Sözlükler, “Bir toplumun, insanlık adına ürettiği pozitif değerdeki her şey…” diye tarif ediyor medeniyeti. Bu temel tariften medeniyetin, ferdi değil; toplumsal bir olgu olduğu anlaşılıyor. İlaveten medeniyet, muhakkak müspet değerler toplamı ve insanlık adına ve yararına üretilmiş olacak… Buradan hareketle bir toplumun, insanlık adına değil kendi ırkçı çıkarları için ürettiği negatif değersizliklerden söz etmek hatta bu durumu örneklemek de mümkün… Böylesi hâllerde karşımıza bir “Kara Medeniyet” ya da “Anti Medeniyet” çıkmakta ki tarih bu gibilerin mezarlıklarıyla zengin…
“Kara Medeniyet”e Tarihçi Lev Gumilev “Kimera” adını vererek bir nevi “Hayalet Toplumlar”dan söz ediyor eserlerinde. Elini vicdanına koyan Friedrich Nietzche de “Kutsal Anarşizm ve Kutsal Teröristler” tarifiyle içinden çıktığı toplumu doğru yaftalıyor ve “Kara Medeniyet” yapıcılarının kimler olduğuna ışık tutuyor. “Kutsal Terörizm”i ise “Gelecek vadeden her şeye karşı ölümüne nefret içgüdüsü…” şeklinde işaretliyor.
Tufan öncesine dair, ne oluşmuş toplumlara ve ne de bu toplumların insanlık adına ürettiklerine ait herhangi bir done ve data olmadığı için “Medeniyet analizi” yapma imkanı yok sayılır. Bu sebeple ilk “Medeni teknoloji ürünü” olarak, yazının başında “Nuh’un Gemisi”ni not edebiliriz. Ancak zamanı, tufandan önce ya da sonra da olsa bir “Mdedniyet arkaik dönemi”nden söz etmek olası. Ve gayet tabii ki bu dönem de bir nevi “medeniyet prototipi” olarak tarihte yer tutmakta.
Medeniyet tarihinin tarif noktasında çeşitli “Medeni Dönemleri,” o döneme damgasını vuran temel yapı malzemesi ne ise onun adıyla damgalamak, konuyu anlama düzleminde işe yarar kanaatini taşımaktayız. Bu itibarla medeniyet dönemlerini taş, ahşap, metal ve plastik olarak etkilemenin mümkün olacağını söylüyoruz. Buradan hareketle medeniyet tarihine “Taş Medeniyeti”yle girebiliriz. Ülkelerin müzelerini dolduran medeniyet ürünleri içerisinde; “Taş Medeniyeti”ne ait olanların çokluğu, üretim çokluğundan değil, o dönemde medeniyet malzemeleri arasında en sağlam olanının seçilmesinden kaynaklanıyor; bununla beraber bu seçimin, kerhen yapılmış bir durum olduğu da biliniyor. Burada, medeniyetin arkaik döneminde, dünya yüzeyinde insan ve taştan başka bir şeyin olmadığı bir zaman dilimine götürmüş oluyoruz makaleyi; bu yüzden müzeciler de o dönemin, az ama muhkem eserlerinden bol bol getiriyorlar zamanımıza.
Biliyorsunuz bir kısım sosyologlar, insanı düşünen, iki ayak üzerine doğrulmuş hatta gülebilen hayvan şeklinde ifade ediyorlar. Bir de “alet yapabilen hayvan…” diye tarif edenler var. Bizce de en doğru tarif sonuncusu; alet yapabilen… İşte, bu özelliğidir ki insan, aynı zamanda bir medeniyet inşacısıdır. Bu hususiyetini de bidayette, etrafını dolduran en doğal malzemeyi yani taşı kullanarak başlatmış olmalı, çaresiz; mesela, bıçak yerine kullanabileceği bir taşı kıymıklandırarak… O an, o bıçakımsıyla başlayan aynı zamanda “Taş Medeniyeti”dir. Ve bu medeniyetin en basit ürünü ise “bıçakımsı” olmasa bile, bir ucu keskinleştirilmiş, el büyüklüğündeki çakmak taşına bir sap takılmasıyla oluşturulan bir nevi balta olmalı. Buradan bakınca, burun kıvırarak adına “İlkel bir taş balta değil mi?” diyebileceğimiz bu alet, zamanında o kadar teknolojik bir vaka idi ki günümüzdeki en ağır silâhlara misal, toplara, tanklara ve bombalara denkti. İlerleyen zaman içinde güç, en çok baltaya sahip klanlara aitti ve onlar, en keskin taş kıymıklarının üretildiği çakmak taşı yatağının da sahibiydiler. Ve tıpkı Ortadoğu petrol yataklarına sahip olmak gibi bir şeydi, o çakmaktaşı yatağına sahip olmak. Doğal olarak devrin medeniyeti de o yatak etrafında ve yatağın sahiplerinin meşrebince şekilleniyordu.
