Biz insanlar adına, genel söyleyişle “toprak” denilen bir malzemeden yaratılmış bir evrenin halkıyız; dolayısıyla halkı olduğumuz kozmik ülkeye uyumlu olabilmek hasebiyle ilk insan Âdem ve oğullarının bedeni topraktan oluşturulmuş yani insanın vücudu evrenle aynı malzemeden. Kişinin ölünce, belli bir süre içinde çürümesi ve kabrinde yok olması toprağın toprağa karışmasından başka bir şey sayılmaz yani evren ödünç verdiği yapı malzemesini, bir ömür sonra geri almış denilebilir, yeni bir bedenin inşasında kullanmak üzere… Bu anlamda, içinde yaşadığımız evrene yeni bir ad vermek gerekirse “Toprak Evreni/Âlemi,” içinde yaşayan insana/canlılara da “Toprak Halkı/Kavmi” denilebilir.
İnsanı nice zamandır meşgul eden “kozmik soru”lardan biri de şudur: Peki, buranın dışında bir başka toprak evreni var mı? Kanaatimiz odur ki bu sorunun cevabı tek: Yok! Zira buna gerek yok ancak “Çift Yaratılmışlık esprisi” gereğince bir “Antitoprak” evreninden söz edilebilir ki şimdilik konumuz “Anti Erenler” değil; bu yazı kapsamında ve kalemimiz döndüğünce “Paralel Evrenler” ya da benzer “Öteki Dünya”lardan bahsetmek muradındayız.
Devam ediyoruz: Yazının alfabe durağının gereği olarak, ilk soru şu olmalı: Başka bir evren olabilir mi? Tabii ki Toprak Evreni’nden başka evrenlerin olduğu hususunda, bilim bu düzeyde gelişmeden evvel insanlar, kutsal kitaplara müracaat ediyorlardı sonra “Astrofizik” gelişti ve kendi “bilgi kulvarı”nı oluşturdu. Ama biz yine de İlahi kaynaklara başvurmak niyetindeyiz. Söz konusu kaynakların verdiği bilgiler ışığında bir “Nur Evreni” bir de “Nar Evreni”nden söz etmek mümkün. Ki aynı ilahi kaynaklar bize, bu evrelerin kavimlerinden de söz ediyor. Buna göre, Nur Evreni’nin halkı genel bir tabirle “Melek” olarak adlandırılıyor. Nar yani Ateş Âlemi’nin halkına da Cinler ve Şeytanlar ismi verilmiş. Haber verilen bir başka âlem de “Ruhlar Âlemi!” Bu âlemin halkı, şu anda henüz dünyaya gönderilmemiş olan insan ruhları oluşturmakta. Peki bu âlemlerin yapı taşları? Nasıl ki Toprak Âlemi’nin yapı taşı topraksa onun gibi Nur Âlemi’nin temel malzemesi ışık ya da pozitif enerji, Nar Âlemi’nin yapısında ateş ya da negatif enerjinin kullanılmış olması muhtemeldir . Ancak Ruhlar Alemi’nin yaratılışında hangi malzemenin kullanıldığı hususunda herhangi bir fikir ileri sürme ihtimali yok zira Kur’an’i bir ifadeyle, bu konu “sır”dır ve şimdilik saklı tutulmuş.
Anlaşılan o ki alemler/boyutlar/evrenler, üç söylenişini aynı anlamda kullanmak çok doğru değil. Bidayette kozmik yaratılmışlığı üç bölüm hâlinde idrak etmek gerekmekte; işte, bu üç bölümün herbirine “âlem” demek yanlış olmaz. Yani buna göre âlemlerin sayısının üç olması gerek. Âlemlere karşılık, boyutlar sayısız; evrenler ise sonsuz olmalıdır. Dini literatürde sözü edilen “On Dokuz Bin Âlem”i, insan hafsalası içinde yer alan üç âlemin dışında, şimdilik “İnsanı aşan Kozmik Halkiyat” olarak ya da sözünü ettiğimiz boyut veya evrenler olarak anlamalıyız.
