Maglev trenlerini duydunuz mu? Eminim ki duyanınız azdır. Şimdilerde “son nesil trenler” olarak, yeni yeni hayata geçirme çalışmaları yapılıyor; tabii ki Batı’da ve Çin’de. Maglevler’in saatteki hızı bin kilometre… Oysa en hızlı uçaklar, bu süratin altında… Maglevler, belli bir hıza ulaştığında rayların on santim üzerine çıkıyor ve uçuyor yani bir nevi uçak-trenlerden söz ediyoruz. Uzmanlar bu hususla alakalı olarak; “Bu uçak trenlerin yakıtı farklı değil; jet yakıtı yakıyorlar ancak bir nesil sonraki maglevlerin yakıtı monotomik elementler… Bu tip elementlerin başında toryum, boryum ve benzerleri geliyor gelecekte petrol de yok, nükleer radyasyon da! Monotomik dünyada ne eksoz gazıyla kirlenmiş bir atmosfer var ne de pas kokulu oto hurdalıkları…” şeklinde hayal ötesi şeyler söylüyorlar.
Peki, nedir bu monotomik elementler? Tarife geçmeden önce, adetimiz olduğu üzre biraz tarihe geçelim diyorum: Efendim, monatomik elementlerin ezoterik bir temeli var ve mesela, Kabala anlayışında sözü edilen, “Felsefe Taşı” adlı olağanüstü metal/madde, çağdaş monotomik element sayılıyor. Adını, Harry Potter filminden hatırladığımız Felsefe taşını çeşitli kaynaklar değişik isimlerle anılıyor: Mesela Graal taşı bunlardan biri… Graal’ı “Kral” diye yazan ve okuyanlar da var, “Goral” diye telaffuz edenler de… Her neyse! Konuşuluyor olmaları, insanlık kadar eski olan “Tılsım Taşları” sadece Batı’ya has bir şey değil; bizde de var bir benzeri. Orta Asya göçerlerinin destan ve masallarında da sözü edilen Tılsımlı Taş “Yada Taşı” olarak geçiyor; “Yeşim Taşı”da deniyor ona.
Oğuz Kağan Destanı’ndaki “Kutlu Kaya” motifini hatırlıyorsunuz sanırım. Anlaşılan o ki Kutlu Kaya, yekpare bir Yada Taşı niteliğinde… Hikâye ilginç: Türk avullarının ortasında kocaman bir “Obeliks” yükselmektedir. Bu “Dikili Taş,” bedeninde taşıdığı sır sebebiyle bahadırlara, Çin üzerine yaptıkları akınlarda dinamik olmakta ve onların gücüne güç katmakta… Bunun sonucunda “Çin askerleri” Kuzeyli akıncılar tarafından kırılıp geçirilmektedir. Bu durum, “Çin bilgelerini” derin düşüncelere sevk etmek için yetmekte ve artmakta: “Kuzeyliler, bu kuvvetini nereden almaktalar?” Kendilerine sordukları soru budur bilgelerin. Sonunda, sorun cevabını da bulurlar: Türk yurduna gönderilen çaşıt/ajanlar bir kayadan söz etmektedirler ve söylediklerine göre, gücün kaynağı bu kayadır. Kutlu Kaya… Bu durumda yapılması gereken basittir; bir “”Çin dalaveresi”yle Kutlu Kaya’yı ele geçirmek ve onun, akıncılar üzerindeki gücünü kırmak…
