Haberi, Independent gazetesi verdi; Plânları yapılmış, “Kubbe-i Hadra” yıkılacakmış. İşte, o biraz zor ya da “Nah yıkarlar!” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Haklısınız!

Bu minvaldeki malumatın prototipi olarak ilk haber, yaklaşık on yıl kadar önce yer almıştı gazetelerde ve şöyle diyordu; “Suudiler, Kâbe etrafındaki Osmanlı Revaklarını yıkacaklar.” Gayet iyi hatırlamaktayım ki o vakit vatandaşlarımız arasında “Revaklar”ı yıkmak, bizzat Kâbe’yi yıkmak gibi algılandı ve şiddetli bir tepkiye sebep oldu. Zaten “Deriyye Krallığı” da galiba Türkiye ve Türklerin tepkisini ölçmek için ortaya atmıştı bu söylentiyi; bugünden yarına yıkmak niyetinde değildi elbette. Evet, bu hususta bir plân vardı ve o plândaki nihai tarih en az on sene sonrasıydı; bu arada, Türkleri ikna etmek gerekiyordu. Bu yüzden, arada bir “Suudiler Revakları yıkacak…” haberi medyaya servis edildi, kanıksansın diye…

kabe

Kanıksandı gerçekten de… Suudiler, revaklardan önce, Osmanlılar tarafından Kâbe’yi koruyacak olan askerler için yapılan Ecyad Kalesi yıkıldı. Haber, medyaya yansıdı ancak bu kez tepki yok gibiydi konu, “Ecdat mıydı, Ecyad mıydı?” üzerinden tartışıldı bir süre; kimi, Ecdat dedi, kimi Ecyad… Biz, henüz kalenin tam adını koyamadan bir “Ecdat Yadigârı” daha yerle bir edildi; kale artık yoktu Kubeys Dağı’nın üzerinde… İşin garibi dağ da yerinde yoktu; kökünden tıraşlanmış ve yerine plaza otel kondurulmuştu. Kale de neki! Doksan yıldan beri, Medine’deki, Hicaz Demiryolunun son istasyon binası kendi kaderine terkedilmişti; bugün mü yıkılacak yarın mı derken, Ecyad onun önüne geçmişti hepsi o kadar… Bari revakları yıkmasalar diye bir süre daha yol alındı zamanda. Derken; Revakların “Medcezirli Haberleri”nin ardından, sonunda Türkiye’de yıkıma razı oldu: Çaresiz; Suudilere, “Revakların yıkım malzemesini bize verin bari…” demek durumunda kaldı. Güya Türkiye, o malzemeyi ülkeye taşıyacak uygun bir caminin etrafına, yeniden inşa edilecekti. Türkiye’nin bu plânsız arzusu, Suudilerin harekete geçmesi için yeterli oldu; bir iki yıl evvel yıkım başladı. Hatta yıkım işinin ihalesi, bir Türk firmasına verilerek ülkenin ağzı kapatıldı. Bir iki çatlak sese karşılık Suud enkazcıları; “Taşlar numaralanarak yıkılıyor; uygun bir arazide yeniden monte edilecek.” diyerek dosyayı uhulet ve suhuletle halletti. Günümüzde ise Kâbe’nin etrafını genişletme (ve kazanılacak araziye bulutları delen towers hoteller inşa etme) kapsamında yıkım sürüyor; belki de tamamlanmıştır bu arada…

Suud devleti, Kâbe’yle bütünleşmiş olan Revakları katlederken Suriye sorunu patladı; “Kutsal mekân katliamı” Beytullah’tan başlamıştı bir kere; komşu coğrafyalarda devam edebilirdi. Camilere karşı başlatılan savaşta Esed ordusu, nazlı minareleri vurarak, katliamın en şedid örneklerini verdi. Bu arada, bin dört yüz yıllık tarihi Emevi Camii de katledilen envanter arasında yerini aldı.