***
Burada durup bir başka âlemden söz edelim istiyorum: Ahiret’ten…
Bir üst paragrafın sonunda yer alan her iki durum da yazımızın akışını değiştirmeyeceği için genel insicam içinde devam ediyoruz bahsimize… Gelelim, “Üç âlem” anlayışının tabirine: Gözümüzün önüne getirerek, üç adet kalın/bol sayfalı kitap düşünelim. Hayâli kitapların kapaklarına göz attığımızda bunların “Ruhlar Âlemi, Dünya Âlemi ve Ahiret Âlemi diye isimlendirildiğini görmemiz mümkün. Kitapların içine dalıp ilerlemeye başladığımızda değişik görünümlü formalar bizi karşılayacak; mesela, renkli formalar… Sarı forma, beyaz forma v.b gibi. Tabi formaların içinde de benzer sayfalar… Birinci kitap yani Ruhlar Âlemi’nde her formanın ve tabi her sayfanın ya kullanılmış/yazılmış ya da henüz kullanılmakta/yarı yazılmış olduğunu idrak edeceğiz. İkinci kitapta ise bazı formaların kullanılmış, bazılarının yarı kullanılmış veyahut henüz kullanılmamış olduğu gerçeği bizi karşılayacak. Üçüncü kitap ise henüz kapağı açılmamış bir hâlde, taptaze… Üç âlem kitabının her biri birer bağımsız cilt gibi dursa da birbirinden tam bağımsız sayılmaz. Şöyle ki birinci kitabın şirazesi ikinciye, ikincinin şirazesi de üçüncüyle irtibatlı. Bu şu anlama gelmekte, kitapları okuyan ya da yaşayanlar bir, iki ve üçüncü ciltlere sırasıyla devam etmek zorundalar; irtibat noktaları ya da şeritleri, okuma devamlılığını sağlamakla görevli.
***
Yazının burasında konumuzu değiştirelim ve soralım: “Fringe nedir?” diye, duymuşluğunuz var mı? Henüz duymamış olanlar için açıklayalım: Kelime İngilizce ve “Sınır Bilim” anlamına geliyor. Bu sözcük, yakın vakitte Amerikan ABC Televizyon Kanalı’nda oynamış olan bir dizi filmin adı, aynı zamanda. Konusuna bakacak olursak: Film zamanında, dünya yüzeyinde/tabi Amerika’da çözülemeyen bir takım olaylar olmaktadır. Mesela, aniden yaşlanan yeni doğan bebekler gibi… Bir FBI ajanı olan Oliva Dunham ve Prof. Robert Bishop bir olup bu garip olaylarla ilgilenmeye başlayarak filme giriş yaparlar. Filmin konusu içerisinde, bidayette bir “Çılgın Profesör” olarak karşımıza çıkan Robert Bishop, aslında özel bir “Sinir Hastalıkları Kliniği”nin kronik vak’ası durumundadır. “Kafasının birkaç tahtası eksik” olan Bishop’un aklı, bir gelip bir gitmektedir. Aklının üstüne geldiği vakitlerde bizim “Deli Prof” değme akıllının bile anlamakta zorlandığı garip iddialarda bulunmaktadır. Mesela; “Şu an kullandığımız teknolojik ürünleri, biz dünyalı bilim adamları icat etmediler; onlar, zaten Paralel Evren’de mevcut ve oradan, buraya transfer oluyor. Tabi vakitleri/sıraları geldikçe…” diyerek klinik arkadaşlarını şaşkınlığa düşürmektedir.