Entrika denince akla, bir Bizans gelir; bir de Çin… Hikmet-i Hüda, iki entrikacı ırk da bize düşmüş işte! Neyse; Çinliler harekete geçer ve ünlü Çin porselenleri, ipekli kumaşlar, halılar ve yeterince para pul yüklenen onlarca deve ile bir prenses yola çıkarılır. Uzun bir yolculuğun ardından Ötüken’e ulaşan kervan, Kağan’a takdim edilir. Çinli elçilerin, bunca mal-mardaya karşılık olarak istedikleri “minnacık” bir şeydir aslında; ne önemi olur ki? Neticede komşuların, talip oldukları şey Kutlu Kaya’dır. Anlaşılan o ki zamanın kağanı tarihin, ismini hafızasında saklamaya değecek biri değilmiş ki Çin arzusuna, bir kalemde “Peki!” der. “Verdim gitti anasını satiim!” Ancak bir sorun vardır: Kutlu Kaya o kadar büyüktür ki bu devasa kütleyi, yekpare bir şekilde Hanbalık’a taşımanın imkanı yoktur. “Çin kafası” hemen bir çare bulur ve elçiler, Kutlu Kaya’yı parçalamaya karar verirler. Bunun üzerine Kaya’nın etrafına çeki çeki odun yığılır. Yüzlerce derece ölçüsünde ısıtılan koca kütle kıvama ulaşınca, üzerine fıçılarla sirke dökülür. Bir anda asitle soğutulan zavallı Kutlu Kaya, buna dayanamaz ve çatır çatır çatlar; binlerce parçaya bölünür. Harekete geçen Çinliler, Kutlu Kaya’nın ceviz iriliğindeki parçalarını çuvallara doldururlar. Gelirken inci mercan getiren develer, giderken taş dolu çuvallar götüreceklerdir.
Sonrası malûm! Kutlu Kaya yok olur; yerinde, derin bir çukur ve yanmış toprak kalır. Kaya’nın sır olmasıyla birlikte, bir zamanların Ötüken Dağları’nı titreten “Bozkır Bahadırları” yaralı aslanlara döner ve zafere muhtaç hâle gelirler. Mağlubiyet onların, zafer Çinlilerindir artık. Çok sürmez devlet yıkılır, budun köle olur. Çinliler, bir kez daha Türk yurdunu işgal etme mutluluğuna ererler. Hikâye bu! Yalansa yalandır; peki, ya gerçekse… O hâlde, Çin iline taşınan Kutlu Kaya’nın artık taş şekline gelmiş parçalarına ne oldu? “Tekeden bile süt sağmayı beceren” Çinliler, binlerce Kutlu Taş’ı ne yaptılar, nerede, hangi işlerde kullandılar? Hâlâ ellerinde, Kutlu Kaya parçalarından mevcut mu? En önemlisi, çağımızın metalürji bilgisi kapsamında Kutlu Kaya, sadece adi bir kaya parçası mıydı; yoksa? Evet, yoksa Süperman çizgi romanlarında Kripton Gezegeni’nden gelmiş/düşmüş olan olağanüstü Kriptonium gibi bir “Mucizevi metal” mıydı? Cevap yok!
***
Hemen hemen her toplumun geçmişinde bir “Kutsal Taş” ya da “Hollstone” yer tutuyor. Nedir bu taşlardaki kutsiyet? Bir gerçeklik mi yoksa çocuklar avunsun diye uydurulmuş masalların sihirli materyallerinden biri mi; sihirli kaval, büyülü ayakkabı tılsımlı sandık gibi…
Adına Yada, Graal, Felsefe taşı, Hollystone… ne denirse densin geçmişteki insanlar, taşların derununda gizli bir gücün yattığını seziyordu. Ancak o sihirli taş neredeydi; bir türlü bunu keşfedemiyorlardı. Bu nedenle henüz ulaşamadıkları “Kutlu Taş”ın gizli gücünü, masalların sihirli dünyasına havale ederek deşifre ediyorlardı. Aslında büyülü eşyaların yan kahramanlar olduğu bu tür masallar, zamanın “Aya seyahat” kitaplarıydı, masalcıları da “Jules Werne”ydi ve gelecek, gelemeden hayalini kuruyordu.