Çağ geldi; “Baltalı İlah Zagor”un ve onun medeniyetinin sonunu ahşaba hükmedenler getirdi. Onlardan biri bir ilkbahar sabahında tahta tekerleği buldu. Ve böylece “Tahta Medeniyeti” yuvarlanmaya başladı. O ilk tekerlek, çağında motorun icadı gibi bir etki yapmış olmalı dünyada. Çünkü onun sayesinde insanlık, bir üst dereceye terfi ederek yeni bir medeniyet anlayışının temelini atmış oluyordu; işte, tekerleğin icadı, böyle bir anlama sahipti medeni insan yolculuğunda. Artık her şey daha kolay ve teknolojikti. Tekerlek beraberinde kağnıyı, at arabasını gide gide savaş arabalarını getirmiş oluyordu. Bunlarla birlikte sığırın, bizonun, eşeğin evcilleştirilmesi gerekecekti. Aile çoğalıyor ve horantaya öküzler, mandalar ve tek tırnaklılar katılıyordu ki bu insanın, daha evvel kendi gücüyle kotardığı işini motorlara yüklemesi gibi bir şeydi ve bir bakıma ademoğlunu, kendi işinin patronu ve yeni kölelerinin efendisi yapıyordu. Ayrıca, evcilleştirme işiyle birlikte insan, medeniyetinin altındaki sınırlı gücünü çekiyor ve kendi yerine, on adamın yaptığı işi bir çırpıda yapan mandayı ve sığırı koşuyordu. Doğal olarak, bu koşum, “Medeniyet Adımı”nı bir anda on katı mesafeye çıkararak “medeni adam”ın dünyevi deparını günümüzdeki otomobillerin süratine çıkarıyordu.
Yeni hızıyla beraber, Taş ve Tahta Medeniyeti’nin icra alanı olan Ortadoğu’nun dışına taşan insanlık, yavaş yavaş milletleşme yoluna girmiş oluyordu. Yeni yerleşim alanları, proto milletlerin hayatında, medeniyet malzemesi olabilecek yeni hammaddelerin keşfini de başlamış oluyordu.
İşte, böyle bir ortamda, merkezi Asya’da yaşandı sözünü edeceğimiz olağanüstü gelişme. “Proto Türkler” diye işaret edilen ceddimizin ilk temsilcileri, Sibirya Taygalarında tıpkı günümüz Eskimoları gibi ren geyiğini tanımış ve onu hayatlarının merkezine koymuşlardı hatta tarihler, babalarımızın bu dönem inancına ait bir “Geyikata”dan daha ileride ise “Geyik Suretli Tengri”den söz ediyor.
Her ne kadar, bazı yeni nesil tarihçiler, “Ergenokon Destanı” için bir Moğol söylencesidir; ulus devletin kuruluşu esnasında, resmi tarih oluşturucularının kök arayışlarına dayanaklık etmesi düşüncesiyle Türk tarihine monte edildiğini yazsalar da bir gerçeklik vardı ki o da Türklerin demirci oluşlarıydı. Biliyorsunuz Ergenekon destanının temelini demir, demirciler ve eritilen demir dağ teşkil etmektedir. Bu anlamda, taygalardan “Gurbet ele çalışmaya giden ilk gurbetçiler”in demirci ustaları olduğu ve bu ustaların, proto Moğol Kağanlarının demircileri olarak istihdam edildiklerini yazanlar da yine tarihçilerin kendileri.