Meğerse… Henüz sağlıklı biriyken Prof Bishop, “Paralel Evrenlerden yapılan kozmik ithalat” konulu sıradışı bilgiye ulaştığında zengin olmak hayâline düşmüş ve kendine paralı bir ortak bulup Massive Dinamik adlı bir şirket kurmuştur. R. Bishop da hayalci ve hırslı bir adam olan ortağı ile kafasını meşgul eden “Paralel Evrenler”den “kozmik ithalat” yapmak niyetindedirler. Ve gönüllü olarak, şirket ortağı, Profesör’ün evrenler arası seyahat hususunda ulaştığı sırrı/bilgiyi kullanarak, bir kozmik seyahate çıkmayı kabul eder. Tabi, gidiş o gidiş; bir daha geri dönmez.
Bishop’un ortağından sonra bu kez de şirketin müdürlüğünü yapan şahıs, “evrensel seyahat” hevesine kapılır. Neyse ki Bishop, başarısız denemesinden sonra ikinci bir girişim yapmak niyetinde değil hatta şirketi dağıtmayı bile düşünmektedir. Zira ulaştığı bilgilerin henüz eksik olduğunu fark etmiştir. Lakin şirket müdürü ısrarcıdır çünkü o da gidip gelmeyen ortak kadar hırslı biridir. Bishop’un seyahat vizesi vermemesiyle birlikte, konuyla kendi hesabına ilgilenmeye ve işin sırrını Profesör’den almayı kafasına koyar; her ne pahasına olursa olsun! Bu hırslı adamın tehlikeli kararlılığını fark eden Bishop, ne yapsın? Müdür ve onun gibi tehlikeli adamlara karşı önlemini alır ve bir otooperasyonla beyninin, evrenler arası seyahat kodlarının kayıtlı olduğu hafıza kısmını çıkartır. Elindeki “Biohafıza Sektörü”nü bir banka kasasına kilitleyerek garanti altına alır. Lakin inatçı bir meşrebe sahip olan şirket müdürü, illa “Kozmik Data”yı ele geçirmeye ve öte tarafa gitmeye kesin olarak niyetlenmiş durumdadır. Bu sebeple Profesör’ün peşine düşer. Fakat Profesör, kısmi hafıza kaybı nedeniyle şirket müdürünün kendisinden istediği bilgiyi veremediği gibi o bilginin ne hususta olduğunu da unutmuş durumdadır. Unuttuğu şeylerin sonuncusu kasa şifresidir… Ancak şifre, arada bir gelip gitmektedir aklına. Bu gel gitler arasında krizler geçiren Profesör, sonunda bir sinir kliniğine yatırılır. Yapılan ilaç tedavisiyle sakinleşir ve şifre dahil her şeyi hatırlayamaz hâle getirilir.
Filmin başında yaşanan garip olayların izini süren FBI ajanı Oliva Dunham’a gelince.. O, uzun araştırmaların sonunda Prof. Bishop’a ulaşmayı başarır. Sık sık onu ziyaret edip ünsiyet kurarak, Profesör’ü birlikte çalışmaya ikna eder. Tedavi yeniden ve başka bir amaçla başlatılır. Uzun tıbbi uğraşlardan sonra nihayet “fabrika ayarlarına dönme emareleri” başlayan Robert Bishop, ilk olarak kasa şifresini hatırlar. Şifreyi, polis şefine verir. Harekete geçen Ajan Oliva, saklı kasadaki “Beyin Sektörü”ne ulaşır. Sektör’ün ele geçirilmesinden sonra R. Bishop, her ne pahasına olursa olsun, bir operasyona daha tabi tutulmayı kabul ederek ameliyat masasına yatar ve maharetli ellerde beynini, sil baştan bütünletir. Artık her şey ayan beyandır onun için. Namuslu bir bilim insanı olarak Profesör Bishop, yaptıklarından ve yapabileceklerinin kaynağı olan bilgiye sahip olmasından ötürü çok pişman hâldedir zira dünyanın geleceğine dair daha büyük kuşkuları vardır. Olanlardan ve olabileceklerden kendisini sorumlu tutmaktadır. O hâlde? Bu durumda, yapılacak bir tek şey kalmıştır; O da şirket ortağının seyahati esnasında Paralel Evren’de açılan “Dozmik Delik”in onarılması… Zira bu “Ozon Deliği”nden insanlık boyutuna sızan farklı bir enerji yani “Öte Âlem’in Negatif/Karanlık Enerjisi” dünyadaki olağan hayatı etkilemekte ve olağandışı vakalara neden olmaktadır.