İnsanlık âleminde, Kutsal Taş’a ilk ulaşan Türkler oldu. Türklerin Yada’sı demirdi. Efsaneye göre, Yada bir tesadüf sonunda keşfedildi; “Yağı”dan kaçan bir grup “Kutalmış” aile nasıl olmuşsa olmuş ve kendilerini, girişi çıkışı olmayan bir saklı vadide bulmuşlardı; artık burada korkusuza, düşman tasallutundan uzakta yaşayabilirlerdi. Vadide vadiydi hani! Bakir arazide her türlü dünya nimeti mevcuttu. Bin bir çeşit sebze meyve ve av hayvanı, kaçkın ailelere sittin sene yeter de artardı bile. Lakin gün geldi yetmedi. Vadinin doyumsuz rahatlığı ve sınırsız güvenliği içinde Kutalmışoğulları o kadar çoğaldılar ki yere, göğe sığmaz nüfus yoğunluğuna ulaştılar. Bunca “horanta”ya ne sebze meyve yetiyordu, ne de av hayvanı… Zaman içinde, bakir vadide kıtlık baş göstermişti. Sonunda “Aksakallılar” bir araya geldi ve konuyu görüştüler. Aldıkları karar: Ne yapıp etmeli ve bu kıstaktan çıkmalıydılar. Ama nasıl? Toplumlarda yüzde iki civarında bulunan “akılları kafalarından taşanlar” grubu, bir araya geldi ve uzun uzun düşündü ve vadiden çıkmanın bir yolunu aramaya başladılar. Sonunda bunlardan biri, çıkış yolunu buldu: Devasa bir körük yapacak ve vadinin önünü kapatan muazzam kayayı, etrafına yaktıkları ateşi harlandırarak çatlatacak ve o çatlak, budunun dış dünyaya çıkış kapısı olacak… Aksakallıların kiminin aklı yattı bu öneriye, kimileri de “Olmaz!” diye karşı çıktılar. Fakat çoğunluk, öneriyi denemeye karar verdi. Bunun üzerine çoluk çocuk seferber oldu ve sıradışı fikir hayata geçirildi. Kaya ısıtıldı hatta öyle ısıtıldı ki hararet 1200 dereceye kadar yükseltildi. İşte, o an olan oldu; kaya çatlamadı ama erimeye başladı zira o kaya, içinde demir cevherini bulunduran “hadid” hammaddesiydi. Böylece kıstaktaki Türk topluluğu vadiden çıkış yolunu açmışlardı ancak bu faaliyetin en önemli sonucu demirin keşfiydi. Bu keşifle birlikte Yada’nın saklı kutsallığına ulaşılmıştı ve bu kutsal eriyikle neler yapılamazdı ki? Neticede, adına “süreyci” de denilen ilk demirci ustaları tarihteki yerlerini aldı ve ilk haddaneleri kurdular. Bu atölyelerde eritilen “Kutlu Yada Taşları” nın eriyiğinden bir medeniyet oluşturdu ve binlerce yıl dünyaya hakim oldular.
Türkler Yada’larının özüne ulaşmışlardı lakin diğer milletler, kendi Kutlu Taş’larına daha yüzlerce yıl ulaşamadı ve masallarla avunmaya devam ettiler. Bu arada, onların da en önemli buluşları doğal mıknatıs oldu. Onu da demir aracılığıyla keşfetmişlerdi haddızatında yani ilk keşiflerini de yine Türklere borçluydular.
Diğer milletler, uzun bir süre kendi Graal’larına ya da Felsefe Taşlarına ulaşamadılar lakin bu arada soyut bir bilgiye erişmişlerdi. Bu bilgi şuydu: “Aslında taş taş değil bir kutlu malzeme veya her taş, hücrelerinde bir başka gizli gücü saklıyor!”du. Bu bilgi yeni bir dünyanın habercisi gibiydi zira insanlık taşın taş değil, maden olduğunu keşfediyordu; böylece Yada, Graal, Felsefe ve Hollystone olan masalsı taşların adı tekleşiyor ve “maden cevheri”ne dönüşüyordu. Nice zaman önce Orta Asya demircileri taştaki madeni soğurmanın yolunu bulmuşlardı ve bu aracı ateşti. Yani ateşe atılan her taş, değişik sıcaklıklarda içindeki “maden gizemi”ni ortaya dökebilirdi öyleyse. Bunun üzerine yeni madenlerin keşfi başladı peş peşe… Böylece yeni bir medeniyetin doğum sancıları çekiliyordu: “Metal Medeniyeti.”nin. Ve bu medeniyetin sahipleri, Graal masallarının tekellümcüleriydiler yani Batılılar.