Artık sıra IŞİD’deydi. Irak’a giren IŞİD militanları “Ağababaları” Suud Krallarını takip, “ağabeyleri” Esedleri taklit ederek, yanılmıyorsam Ninova’da yatmakta olan Yunus Peygamber’in kabir-camini berhava etti ve katliamlarını tekke, türbe, cami ve kabristan üzerinde sürdürdüler. Bununla yetinmedi ve “Kâbe’yi de yıkacağız!” tehdidini pervasızca savururken kimseden korktukları da yoktu çekindikleri de…

Üstelik “Kâbe yıkımı” ilk kez onların cüret edecekleri bir densizlik değildi; tarihte yeri vardı. IŞİD muadilleri, bu densizliğe birkaç kere tevessül etmiş; üstelik çarpılmamışlardı. Hazreti Hüseyin ve birkaç yürekli yiğidin Emevi zorbalarına biatta çekimser kalmaları üzerine “Şam ordusu” Mekke’ye girmiş; Kutsal evi, mancınıklarla dövmüş, ahaliye etmediğini bırakmamıştı. Bir başka yıkımın müsebbibi de Karmatiler adıyla bilinen batıni bir İran-Irak güruhuydu. Bâtıni inancındaki Karmati teröristleri de Hicret’ten yaklaşık üç yüz yıl sonra Mekke’ye girmiş hatta bu arada ünlü Hacer-ül Esved”i yerinden söküp kaçırmışlardı. Şimdi niye yapılmasınlar ki?

Tarihte Emeviler, Karmatiler günümüzde Vehhabiler, Nuseyriler ve IŞİDyanlar adlarıyla anılan “zalim yıkımcı” kutsal mekân katillerinin lanetli mesleklerinin son örneğinin haberini Independent gazetesi verdi; Mescidi Nebeviyi genişletme çalışmaları kapsamında Hz. Muhammed’in kabri de yıkılacak!”

Mescid-i Nebevî
Mescid-i Nebevî

Yuh! Her türlü melâneti yakıştırdığımız lanetli Siyonistler’in kadim plânlarının başında “Solomon Mabedi”nin yeniden inşası vardır biliyorsunuz. Ancak bu plânın önünde bir sorun karşıya çıkıyor: Şimdilerde sadece bir tek duvarı ayakta olan Mabed’in arazisinde İslam’ın ilk Kâbesi Mescid-i Aksa Camii ya da altın renkli Kubbe-i Sahra dikili. Ölümüne arzusuna rağmen, Filistinlilere ve onların yuvaları üzerine yüzlerce ton bomba yağdıran lanetli İsrail, Mescid-i Aksa’nın kılına dokunmaktan çekiniyor. Yahudi’nin bu tavrına karşın, Müslüman olduğunu iddia eden bir Emeviyan güruh, bırakın camii mescidi, Mübarek Kâbe’yi de yıkacağının tehdidini savuruyor; bununla kalmıyor benzeşleri, Peygamber Mescidi’ni ve onun yeşillerin en güzel tonunu havi Kubbe-i Hadra’yı yıkmayı plânlıyor! Ne günlere kaldı bu nazlı kubbeler Ya Rabbi!

Efendim, hikâye oldukça ilginç! Anlatmadan geçersem yazık olur!

Hacer-ül Esved’i hırsızların elinden alan ceddimiz Selçukoğulları’nın ardıllarından ve binli yıllarda Suriye’de hükümferma Zengilerden söz edeceğim size: Sultan Melikşah’ın kumandanlarından Aksungur’un oğlu İmadeddin Zengi Beg tarafından, Halep’te kurulan Zengi Atabeyliği, 1127 yılında tarih sahnesine çıktığında yegâne amacı, bölgedeki Haçlı kalıntılarına karşı mücadele etmekti. Etti de… En önemli fethi, Urfa Haçlı Kontluğu’na son vermesi oldu. Bu fetih, ikinci Haçlı Seferi’nin tertibine bile neden oldu.