Sonunda, Prof. Bishop kendini feda eder ve Paralel Evren yolculuğuna çıkar. Kendi vücuduyla “Ozon Deliği”ni tıkayarak kaçağı durdurur ve dünyayı olası kozmik tehlikelerden arındırır. Ve film böyle bir finalle sonlanır.
***
Konumuza dönelim ve devam edelim: Sınır Bilim filminde sözü edilen “Paralel Evren”lerin varlığı hususunda, bilim dünyasından herhangi bir bir itiraz yok sayılır lakin Paralel veya Antievrenler arasında bir kozmik yolculuk, dünya şartlarında ve bilinen fizik kuralları içerisinde olanaksız görünüyor. Şimdilik…
Evet, böyle bir yolculuk haberi var “Kutsal kitap”ta ancak o, dediğimiz gibi bildiğimiz fizik kuralları dahilinde ve insan vücuduyla mümkün değil. Ancak “Modifiye Beden”ler ve başka fiziğin olağanüstü kuralları ya da kuralsızlığı ile…
Sözü edilen “İlahi haber” hepinizin bildiği gibi Miraç’tır. Göklere kurulan merdiven anlamındaki Miraç’ın kimi yorumcuların, “Rüyada ya da ruhsal düzlemde” yapılmış olacağına dair itirazlarına rağmen “bedensel ve uyanıkken” yapılmış olma ihtimali çok yüksek hatta kesin! Zira bir nevi rüya ve soyut bedenle yapıldığı iddia edilen “astral seyahatler,” önem açısından Kutsal Kitaba konu olacak ve hakkında ayetler inzal olacak çapta şeyler değil. Üstelik Efendimiz’in Risalet’inin ilk sıralarında, yaklaşık altı aylık bir süre rüyalarının önem arz ettiğini de yazıyor kitaplar. İlaveten daha sonraki hayatında da rüyaları, bir çok şeyin açıklaması işlevinde bulunmuş. Miraç bunların dışında ve başka…
Miraç’la ilgili hadislerinde Efendimiz, gök katları arasındaki yedi seyahatinden söz ediyor. Her gök katına geçişte bir kapı (giriş) önünde durduğu/durdurulduğu da bilinenler arasında. Geçişlerde Efendimiz’i durduranın “Kapıdar Melek” olduğu ifade ediliyor. “Bu melek, nasıl bir şeydi?” sorusunun cevabı yok. “O sadece melek miydi yoksa bir “Astrofizik Kanunu” muydu?” diye sormak da mümkün. Kanaatimizce ikincisiydi ve bu fiziksel kuralı harekete geçirmek için yapılan bir “Muhavere” olduğunu da biliyoruz. Burada; “Bu muhavere Kapıdar Melek’le Cibril arasında yapılan bir dizi konuşma mıydı yoksa diğer gök katına geçmekte kullanılan “Astroşifre” miydi?” sorusu da akla geliyor. Yine o kanaatteyiz ki ikincisiydi yani Astroşifre…
Eğer öyleyse söz konusu şifre, sadece “Gök Kapısı”nın açılmasını sağlamıyor olmalı; Efendimiz’in biyofiziği ve biyokimyasına da sesleniyordu. Bu, aynı zamanda “Biyoşifre” nedeniyle “Mübarek Beden”de husule gelen “Kozmik Türbülans” bedenin sahibini içinde bulunduğu gök katının ve uzay zamanının şartlarından çıkarıyor ve bir sonraki gök katına hazır biçime getiriyordu. Bu değişim, haddizatında bedenin bir kez daha ölmesi ve bir sonraki katta dirilmesi şeklinde olmalı yani Efendimiz’in, Miraç hadisesinde birçok kere farklı farklı ölüm çeşitlerini tatmış ve tekraren dirilmiş olması mümkün.