Bunca gelişmeye rağmen Felsefe Taşı’nın kutsal masalı bitmiş sayılmazdı. Çocuklar hâlâ devam ediyorlardı onca “metalik” keşfe, yüz iki elemente ulaşılmasına rağmen masal söylemeye; bunda bir hikmet olmalıydı zira masalların sahipleri masum meleklerdi, sezgileri çok güçlüydü. Yoksa insanlık, Yada ve Graal Taşı’nı keşfetmiş ancak Felsefe Taşına ulaşamamış mıydı yoksa? Ve galiba asıl “kutsiyet” onda olmalıydı. Duruma göre bir maden ve element olmayacağına göre neydi bu Felsefe Taşı?
***
Roma’nın Savaş Tanrısı Mars’ın kılıcını duymuş olmalısınız. Buna benzer başka kılıçlar da var: Mesela İngilizlerin ünlü Kralı Arthur’unun Ekskalibur’u… o da tıpkı Mars’ın ki gibi sihirli… Bir kılıç da bizim kültürümüzde var; Hazreti Ali’nin çatal uçlu Zülfikar’ını duymayanınız yoktur. Tabii ki biz Zülfikar’a Batılılar gibi sihirli kılıç demiyoruz ancak Efendimiz, o ve sahibi için “Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi kılıç yoktur!” buyuruyor. Demek ki Zülfikar, hem Mars’ın hem de Arthur’un kılıçlarından daha üstte ve daha gizemli bir konumda olmalı.
Peki, burada duralım ve soralım: Neydi o kılıçları böylesine doğaüstü yapan; o silâhların gücü nereden geliyordu? Herhalde, demirden dövülmüş olmalarından ya da çifte su verilmiş olmalarından değil zira tüm kılıçları demirciler dövüyor ve çifte su veriyorlar hatta bazı kılıçlara ikinci suyun “Aslan Kanı”yla verildiği bile söyleniyor. Aslan kanı çeliğe daha sağlamlık veriyordur belki ama sihir değil herhalde. Öyleyse?
***
Gelelim olağanüstü bir insan yapısına daha: Evet, Nuh Peygamber’in ünlü gemisinden söz edeceğiz. Hikayeyi bilmeyen parmak kaldırsın.
Kur’ani bir arka plânı olan Nebi Nuh’u ve onun efsanevi gemisini bilmeyenimiz yoktur. Dünyanın bildiği Nuh hikâyesi de üç aşağı, beş yukarı bizim bildiğimizle benzer. Kur’anın 950 yıl yaşadığını haber verdiği Hazreti Nuh, “Kutsal Vazifesi’nde başarısız olmuş bir peygamber… Onca yıllık tebliğine rağmen, kendisine ümmet edinememiş ve inananları ailesiyle sınırlı kalmış. Hatta dört oğlundan birisi, Kenan ya da Yam, “imansız” olarak, Tufan’ın hışmına uğramış. “Baba Gemisi”ne binmeyi reddettiği için cezasını azgın sular arasında boğularak çekmiş. Nasipsiz hanımlarından biri de Nuh’a uymayanlarla aynı akıbeti paylaşmış.
Bu boyuttaki başarısızlık nedeniyle Nuh Peygamber’i son demlerinde umutsuzluğa kapılmış olarak görüyoruz. Bu ümitsizlik, sonunda öyle bir boyuta ulaşmış ki Peygamber’in, kendisine tanınmış “Mutlaka kabul olunacak dua” hakkını, insanlığın alayının helâkı isteği için kullanmış olduğunu görüyoruz. Lakin bu helâk nasıl olacak, İlahi Gazap nasıl ve hangi cihetten gelecek? Bu bilinmiyor.