Atabeg Zengi’nin, günümüzde de gündemde olan ve Türk Kalesi olarak bilinen Caber Kalesi’ni muhasara etmesi esnasında, muhafızlarından biri tarafından suikaste uğraması, devletinin oğulları tarafından ikiye bölünmesine neden oldu. Hikâyemiz, bu oğullardan Nureddin Mahmut’a ait. Nureddin Zengi adıyla meşhur olan Mahmud, Haçlılara karşı verdiği amansız mücadelelerin namlı kahraman olarak tarihte yerini alan, Türk sultanlarının en büyüklerinden biri, her ne kadar tanınmasa da… İkinci Haçlı Seferi’ni başarısız kılan yiğitlerden olan Nureddin, bir boğaz iltihabından ölmeden önce bir rüya gördü. Efendimiz, rüyasında Zengi’ye “Yetiş Nureddin beni kurtar!” diyordu. Rüya, birkaç kez tekrarlanınca Nureddin, yanına aldığı bir grup askerle uykusunda aldığı işaretin peşine düştü ve Medine’ye gitti. Şehir mutedildi; herhangi bir tehlike yoktu; Mescid-i Nebevi ve Kubbe-i Hadra yerli yerinde duruyordu. Buna rağmen Sultan Nureddin’in kalbi, mutmain olmadı. Askerleri marifetiyle tüm kentte bir araştırmaya girişti. Bu titiz çalışmanın sonunda mesele anlaşılmıştı. Bu yakınlarda, “Oldukça dindar üç hacı” kılığında şehre gelip ev tutan ve yerleşen üç yabancıya ulaşıldı. Gayrimüslim oldukları anlaşılan bu üç densiz, evleri ile mescit arasında açmaya çalıştıkları bir tünel vasıtasıyla Efendimizin Mübarek naaşını kaçırmayı plânlamışlardı. Sahte dindarlıkları sebebiyle Medine halkından saygı gören bu üç sahtekâr hacı, Nureddin Zengi yetişmese amaçlarına ulaşacaklardı; ramak kalmıştı. Sonuç: Sahtekârlar, Nureddin’in kılıcının öldürücü şiddetini tadıyor, tünel kapatılıyor ve kabrin etrafı çepeçevre, bir kurşun setle muhafaza altına alınıyor. Hikâye bu!

Benzeri bir girişim de 16. Yüzyılda yapılmış. Buna göre: Portekizli Kaptan Alfonso’nun “Mübarek Naaşı” Avrupa’ya kaçırma plânını, Yavuz Sultan Selim önledi diye yazıyor tarihler.

Kabe - 19. Yüzyıl
Kabe – 19. Yüzyıl

Medine ve Mescid-i Nebevi demişken, “ondan” söz etmeden ve ardından bir Fatiha okumadan geçmek kadirbilirlik olmaz. En büyük hasmı ona, “Çöl Kaplanı” adını taksa da o Osmanlının Medine’deki garnizonunun son komutanı Fahreddin Paşa’ydı. Lavrens’in ve İstanbul’da rehin tutulan şehrin emiri sıfatıyla Medine’ye gelen, İngilizlerin desteklediği Şerif Hüseyin’in isyanı ve onun bedevilerden oluşturduğu “Haşimi Ordusu”na karşı “Peygamber Kabrini” iki yıl yedi ay koruyan ve onca mahrumiyete karşın teslim etmeyen Fahreddin Paşa ve askerlerinden söz ediyoruz. Dört yıllık 1. Cihan Harbi esnasında, cephelerin birer birer düşmesi ve Hicaz Demiryolu’nun atıl hâle gelmesi sonucu her türlü destek ve lojistikten yoksun kalmıştı; buna rağmen direnişini sürdürdü. Yiyecek olarak sadece hurma ve kurutulmuş çekirge ölüsü vardı. Bu şartlar içinde savaş bitti, Mondros Ateşkesi imzalandı, Osmanlı ordusu teslim oldu ve terhis edildi fakat Medine garnizonu hariç! Lawrens’in Çöl Kaplanı dediği Fahreddin Paşa; “Efendimizin kabrini küffara teslim edersem yarın huzuruna nasıl çıkarım?” diyor ve direnmeye devam ediyordu. Onca ikna çabası da bir netice vermemişti. Onun yüzünden, İstanbul Hükümeti düştü, yeni bir kabine kurulduysa da sonuç değişmedi. Hatta İngilizler, savaşı yeniden başlatma tehdidini savurmaya başlamıştı. Bunun üzerine bizzat Padişah Vahdettin araya girdi ve onun ricası sonunda, üç ay sonra ancak ikna oldu Paşa.