***
Yazımızın başına dönelim: Esma’dan “Hâlık” isminin gereği olarak sürekli sayısı artan “On dokuz bin âlem”lere dair bilgi fukarasıyız ve dünya şartlarında üç tanesini bilmek bize yetiyor demiştik. Bunların Elest Bezmi, Mülk Âlemi ve Ahiret olduğunu da hatırlayınız. Ve Âlem-Boyut-Evren üçlemesini izaha çalışırken “Üç cilt kitap”tı sözünü ettiğimiz… Anlaşılan o ki Cibril ile Efendimiz’in Miracı ikinci cilt içerisinde olmakta yani Mülk Âlemi’nde… Boyutu örneklerken verdiğimiz değişik renkli formaların, hadislerde söz edilen gök katları olduğunu sanıyoruz. “Her formanın kendi renkleri, mekânda değişen zamanla birlikte “formanın sayfaları” diye tarif ettiğimiz farklı evrenlerde-ki bunlar birbirine paralel olarak konumlanmış durumdadır- seyahat devam ediyor. Peki, bu seyahatler ne kadar zaman sürüyor? Sorunun cevabı akıl almaz bir şey! Her gök kapısında, oraya ait bir ömür parçası kadar…
Hani Efendimiz, “Yatağı soğumadan” dönmüştü? Döndü. Zira “Kutlu Misafir” daha ilk gök kapısının önünde “Dünya zamanı”ndan çıktı ve yeni bir zaman boyutuna duhul etti; dolayısıyla ondan sonraki yaşamı, başka boyut ve evrenlere ait zamanlardaydı. Ya dünya boyutu? O geride, donmuş olarak kaldı; tıpkı ölünün zamanının durması gibi…
Efendimiz’in girdiği yeni boyut ve evrenlerin zaman birimi de biliniyor: O zamanların bir günü, mesela, dünya zamanıyla elli bin yıla denk… Daha azı da daha çoğu da olabilir. Eğer her gök katında bir gün kalmış ise bunun dünya takvimine uyarlanmasının matematiksel hesabı şöyle olmalı: 50 bin bölü 365 çarpı 50 bin çarpı 7… Matematiğim biraz zayıf, hesabı siz yapar sonuçta, Efendimiz’in ötelerde ne kadar dünya günü kaldığını bulursunuz; bi zahmet!
Nihayet kutlu yolculuk, “Sidreyi Münteha”ya varıp dayanıyor. İşte, şimdi âlem değiştirme zamanı… Yani Kutlu Gezginler, örneğimizde olduğu gibi bir kitaptan diğerine geçecekler… Ancak bu geçişte bir sorun var; Cibril’in yapı malzemesi, ne yazık ki âlem değiştirmesine izin vermiyor zira Efendimiz’in karındaşı; “Şu çizgiyi atlarsam yanar, yok olurum!” mealinde bir açıklamayla “Son Ağaç”ın gölgesinde duruyor. Ondan sonrasında tek başına devam ediyor Efendimiz, en şumûllü biyokimya ve biyofizik değişime uğrayarak…
***
Başa dönelim: Profösör Robert Bishop adlı kahramanın “zihnin kozmik duvarları”nı zorlayan masalsı filminde, “Dünyadaki bir takım sıradışı değişimler”den söz ediliyor; hemen akabinde, yeni icat teknolojik ürünlerin –en azından plânlarının- Paralel Evrenler’den “İthal edildiği ya da aparıldığı ortaya atılıyor.” Hatırlayınız lütfen!