Nihayet, “Son Dua”sı kabul olan Hazreti Nuh’a, bir gün Yüce Allah, yine vahyediyor ve bir gemi yapmasını buyuruyor; hem de yapım plânlarını kendi katından indirerek…
Nebi’nin zamanında insanlık, henüz gemi yapımına başlamamış; suda yüzen araçlar bilinmiyordu diyemeyiz; mutlaka biliniyor olmalıydı hatta muhtemeldir ki Hazreti Nuh da bu durumdan haberdardı. Öyleyse, inşa edilmesi istenen geminin plânları ne sebeple ilâhi bir hususiyet taşımakta? Plânların yukarılardan indirilmesine gerek yoktu; pekala, Peygamber de kendi kafasında oluşturacağı bir modeli inşa edebilirdi. Fakat geminin modeli ilâhi plândan inzal oldu. Neden?
Öyle anlaşılıyor ki bu “Çok Özel” bir gemiydi yani henüz insanların bilmediği bazı teknik unsurlar içeriyor olmalıydı. Bu teknik donanım, sadece Tufan ebatlarında bir fırtınaya dayanıyor olması yanında başka şeylere de imkân veriyor olmasıydı. Mesela, onca hayvan çeşidinden bir erkek ve dişiyi içine alabilmeliydi, 367 gün fırtınaya dayandığı gibi su yüzeyinde harekete de olanak vermeliydi, ilaveten içindekileri Tufan’ın tehlikelerinden korumalıydı, ısıtmalıydı, onca canlının yiyecek stokunu bozmadan muhafaza etmeliydi, Kur’an’ın sözünü ettiği “Tennur”u her daim kaynamalıydı. Dı dı dı… Ama nasıl?
Biz, yukarıdaki sorulardan “Kaynayan Tennur” tabiri üzerinde durmak istiyoruz. Konuyla ilgilenen tefsirciler ve çeşitli yorumcular, şimdiye kadar “Gemi”nin her işiyle ilgilendi ancak nasıl hareket ettiği hususunda fikir beyan etmediler. Öyle ya! Bu gemi, bir kör gemi değildi; manevrasını nasıl yapıyor, rotasını nasıl belirliyordu? Herhalde yelkenleriyle değil zira o Tufan’a hiçbir yelken dayanamazdı. Arzulanan hareket, kürekle de sağlanamazdı zira gemide yeter sayıda kürekçi yoktu. O halde hareket için hangi yöntem kullanıldı veyahut hangi enerji?
Son zamanlarda bazı yorumcular, Kur’an’daki “Kaynayan Tennur ya da Tandır” tabirinden hareketle, geminin “Buhar Enerjisi”yle hareket edebileceğini ileri sürüyorlar. Kanaatimizce “Buhar Makinesi” fikri çok doğru değil. Çünkü dini kaynakların, atmış metre uzunluğunda ve on beş metre yüksekliğinde olduğunu belirttiği Gemi’nin ambarlarının, su yüzeyinde 367 gün kalma süresinde, buhar makinesini çalıştıracak odunu (Hadi kömür olsun) depolamaya yetmeyeceği aşikâr. Zaten aynı depoların onca hayvan çiftlerini ve yemlerini kaldırabilmesinin de imkânı bulunmuyor. Ne yani şimdi Gemi’ye yalan mı diyeceğiz? Haşa! Konu, Kur’an’a mal olmuş bir kere; bu yüzden, masal demenin olanağı yok, bir realite yapımı kırk yıl sürmüş olan Nuh’un Gemisi…
Bu husustaki kanaatimiz odur ki Meşhur Gemi’nin, tam kırk yılda ve ilâhi planlara uygun olarak yapılmasının nedeni “nükleer” ya da ona eş bir enerjiyle çalışıyor olmasıydı; buharla deği. Kutsal Kitab’ın sözünü ettiği Tennur ise “Güneş gibi kaynayan” bir atom reaktörüydü. Bu reaktör ve ürettiği enerjidir ki Gemi’yi bir yılı aşkın bir süre hayatta tuttu, ortamı ısıttı, yiyecekleri kozmik dipfrizlerde dondurarak muhafaza etti, en önemlisi özel bir teknolojiyle sinekten file hatta balinaya kadar tüm hayvanların genetiğini soğurdu ve kozmik odalarda korudu, onca ağırlığa rağmen geminin batmasını önledi, rotayı düz çizgide tuttu ve sürenin sonunda da eti gemidekilerin yiyecek ihtiyacını karşılamış olan hayvan neslini kromozomlarını çiftleştirerek, onları yeniden kopyaladı. Tabii ki çıkış saati gelince de doğaya saldı.
