla kalmıyor; enlemdaşı Sibirya’da soğukluk eksi yetmişlere ulaşırken, Galler’in çukur bölgelerinde limon başta olmak üzere narenciye meyvelerine de ev sahipliği yapıyor hatta bölgedeki bostanlarda bazı astropik bitkilere bile rastlamak mümkün…

Bölgede durum bu! Yani Gulf Stream aktığı sürece sorun yok lakin gün gelir, bir sebepten dolayı akıntı durursa ne olacak? Böyle bir sonuç mümkün görünüyor mu? Evet! Şöyle ki… Kuzey denizlerinde buz, güney ve orta denizlerin üzerinde güneş olduğu sürece Gulf Stream, akmaya devam edecek zira bu akıntının dinamiği soğuk sıcak bölgelerinin birbirini dengeleme “İçgüdüsü.” Şimdi geliyoruz zurnanın son dütlemesine… Ya küresel ısınma neticesinde buzullar erir ve kuzey denizlerindeki su sıcaklığı artarsa ne olacak? Olacağı şu; kuzey ve güney denizlerindeki ısı oranı birbirine yaklaştığı için “Dengeleme devridaimi” duracak ve Gulf Stream tarihe karışacak. Kuzeybatı Avrupa’daki ılıman iklim yavaş yavaş aynı enlem üzerindeki Sibirya’yla benzeşecek. Derken, doğu ve batıya yani Sibirya Avrupa’ya yürüyerek bölgeyi soğutacak; doğal olarak, başta İngilizler olmak üzere, İskandinav Vikinglerinin huzurunu berhava edecek. Doğudan gelen soğuk hava dalgası Avrupa’nın kuzeyini, Macar ovalarına kadar kar altına gömecek… İşte, bunun adı da “Küresel Donma” olacak ve “İklimoloji” disiplinindeki yerini alacak.

Geçelim konunun bir başka boyutuna; bu boyut bizi ve ülkemizi doğrudan ilgilendirmesi hasebiyle önemli… Zaten bu makalenin yazılış gayesi de bundan sonra okuyacaklarınızın halkımız tarafından bilinmesi…

Fakir yukarıda size, İklimoloji muhtevasında iki “Kıyamet Senaryosu” verdi; artık hangisini beğenirseniz. Bendeniz her ikisini de beğenmiyorum zira her iki durumda da Kıyamet’in ucu, maalesef ülkemize dokunacak. Şöyle ki… İster “Küresel Isınma” ister, “Küresel Donma” olsun her iki durumda da Avrasya kıtasının iki yakasındaki iki ada ve ada üzerindeki iki devlet ya sular altında ya buzlar altında kalacak; kaçınılmaz olarak varılacak son bu gibi duruyor. Bu durumda, adaların hakları, yakın bir gelecekte yokolma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak; ne yazık ki gidişat o yöne doğru… Bu iki kıta neresi mi dedini? Hemen söyleyelim: İngiltere ve Japonya…

kuraklik

Güya… İnsanlar, Türk tarihine göz attığında benzeri bir iklim felaketini onların atalarının da yaşadığından haberdar oluyor. “Türkler Anadolu’ya nasıl göçtü?” sorusunun cevabı içinde, küresel bir felaket olduğu söyleniyor. Dendiğine göre, yüzyıllar önce Orta Asya’yı kırıp geçiren ve kalıntıları Baykal, Balkaş ve Aral ( Hatta Hazar ) gölleri olan iç denizin kuruması ve arazinin Gobi Çölü’ne dönüşmesi sonunda sürüleri perişan olan Türk atalar, ana yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. O çağlarda, böyle bir durumda felaketzedelerin gidecekleri tek bir yerin varlığı söz konusuydu ve orası da sadece Anadolu’ydu. Zira bazı kaynaklarda Nuhoğulları olarak adlandırılan “Bozkır süvarileri”nin babası Yafes ve onun babası Nuh Aleyhisselam’ın gemisinin kalıntıları, bir miras işareti olarak halen Cudi’de duruyordu. Evi yanan yıkılan her evlat gibi onlar da “Baba Evi”ne geri döndüler. Neredeyse boş denecek kadar ıssız olan Nuh Evi’ne yerleştiler. Ancak Süvariler, Nuh’un Baba Evi”nde kalıcı olacak değillerdi ya; kendi evlerindeki ayarlar fabrika kodlamasına dönünce, onlar da göçü geri çevireceklerdi ya da çevirmeliydiler zira Anadolu, onların olduğu kadar, Nuh’un diğer oğullarının da baba eviydi. Gün gelir onlar da benzer bir felakete düçar olabilir ve “başlarını sokabilecekleri” bir eve muhtaç olabilirlerdi. Bir global afette, onların da aklına ilk gelecek yer tabii ki Anadolu olacaktı. Bir bakıma, Nuh’un ülkesi hiç kimsenin yurdu, herkesin vatanı sayılmalıydı.