Teslimin akabinde İngilizler, Fahreddin Paşa’yı Malta’ya kahraman askerlerini Mısır temerküz kamplarına sürdüler. Daha sonra Paşa, Malta’dan kaçarak Milli Mücadeleye katıldı. İki buçuk yıl, Osmanlı’ya ihanet edip Fahreddin Paşa’ya karşı harbeden Şerif Hüseyin’e gelince… Şehrin tesliminden sonra kurduğu “Haşimi Hanedanlığı” çok yaşamadı. Hanedanlığıyla birlikte hayalleri de yaşamayan, ölen Hüseyin de Riyad bölgesinden yola çıkan isyancı Suudlular marifetiyle alaşağı edildi. Hevesi kursağında kalan Şerif, Ürdün adlı yapay bir coğrafyaya kral tayin edilmiş olan oğlunun yanına kaçtı. Orada da barınamadı Kıbrıs’a geçti. Kısa bir süre sonra İngilizlerin Osmanlılardan çaldığı Akdeniz adasında, çaresizlik içinde ölürken yakınlarına; “Osmanlı’ya yanlış yaptığını…” itiraf etti ve “Beni Türklerin ahı tuttu!” diyerek can verdi.

isid-nusra

Konu bitmedi, devam ediyoruz; “Kutsal Mekân Katilleri”nin son versiyonu IŞİD… Üzerinde duracağız biraz daha; “kâfir yapmaz Müslüman’ın Müslüman’a yaptığını!” diye bir darbımesel mi vardı; unuttum! Yoksa bile biz söylemiş olalım zira şu andaki durumun tespiti ve teşhisi için en çarpıcı cümle budur kanaatimce. Batı Asya’dan yani içinde bulunduğumuz bu coğrafyadan kimler geldi, kimler geçi! İnsanlığın şahit olduğu en büyük zalimlerinden olduğu söylenen Cengiz ve evlatları, bölgemizde yüzyıla yakın kaldılar fakat tarihler bir tek mabede sepnettiklerini yazmadı, yazdıysa da ben hatırlamıyorum; tarihçiler, onların sadece Bağdat kütüphanesini yaktığını kaydettiler. Hadi ondan vazgeçtik; Osmanlı’yı yıkan Tötonlar ve işbirlikçileri, yüzyıl buradaydılar. “Fransız tazısı” Esed’in son olaylar sırasında yakıp yıktığını saymazsak böyle bir şey yapmadı. İsrail atmış altı senedir burada; durumunu yukarıda yazdık… Şimdi bu IŞİD denilen güruhu hangi kâfir müşrik ve münafıkla karşılaştıralım? Allah Aşkına! Değil Beytullah’ı yıkmak, bunun sözünü bile etmek Müslüman olsun olmasın hiçbir insanın ağzından çıkmaz. Eğer çıkmışsa o ağız, insanın değil bizzat İblis’in ağzıdır.

Ahir zamanda zuhuru mukadder olan Deccal’ın, Kâbe’yi yıkacağını haber veriyor dini kaynaklar yoksa Deccal çıktı ve “Decal ordusu”nu harekete geçirdi de haberimiz mi yok? Acaba yanlış mı düşündük şimdiye kadar; Deccal ve ordusunun Müslümanların dışında, diğer dinlerin mensupları arasından çıkacağını sanarak… Yani koynumuzda “Deccal”mı beslemişiz? Eğer öyleyse, neredesin ey Mehdi? Hani çıkacaktın Deccal’ın zuhuruyla? Elin kolun bağlandı da çıkamıyor musun yoksa?

Allahualem diyerek son sorunun cevabını bir başka makaleye havale ederek yazımızı burada noktalayalım.

Twitter : https://twitter.com/a_yozgat - Facebook: https://www.fb.com/Ahmet-Yozgat-125248547525424

Sohbete Katılın

2 Yorum

  1. Her yönüyle mükemmel bir yazı. Çok istifade ettim. Sayın yazarı tebrik ediyorum.

Leave a comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.