Efsaneler, ünlü Felsefe Taşı’nın Nuh’un Gemisi’nde olduğunu söylüyordu; biliyor musunuz? Ben demiyorum. Burada bir soru daha gerekiyor: Nuh’un Gemisi’ndeki Felsefe Taşı, nükleer enerji için gereken uranyum muydu? Hayır, onun da ötesinde bir gizemdi. Eğer nükleer malzemesi olsaydı 1946 yılı itibariyle atomik gizemi deşifre etmiş olan Batı, Nuh’un Gemisi’nin peşine düşmez; iki de bir Ağrı Dağı’na adam göndererek, Gemi’nin kalıntılarına ulaşmaya çalışmazdı. Şimdilerde bu araştırmalar durdurulduğuna göre, Amerikalılar ya aradıkları Gemi’deki Felsefe Taşı’na ulaştı ya da Kutlu Taşı bulacaklarından umutlarını keserek projeyi sonlandırdılar.
***
Bir başka hususa geçiyoruz: Simya’yı biliyorsunuz; “bir masalın peşinde ömür harcayan, sabırlı ve hayaldâr” simyacıları da… Onlar, izbe ve ilkel laboratuvarlarında alelâde maddeleri, altına dönüştürmenin rüyası içinde çabaladı durdular. Hepimiz, onları böyle biliyoruz hatta bıyık altından gülmesek bile, müstehzi bir ifadeyle tebessüm etmekten geri durmuyoruz.
Peki, bizim buradan bakınca “deli saçması” zannıyla küçümsediğimiz bir hayâl peşinde, yüzyıllar boyu, binlerce insan ne akla hizmet etmekteydiler? Onların, bir “hayâli bilgi”ye böylesine iman etmesini sağlayan gizem neydi? Maddeyi altına dönüştürmenin mümkün olduğu bilgisini nereden almışlardı?
Başka bir mevzu gibi görünse de Simya ve simyacılar da bizdendi ve onlar da Felsefe Taşı’nın peşindeydiler; bakırdan altın sihredip zengin olmanın değil. O dünyada Felsefe Taşı’nın adı başkaydı: Cennet Taşı… Peşinden koşulan taşa “Ezoterik Taş” ya da “Kutsal Taş” diyenler de vardı.
Ne demiştik üst paragrafta: Simyacılar çeşitli maddeleri kullanarak altın elde etmenin yolunu arıyorlardı… İsterseniz yazıyı “Altın elementi” üzerinden devam ettirelim… Ve burada bir soru soralım. Bir cennet tasviri yapsanız; Kutsal mekânın taşlarını, kayalarını dünyadaki hangi maddeye benzetirdiniz? Bu sorunun tek cevabı vardır, o da “altın”dır. İşte, yazıya yukarıda dahil olan “Cennet Taşı” fenomeni olsa olsa altın olmalıdır. Bu yüzden, Simyacılar için “altının peşinde hayâl kuran ve kısa yoldan zengin olma tasarımcıları…” yakıştırması yapılıyor. Oysa onlar, birer “Köşedöünücü Kalpazanlar” değildi “Kutsal Cennet Taşı”nın izcileriydiler.
***
Gelelim altına… Zamanımızın Simyacılarından olan David Hudson, Arizona’daki Phoenix çiftliğinde bir grup arkadaşıyla yaptıkları deney sonunda altının da içinde olduğu platin grubu metallerin oluşturduğu bir miktar minerali “Monatomik” yapıya dönüştürmeyi başardılar.