Demir ve Türk… Tarih bunları birlikte zikrediyor. Bizim de dahil olduğumuz, söz konusu millet, günümüzde dahi çocuklarının adını Timur yani demir, Temuçin yani demirci koymaya devam ediyor ki bu isimlerin, arkaik zamanlardan kalma yadigar adlar olduğunda kuşku yok. Demir ile Türk’ün böylesine hemhal oluşunun mutlaka bir nedeni olmalı. İşte, o nedeni bize, Ergenekon Destanı anlatıyordu. Destanı, bir Moğol masalı kabul etsek bile adı Ergenekon olmayan bir başka hatırası olmalı atalarımızın hayatında. Ve o hatırada “kalkan yüzlü bozkırlılar” demir dağı eriterek ilk haddaneyi kurmuş ve ilk demir cevherini taştan ayırıp eline almış etmiş olmalı. Kısaca kimse “Demiri Türkler buldu.” demese de öyle! Demiri Türkler buldu.
Bu buluş, aynı zamanda yeni bir medeniyetin de doğuşuydu ve modası geçmiş “Ahşap Medeniyeti”nin temel malzemesi olan tahta, demir karşısında pes demeye ve demire devir teslim yapmaya hazırlanıyordu. Ayrıca, ayak sesleri duyulan yeni medeniyetin temel malzemesi olan demirin sahibi de artık bir klan ya da aşiret değil Türk milletiydi. Böylece, doğum sancıları körüklerin nefesleriyle çekilen yeni medeniyetin efendileri atalarımız olacaktı; aynı zamanda dünyanın yeni sahibi de kaçınılmaz olarak onlardı.
Burada duralım ve “Demir değil mi!” deyip geçmeyelim. Zamanımızın uranyumu ne ise, ilk bulunduğu devirde ve onu takip eden “Demir Medeniyeti” çağlarında en stratejik madde demirdi. Kutsal kitabımız Kur’an’ın bile üzerinde durduğu ve adına sure teşkil ettiği “hadid” yani demir, ne taşa benziyordu ne tahtaya. Öyle kıymetli bir malzemeydi ki onu, kimi hükümdarlar, ülkelerinin dışına çıkartılmasını bile yasaklamış; ortalıkta çar çur edilmemesi için ciddi önlemler almıştı. O cevherin ne kadar kıymetli olduğunu kimi tarihçiler, altınla karşılaştırarak anlatırlar. Zamanında, dünyanın bazı bölgelerinde alışverişte kullanılan demirin, oldukça revaçta bir barter ölçüsü olduğu da bilinen demir gerçekleri arasında. Bunun gibi o zamanlarda, en çok demir ocaklarına ve eritilmiş demir kütüklerine sahip olan ülkeler, en zengin ülkeler sayılıyordu. Demirden üretilen kılıç, kalkan, ok ve kargı temreni gibi savaş aletlerinin çokluğu, meydan harplerindeki nihai sonucu ve zaferin sahibini belirliyordu. İşte, bu paslı metalin stratejik değeri buradan geliyordu.
Türklerde demir vardı; en önemlisi “demir bilgisi” de mevcuttu. Zaten bu bilgidir ki onların “Medeniyet Sahibi” olmalarına yardım etti. Türklerin, paslı dağları hangi ateşle eritip demir elde ettiği bilinemedi zira 1200 küsur dereceye ulaşan ergime noktası sebebiyle doğal ateşe, “Bana mısın?” demeyen “Kutlu Taş”ı sıvılaştırmak veya yumuşatmak için ateşin güçlendirilmesi gerekiyordu ve bunun sırrı da Türklerdeydi. Öyle ki bu bilgi birikimi onları, demir hususunda tekelleştirmişti. Demirle birlikte ilk körüğü de icat etmiş olan “Bozkırlı Demirciler,” zaman içinde “Su verme bilgisi”ne de ulaşmış ve çeliğin sırrını bulmuşlardı. Şimdi sırada, bu zengin bilgi ile stratejik cevheri buluşturmak ve yeni medeniyete start verecek ürünü bulmak vardı. ilk kılıçlar ve benzeri harp aletleri peş peşe geldi ancak bunlar, medeniyeti patlatacak aparatlar olmada yetersiz kalmıştı. Başka bir şeye bir “medeniyet taşıyıcısı”na ihtiyaç vardı.