Efendimiz, üzerinden sürdürelim yazmamızı: Diğer kitapta uzay yıllarıyla ne kadar olduğunu tahmin edemeyeceğimiz ancak çok uzun, belki de içinde ömürler barındıran uzunlukta bir zamanlar diliminden sonra geri dönüş başlıyor. Kutlu Misafir, yıllar yıllar sonra dönüyor: Bir önceki âleme intikal ve Sidre’de Cibril’le buluşma; yedinci gök katı, altıncı gök katı ve… Aradaki kozmik düzlemleri geçtikten sonra birinci gök katından dünya semasına intikal… İşte, o noktada Efendimiz’in donmuş olan dünya saati yeniden işlemeye başlamış olmalı… Yatağından sıyrılalı henüz birkaç dakika geçti, geçmedi ve yatak yerinin sıcak olması muhakkak çünkü aradan geçen birkaç dakika yatağı soğutmaya yetecek kadar uzun değil. Ancak “Kutlu Yolcu”nun dünya ömründen çıkışı ve girişi arasındaki ince çizgide yaşadıkları dehşet verici şeyler… Artık Mübarek Beyni, hesap edilemez terabayt ölçüsünde hatıralar ve bilgiyle lebalep dolu durumda…
Miraç sonunda Efendimiz’in “Öteki Âlem”den getirdikleri var ve bunların bir kısmı biliniyor: Mesela Bakara Suresi’nin son iki ayetinin vahyini bizzat Yaratıcı’dan ve huzurda almış. Bu vahiyle Kur’an’daki ayet sayısı iki adet artıyor ve Bakara Suresi tekmil oluyor. “Kozmik Dağarcık”a konulan ve arza getirileneler arasında bir de hediye yer alıyor: Bu seyahatte namaz farz kılınmış ve müminler, o günden sonra beş vakit namaz kılmaya başlayarak, inançlarının orta yerine muhkem bir direk vurup hayatlarını bir disipline sokuyorlar. Bir de müjde var getirilenler arasında: Allah’a ve Peygamber’e iman edenin, öte dünyadaki ikametgâhının cennet olacağı tescil ediliyor. Bunların dışında Efendimiz’in, seyahat esnasında öğrendikleri arasında dünyanın geleceğine dair her şey var: Dünyanın sonuna kadar yaşanacak tüm olaylar ve hatta Kıyamet bilgisi de dağarcıkta yer tutuyor; gayet tabi, istikbalde hayata dahil olacak tüm teknolojik ürünler –onların plânları, işleyiş bilgileri- de Efendimiz’in beyninin kıvrımlarında saklı… Zaman içinde bu bilgilere dair açıklamalar yapan Efendimiz’in, zamanın şartlarının el verdiği ölçüde sembollere müracaat ettiğini görüyoruz.
Zaman zaman yaptığı sohbetleri esnasında “Yukarılarda” bildiklerini ve gördüklerini ölçülendiren Efendimiz “Ben ilmin şehriyim.” diyor. Belki de beyin kapasitesi en geniş sahabe olarak Hazreti Ali’yi işaret ederek; “o da ilim şehrinin kapısı!” saptamasını yapıyor. “İlmin şehri” ve “İlmin kapısı” tarifleri önemli bir hususa işaret ediyor aslında: Miraç sonunda Efendimiz, lahuti âlemlerden, masivaya bir şehir dolusu ilmi bilgi, icat ve keşfi indiriyor ki o şehir, gelmiş geçmiş ve geleceği derununda sır ediyor. Sır edilen onca bilgi/data kıyamete kadar bulunacak/bilinecek olan her türlü şeyin toplamı olup onun dışında bir başka icat ve keşfin olma ihtimali yoktur kanaatimizce… Bu anlamda Efendimiz “gaibi” dünya semasına indiren ve bir deney ötesindeki “İlmşehri”nin kozmik raflarına yerleştiren zattır ve inansın inanmasın her bilginin/bilgenin teşekkür etmesi gereken yegane insandır. Çünkü bu “Yekûn Kozmik Data” ya da “Metafizik Keşif” için akıl almaz zahmetler çeken bir tek insan/Peygamberden söz ediyoruz: Bu zahmet öyle bir şey ki içinde belki de onlarca kez ölme ve dirilme; binlerce yıla uzanan başka başka hayatlar yaşama ve bilmediğimiz nice hâller barındırıyor olmalı. Onun için Efendimiz; “Benim bildiklerimi bilseniz az güler, çok ağlardınız.” diyor.