Fakat yukarıdaki varsayımı tehdit eden bir gerçeklik var: Vaktiyle Orta Asya kuraklığından kaçan babanın torunları yani bizler geri dönmedik ve halen burada, dede yurdundayız. Ne olacak şimdi?

Gelelim bugüne; olası bir Küresel Isınma ya da Donma, Nuh’un oğullarından bir kısmının anavatanını da tehdit ediyor. Peki, onlar nereye göçecekler? İngilizler, Japonlar, şimdi bile okyanusu devasa duvarla tutan Hollandalılar, onlarla aynı düzlemdeki Belçikalılar, Lüksemburglular hatta Almanlar için yeni vatan arayışı başlayalı onlarca yıl oldu. Sürecin daha başında buldular gidecekleri adresi: Bu adres, halihazırdaki sakinleri de “kiracı” olarak algılanan, son felaketin ve felaketzedelerin göçünün üzerinden 950 küsur yıl geçmiş durumdaki Anadolu, en uygun ikamet adresiydi.

Durum bu ve bu varsayımı herkes biliyor sadece, biz bilmiyoruz. Ne yazık! Tehlikedekiler, kafalarındaki plânı uygulama sahasına koymuş olarak, yıllardan beri Anadolu’da koloniler kuruyorlar. Avrupalı, müstakbel felaketzedeler, Anadolu sahillerini parsellemiş durumdalar. Turistik Tatil Köyü adı altında, kalın duvarlarla korumaya aldıkları “Minyatür Cumhurköy”lerini kuralı az zaman olmadı; illiyet hakkı iddiasında bulunmaya ramak kaldı. Cumhurköylerini kuranlar arasında, dünün Nataşaları bile var. “Neo Citizen”lerimiz okulları, işletmeleri ve kiliseleriyle kendi vatanlarını aratmayan gettoların da “Mehmetçik”in güvenli koruması altında geleceğe hazırlanıyorlar.

Japonya Başbakanı Abe ve Recep Tayyip Erdoğan
Japonya Başbakanı Abe ve Recep Tayyip Erdoğan

Global felaket paylaşımında Japonlara, İç Anadolu bölgesi düşmüş görünüyor. Bu yüzden Japon prensi, parasını şahsi hazinelerinden karşılayarak Kapadokya bölgesinde kazılar yaptırıyor. Zaman zaman, ülkemize gelerek, sırtına döşü ayyıldızlı kırmızı tişörtünü çekip “Vatan teftişi” yapıyor.

Yeni kolonizatörler me’şum plânla ilgili olarak suskunluğunu koruyorlar ancak aralarından çıkan “bazı boşboğazlar” arada bir boş bulunup plâna dair ipuçları çıtlattıkları da oluyor; “Türkler Orta Asya’ya!” diye. Öyle anlaşılıyor ki Anadolu’dan kiracı Türklerin tahliyesi süreci 2071’e kadar sürecek ve Alparslan’ın Malazgirt kapısından girişinin bininci yılında, ülke topraklarından eski kiracıların atılması işlemi tamamlanacak.