Bu arada… Türkler, ren geyiği ile geçen yüzyılların ardından atı evcilleştirmişlerdi. Koşun yoksulu “çıplak atlar” uzun yıllardan beri, Türk binicilerinin kahrını çekegeliyorlardı. Demir cevherinin Türk’ün hayatına girmesiyle birlikte at koşumlarında da gözle görülür değişimler olmaya başlamıştı çünkü demirin hayatı değişik sektörlerinde olduğu gibi bu hususta da kendini göstermesi kaçınılmazdı. Dizgin ve kantarma, atlara vurulan ilk demir aparatlar olarak atın kontrolünde epey kolaylık sağlamıştı fakat yine de yetersizdi. Sonunda beklenen oldu ve mahir bir demirci ustası, isli demirci dükkânında bir aparat dövdü. İlk bakışta bir işe yaraması kuşkulu olan bu aparata, “üzengi” adını veren ustanın en önemli buluşu, icat ettiği yeni aleti kullanacağı sahayı tespit etmesi oldu. Ve böylece üzengi, at eyerlerine uygulandı.
İşte, buydu beklenen teknolojik ürün ve sonunda bulunmuştu. Artık atlar çıplak değildi ve üzengi, at koşumundaki yerini alınca Türklerin hayatı değişti. Taygalılar ilk iş olarak, ren geyiklerini doğaya saldı ve Sibirya ormanlarını, bir daha dönmemek üzere geride bıraktılar. Lenger yüzlü süvariler, Orta Asya bozkırlarına çıktılar. Bu çıkış, aynı zamanda “Demir ya da Üzengi Medeniyeti”nin kozasını yırtıp insanlık âlemine çıkışıydı.
Bu durakta soru şu: Peki! Ne idi üzengiyi bu denli önemli kılan hususiyet? Cevap da bu: Üzengi vurulmadan önce at, kontrolü zor bir binitti sadece, öküz ve mandalar gibi yük taşımacılığında kullanılıyordu fakat o hususta da tercih edilir bir hayvan sayılmazdı. Hızlıydı ve bu sebeple daha çok sırtına binmeye müsaitti. Lakin çıplak atlar üzerinde koşmakta zorlanan binicilerin, bu hızlı hayvanlarla aralarının iyi olduğu da söylenemezdi. Üzenginin icadı, binicilere bayram ettirdi zira üzengiyle birlikte at üzerinde tam bir hakimiyet sağlıyor ve artan hızla birlikte düşme tehlikesini ortadan kaldırıyordu. Artık eskinin binicileri, at ve adamın asil birlikteliğini ifade eden süvari kimliğini kazanıyor ve yıldırımlarla yarışacak bir hıza ulaşıyorlardı. Bu, günümüzdeki hız rekoru kıran vasıtalara hatta jet uçaklara denk olma hâliydi ve insanlık, o güne kadar ulaştığı hızın belki de yüz katına çıkmıştı bir anda.
At sırtına perçinlenerek artan güveniyle birlikte Bozkıra çıkan Türkler, bir anda yeni yurdun sahibi olmuşlardı. Artık eski medeniyetin temsilcilerinden ve en güçlülerinden olan Çinliler, yüzbinleri aşan piyade ordularıyla medeniyetlerini ve ülkelerini koruyamayacaklarını anlamakta gecikmediler. Zira pantolonlu Türk bahadırları, üzerlerinde “cambazlık” yaptıkları, fırtınaya eş hızlarla koşan atları sayesinde koca Çin’e kafa tutar durumdaydılar.
Çare? Çinliler, zorunlu olarak ülkelerinin üst katını, boydan boya devasa bir duvarla çevirerek, kuzeyli akınlarına karşı koymaya çalıştılarsa da bu da bir önlem olamadı. Akıncılar, on bin kilometre uzunluğundaki devasa duvarı aşıp Çin’e girmeyi başardı hatta Çin’i ele geçirip başkent Hanbalık’ta bir türk hanedanlık bile kurdular.
Yeni medeniyetin kuş kanadı olan üzengi, sadece hız ve cambazlık yapmada işe yaramıyordu. vurkaç akınlarının dışında, meydan savaşlarında da fevkalade bir kolaylık sağlıyordu savaşçılara. Üzengiyi bir dümen gibi kullanan savaşçılar, altlarındaki atı, sadece bacaklarını kullanarak istedikleri istikamette kumanda edebiliyorlardı. Oysa üzengisiz atlara binenler, en azından bir ellerini atı yönlendirmede kullanmak zorundaydılar. Ani manevralarda da dengelerini bozup toynakların altına yuvarlanmaktan kendilerini alamıyorlardı. Bacaklarına dümen yekesi görevi veren ve ilaveten atlarının sırtında bir nevi cambazlık yapabilen Türk savaşçılar, iki elleriyle birden savaşırken, kalkan ve kılıç kullanarak hasımlarına karşı görünür bir üstünlüğün sahibi oluyor ve karşı muhariplerin savaşa dahil ettikleri tek elleri, sonucu belirlemede yetersiz kalıyordu.