Şimdi yazıya bir isim daha giriyor: Monatomik! İşte, onca tarihi serüvenin varıp dayandığı Kutsal Taş’ın özü bu “monatomik” kuantum maddesinin kendisidir. Felsefe taşı da budur, Cennet Taşı da, kolodiyal simya altını da…
Peki nedir monatomik madde? İzah edelim: Fizik ve kimyada monatomik, “tek atom” anlamına gelen “mono” ve “atomik” sözcüklerinden türetilmiş bir yapay kavram olup atomları birbirine bağlı olmayan metal ve ametaller şeklinde tarif edilmekte. “Standart sıcaklık ve basınç altında bütün soygazların monatomik olduğu biliniyor.” Diyorlar uzmanlar. Bunlar helyum, neon, argon, kripton, ksenon ve radondur. Ayrıca bütün elementler, yeterince yükseltilmiş sıcaklıkla gaz haline dönüştüğünde monatomik olur.
Dikkat ettiniz mi bilmem; yazının başında sözü geçen Süperman’ın çıkageldiği gezegen ve o gezegene ait “Süper Madde” burada da karşımıza çıktı: Kripton… Meğerse o da monatomik bir gaz hâliymiş. Soralım: Süperman’ın en önemli özelliği neydi: Tabii ki uçuyor olması; tıpkı yukarıdaki monatomik gazlar gibi o da havada dolaşıyor. Peki; Süperman, uçuş esnasında ne kullanıyor? Kanat değil… O hâlde, garip kılıklı çizgi kahramanını havada tutan ve uçuran enerji nedir? Bu sorunun cevabı “Hiçbir şey”dir; tıpkı monatomik gazların havada asılı durmasına ve sağa sola kaymasında bir desteğe ihtiyaç olmaması gibi. Zira monatomik maddeler; “Sıfırdan daha az yerçekimsel, çekimi olan maddedir.” diyor Meksikalı Matematik Bilimci Miguel Alcubierre…
İşte, Kutsal Taşların, Yada’nın, Graal’ın Felsefe ve Cennet taşlarının varıp dayandığı nokta burası; monatomik maddelerin yer çekimini sıfırlaması; sıfır enerjiyle havada duruyor ve hareket ediyor olması…
Burada ta başa dönelim ve sözünü ettiğimiz “maglev trenleri”ne bir kez daha merhaba diyelim. Hızları bin kilometre/saati aşacak olan bu trenler, bir monatomik uygulama değil haddızatında. Bunların havaya kalkması, bildiğimiz mıknatısın bir temel özelliğine dayanmaktadır: Bu özellik, iki kutuplu mıknatısın, ters kutuplarının birbirini itmesi; aynı kutupların çekmesidir. Buradan hareketle tren ve ray iki ayrı mıknatıs gibi elektro teknikle elektriklendiğinde, ters kutup durumunda birbirini çekmekte ve araç, yere konarak durmakta; aynı kutup durumunda ise devasa araç, bir kuş gibi havaya kalkmakta ve uçarak hareket etmekte. Bu esnada, sürtünme sıfır olduğu için hız, olabildiğince artmakta…
Bu makalenin sözünü ettiği teknikle yapılacak araçlar” maglev” bile değildir. Bunlar maglevlerden bile çok öte bir “şeydir.” Ve tam tarifiyle bu vasıtalar, “Cennet Teknolojisi”yle yapılmış şeyler olup “sıfır yerçekimi”ne sahiptir. Tabii ki buna bağlı olarak “sıfır enerji tüketimi,” bu teknolojinin sebep ve sonucunu teşkil eder. Masal gibi değil mi? Gelecek, işte böyle bir şey! Doğruyu söylemek gerekirse dünyada, insanlık bu seviyeye ulaşır mı kestiremiyorum; ama cennette ulaşacağı hatta daha ötesine geçeceği kesin zira Yüce Yaratıcı’nın vaadi böyle…