Son zamanlardaki konuşmalarında Erdoğan’ın sık sık “2071 vizyonu”ndan bahsetmesi boşuna değil. Anlaşılan o da “Tahliye süreci”ne karşı “Vizyon” üretiyor. Ya da üretiyor mu acaba?

Kalan elli yıl içerisinde, her ne pahasına olursa olsun, “Kiracı Türkler”i Anadolu evinden çıkarmak ve “Eski yurt” Orta Asya’ya sürgün etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya devam edeceği anlaşılan “Batı Emperyalizm”ine karşı yapılacak ilk iş “Sürgün Plânı”ndan artık bizim de haberdar olduğumuzu duyurmak olmalı ve “Müttefik numaralarını yemeyeceğimizi” açık açık konuşmalıyız zira ok yaydan çıkmış durumda… Bin yılın sonunda felaketimiz gibi duran “Anadolu misafirliğimizi” kalıcı hâle getirmenin en kestirme yolu yine Anadolu’nun kendisidir. “Uzak Asya’dan gelip bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanan bu ülkeyi bir “Koçbaşı” gibi kullanmak elimizde. Şöyle ki… Anadolu’ya talip dört “Güruh” görünüyor; bunlar “Ada Avrupa’sı” yani İngiltere, “Kıta Avrupa’sı” yani Almanya, Hollanda, Belçika ve diğerleri, Bu kiliye bir de ezeli düsturu sıcak denizlere inmek olan Rusya eklenebilir… Sonuncusu da Japonya… Başta, saydığımız dörtlüden birini tercih eder görünmek durumundayız.

Bilen biliyor; bir yıldan bu yana bir iddiayı dillendiriyorum: Ülkemiz Gezi galibiyetiyle Kıta Avrupa’sının, 17 Aralık’la Ada Avrupa’sı ve Amerika’nın nüfuz sahasından çıktı ve 1839’dan beri ilk defa “Bağımsız” oldu. Lakin bağımsız kalmak için yeterli güce sahip değiliz. Bu durumda “Global Güçler”den biriyle anlaşıp onun nüfuzunu kabul etmek ya da ortak siyaset üretmek zorundayız. Bu anlaşma esnasında masada koçbaşı olarak “Anadolu”nun bulunması elzem. Eğer, böyle bir anlaşma yapılacaksa seçeneklerin sonuncusundan yani Japonya’dan başlanması yararımıza zira bu antlaşmanın temelleri Abdülhamit Han zamanında, Ertuğrul Fırkateyni paşalarınca atılmıştı. Görüşmeler kaldığı yerden devam etmeli ve Türkiye, bir felaket anında Japon halkına, Anadolu’nun kapılarını açmayı garanti etmeli. Zaten görüşmeler bu garantiyle birlikte sonlanır ve antlaşma parafe edilir. Dolayısıyla Ada ve Kıta Avrupa’sıyla görüşmeye gerek duyulmayabilir.

multeci_kampi

Türkiye’nin “Göçmen Garantisi”ne karşı istediği tek şey “Nükleer Güç” olmaktır zira ancak o zaman ülkemiz bağımsız, dokunulmaz ve Anadolu’nun misafiri değil gerçek ev sahibi olur. Bu arada, düşünüyorum da birkaç ay önce Japonya’ya gidip nükleer santral antlaşması yapan ve “2071 Vizyonu”ndan söz açan Erdoğan, kısrakbaşını koçbaşına çevirdi ve bir nevi “Vatan Ortaklığı Sözleşmesi”ne parmak mı bastı yoksa? Eğer basmışsa bunun tahmini haberini vermek fakire düşmüş demektir; yok eğer henüz basmadıysa basması gerektiği tavsiyesi de bu kalemden çıkmış oluyor. “Her şeyi bilen ve “Ol”durana şükür!” bitirelim yazımızı.

Twitter : https://twitter.com/a_yozgat - Facebook: https://www.fb.com/Ahmet-Yozgat-125248547525424

Bir yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.