***
Dönüyoruz tekrar Bishop filmine… Profösör Robert, ötelerde bir yerlere seyahat edilebileceğini ve oradan bir takım yeni bilgiler devşirilebilineceğini ve henüz icat edilmemiş fizik ötesi ürünlerin plânlarına ulaşılabileceğini keşfediyor. Kanaatimizce keşif doğru… Bishop bu keşfini ispatlamak için kendisine paralı ve meraklı bir ortak buluyor. Yapılan ilk işinde Messive Dinamic Co. Şirketi, meraklı ortağı paralel evrene yolcu ediyor ancak ortak bir daha dönmüyor. Dönmez zira Bishop, bir ölçü haddini bilmezliği yaparak, bir “Çakma Miraç” tertipliyor. Çakma Miraç’ın “Davetsiz Yolcusu”nun yolculuğu ihtimaldir ki birinci gök kapısının kapısında sonlanmış olmalı zira kapı önünde “Kapıdar Melek”in ona, sorduğu geçiş şifresine cevap verecek “Kılavuz Karındaş”tan yoksun durumda. Elbette ilk kapıda, kendisinden istenilen kozmik şifreyi söylemeyen Bishop’un ortağına yardımcı olan biri vardır orada: Azrail… Onun söylediği şifre ise sadece kapıyı açmaya yardımcı olmuş olmalı; davetsiz yolcunun biyofizik ve biyotıme hususiyetini bir sonraki boyuta ayarlama özelliğinden yoksunluğu muhakkak. Bu yüzden kapı açıldı ancak “mekân ve zaman” değişimine, yolcunun “Dünyalı Malzemesi yani Toprak” dayanamadı ve yandı. Tıpkı Cebrail’in Sidre’de; “Öteye geçersem yanarım ben.” dediği gibi. Gayet tabi boyutlar ve evrenler arasında yanmanın adı ölümdür; ölüm ise bir önceki mekânda kişinin yaşamasına fırsat veren “Biyogiysi”nin yanmasıdır.
***
Sınır Bilim filminin senaristleri, hakikaten sınırda bir filme imza atmışlar. Miracı zorlayarak “Çakma” bir hikâyeyi resimlemişler. Keşke diyesim geliyor; bu filmi çekmeden evvel Efendimiz’in Miraç’ını ve Miraç’la ilgili hadislerini okusalardı. O vakit ya bu filmi yapmaktan rücu eder ya da Bishop eliyle ortağını Paralel Evren’e yollamaktan vaz geçerlerdi… “KozmoCity/Kozmik Bilim Şehri”ne gönderirlerdi. O durumda bir “Kozmik Ozon Yırtığı”ndan değil “İlim Şehrinin Kapısı”ndan bahsederlerdi. Eğer böyle yapsalardı o kapıda Hazreti Ali’yi görürler miydi bilmem lakin “İlmşehri”nden söz eden bizlerin, ne yazık ki “İlmkapısı Ali”yi görmemeye direndiğimizi söyleyebilirim.
Filmde sözü edilen “Beyin Sektör”leri ve bunlardan birinin çıkartılıp banka kasalarında saklanması ayrı bir konu; üzerinde ayrı bir makale yazılabilir.
Son söz olarak: Allahualem diyor ve her ne kadar farkında olmasak da biz müminlerin, lahuti alemlere, ölmeden seyahat hususunda bir imtiyazının olduğunu ve Profösör Bishop’un başarılı olamadığı Miraç konusunda işlevsel bir beyne sahip olduğumuzu söylemek istiyorum. İşte, o imtiyazın kodları ve imtiyazı kullanma esnasında evrensel ve âlemsel kapıları açmada gerekli olan şifreler, harfi harfine beynimizde tekmil. Haberiniz var mı?
ahmet hocamızın yorumlarını ilgiyle takip ediyorum.kendisinden ALLAH razı olsun diye dua ediyorum.