Çin’den sonra “Yeni Medeniyet’in atlı kurucuları”nın etki alanı inanılmaz derecede genişledi ve dünya, bahadırların ayakları altında adeta küçüldü zira Türklerin atla bütünleştirdikleri bir başka koşum aparatı da naldı. İlk kez, üzengiye denk bir buluş olan “demir ayakkabı” ile nallanan atlar, günlerce koşsa da toynaklarında, herhangi bir deformasyon olmuyordu. Demir at ayakkabısı nal ile birlikte “Bozkır Bahadırları” önce İran’a ardından, Avrupa’ya sarktılar. Buralarda yaptıkları meydan savaşları, onlar için daha kolay kazanılır uğraşlar olmuştu. Çünkü dünyanın bu yanında, ordularda savaş arabaları kullanıyordu. Savaş arabaları kullanan orduların asker sayıları, Türk muharipleri karşısında bir anda ayrı yarıya düşüyordu. Zira iki kat koşulan ağır ve manevrası zor arabalarda yer alan iki askerden biri savaş dışı bir işle arabayı sürmekle mükellefti hatta bu itibarla kolay bir hedefti. Arabada harple görevlendirilen ikinci asker ise etrafında, adeta dans eden Türk atlı savaşçısı karşısında manevra yoksunu bir şaşkına dönüyordu. İşte, bu sebepledir ki Türk orduları, hep iki katı asker sahibi olan karşı güçleri ezip geçiyordu.
Taygalardan, atlarına binip huruç eden Türk süvarilerinin kantarma, nal ve üzengi üstünlüğüyle sağladıkları medeniyet koşusu Hunlar, Uygurlar, Göktürkler, Atillalılar, Gazneliler, Karahanlılar, Oğuzlar, Selçukiler ve Osmanlılar kimliğiyle tam iki bin beş yüz yıl, dünyanın dört bir yanında sürdü gitti. Bu arada on altı imparatorluk, onlarca devlet, yüzlerce beylik kuran, “Demir ve Üzengi Medeniyeti’nin kurucuları” geçtikleri her toprağa damgalarını vurdular. Bu damgalamada taş da kullanıldı, ahşap da demir de kâğıt da… Dünyanın doğusundan batısına kadar sayısız noktasında izlerini bıraktılar. Günümüzde hayranlıkla izlenen Demir Medeniyeti’nin eserlerini saymak bu makalenin alanını aşar. Bir ta doğudan Orhon Kitabelerini, bir orta mahal Hindistan’dan Taç Mahal’i, bir batıdan Edirne’deki Selimiye Camii’ni söyleyelim yeter; arayı siz doldurursunuz. Sert ve muhkem bir metale hükmeden “Demirin Efendiler”nin kalpleri pamuk kadar yumuşak olabilir mi; oluyormuş zira Medeniyetimizin adı sadece demir ve üzengi değil, başka adlarla da anılıyor: Su Medeniyeti, Vakıf Medeniyeti, Gönül Medeniyeti… Bu da bizden olsun; “Erdem ve Ahlâk Medeniyeti…”
Medeniyetler de tıpkı insanlar gibi doğuyor, yaşıyor ve ölmüyor ama Sahne-i Tarih’ten çekiliyor. Üzengi Medeniyeti’de doğdu, binlerce yıl yaşadı ve nihayete erdi. Onun n hakimiyeti, 1683 yılında Viyana önlerinde durduruldu; 99’da da nihayetlendirildi. 1701 itibariyle Üzengi Medeniyeti devir teslim yaptı ve yerini “Plastik Medeniyeti”ne bırakırken çok hüzünlüydü. Karlofça Antlaşması’nı imzalayan Osmanlı diplomatları arkalarına ve geride bıraktıklarına bakıp ağlıyorlardı.
Plastik Medeniyeti ve o medeniyetin şifreleri, ayrı bir makalenin konusu olacak inşallah!
Aydınlatıci bir yazı oldu benim için.tesekkür ederim.
sevgili ayşe elif, seni sevgiyle selamlıyorum. Üzengi, nal ve kantarmaya ek olarak kılıç teknolojisinin öncüleri olarak türklerle ilgi bir videomuz da ZÜLFİKAR adıyla yayında. Bir de ona kulak kabart hele…