Milletlerin kendilerini bir varlığa nispet etmeleri yeni değil; oldukça eski bir gelenek… Böylece geçmişte, üzerinde büyüdükleri bir kök bulmak ulusları, kendilerini tarif ve taltif etme noktasında önemseme anlamına geliyor. Hatta kendinize bir dipata/kökata bulamamışsanız millet sayılmıyorsunuz; daha doğrusu kendi kendinizi “Necip Millet” saymakta zorlanıyorsunuz. Bu yüzden, yeryüzünde –devlet kurmuş, kurmamış- her ırk, milli yolculuğuna bir çıkış noktası ihdas ediyor; işte, o nokta da Milletin Atası oluyor. Bu ihtiyacın kökeninde Yaratan’ın, insanoğlunun genetiğine kodladığı, sırtını yaslama gereği duyduğu ana-baba içgüdüsü yatıyor olsa gerek ya da bir başla açıdan, Hz. Âdem’le olan ezeli irtibat… Zira arkanızı vereceğiniz birisi varsa, kendinizi sağlama alıyor ve güvende hissediyorsunuz. Öyle anlaşılıyor ki bu kişisel duygu, toplumsal ölçekte de hissedilmek isteniyor ve “ata arayışı” başlıyor.

“Ademli devirler” de henüz milletler oluşmadığı ve aynı dili konuşan ve komşu arazilerde oturan, benzeş toplulukların, kendilerini “Ademoğulları” şeklinde tarif ettiklerini de sanmıyorum. Olsa olsa sulbünden indikleri elçiye “Adem babamız” diyorlardı; o kadar. Belki de ilk isimlendirmenin “İsim babaları” Habil ve Kabil oldular ancak “Habiloğulları ya da Kabiloğulları” etiketlerinin söz konusu iki kardeş zamanında yapılmış olma ihtimali bulunmuyor; bu isimler, onların ölümünden yüzlerce sene sonra takılmış olmalı. Tabi bu adlandırmalar, bidayette bir ırkı tarif için ortaya atılmış da değildi; insanlığın iki moral kanadını belirtiyordu: Kabiloğulları, babaları katil Kabil’in ahlâk düşkünü, suça meyilli oğulları olarak damgalanmışlardı. Bu suç ve suçlu prototiplerinin dışında kalanlar da masumiyetin sembolü olarak Habiloğullarıydı. O kadar!

dunya

İlerleyen zaman içinde Habil ve Kabil oğulları arasında birey ya da grup değiş tokuşu da olmuş olmalı zira her iki grup aynı kanı taşıyorlardı; onları ayıran unsur kan değil ahlâktı. Bu itibarla iki grubun, ahlâklı ve ahlâksız özellikleri, eşleşmelerle karışarak zaman içinde toplum, yeninden benzeşerek eşitlendi.

Bu durumda yeni bir ayrıştırma yaparak isimlendirme gerekti. Bu gereklilik, imanlılık ve imansızlık üstüne oldu zira Baba Adem’den bin yıllar beriye ulaşan insanlık, kan olarak Adem Oğlu ancak inanç olarak bir başka kulvardaydı artık. Bu kulvarı, Adem Tevhidi’ni bozarak, bizzat kendisi oluşturmaya başlamıştı. Bu başlangıç, peygamber ihtiyacını doğurduğu için Hazreti Şit’le birlikte bir altın zincir başladı. Böylece insanlar artık, “İnan/Mümin ve İnanmayan/Müşrik” ya da Kafir şeklinde isimlendirilecekti. Bu isimlendirme, Habil-Kabil kategorizasyonunda olduğu gibi günah-sevap tarifleri üzerinden yapılmıyordu; gayrı kategori belirleyen, Tanrı tarifiydi ya da Tanrı sayısı… Bu da insanları Mümin’in karşısında Müşrik ve Kafir şeklinde etiketliyordu.

Müminin, Müşrikin, Kâfurun ayrışması, azala çoğala Tufan’a kadar sürdü. Milattan Önce, on iki bin yılında yaşanan göksel Tufan olayı, Müşrikin ve Kafurun için tam bir sıfırlama ameliyesiydi. Ameliye esnasında yer ve gök yarıldı Müşrikun ve Kâfirunun kökü kazındı; Nuh’un gemisine sığınanlar, hayatta kalmayı başardı.

nuh_tufani

Ve safralarından kurtulmuş olan insanlık, ikinci devresine başladı. Bir yıl kadar (374 gün) süren Tufan evresinin neticesinde hayat, Cudi Dağı’nın etrafında yeniden başladığında İnananlar, ilk defa babalarının adıyla kategorize edildiler: Yafesoğulları, Samoğulları ve Hamoğulları… Yani ikinci ata Nuh’un üç oğlu Ham, Sam ve Yafes, insanlığın üç kolunun üç dipbabası olmuşlardı. “Babil Kulesi” hadisesi, bu yüzyılda yüzyıllarda yaşandı ve insanlar, o ünlü efsanevi kuleyi inşa ettikleri, son tuğlayı alem yerine koydukları ve en tepeye kutsal kargıyı diktiklerinin sabahı, yeni devreye uyandılar: Artık birbirinin dillerini anlamıyorlardı. Irklaşma süreci lisanlarla birlikte başlamıştı.

Birbirinin dilini anlamayan grupların bir arada yaşamalarının da gereği yoktu; bunun üzerine, aynı dili konuşan insan grupları, başka arazilere çekildiler ve böylece klanlar, birbirlerinden uzaklaştı. Yeni vatanlar, klanların hayatına yeni beslenme usulleri ve şekilleri getirdi; bununla birlikte kan değişimi de başlamış oldu zira gruplar, yaşadıkları coğrafyaların hususiyetlerine uygun olarak başka başka besinleri tüketmeye başlamışlardı.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz kanatindeyiz: Hazreti Âdem’in kan grubu sıfırdı, Nuh’un ve oğullarının da… Babil Kulesi olayının arkasından, Cudi’yi merkeze alan bölgenin dışındaki ikinci halkaya göçen insanların damarlarında zamanla “A grubu” kan dolaşmaya başladı. Çoğalan insanlık ve yaşanan göçler sonunda, ikinci halka coğrafyayı oluşturan klanlarda “B grubu” kan ortaya çıktı. Bu süreç, daha sonra ve daha öte ülkelerde “AB grubu” şeklinde devam etti. Bu sürecin bir başka izahı şudur: Kan grupları baskın olarak sıfır olanlar ilk ve en eski milletlerdir. A grubu kan taşıyan milletler ise ikinci oluşumun ürünüydü. Üçüncü grup milletler de B grubu kan taşıyanlar olarak değerlendiriliyor antropologlar tarafından. Hepsi bu! Yani insanlık tarihinde, O, A ve B grubu kan taşıyıcıları “ana yönler” gibi “ana milletler” olarak karşımıza çıkıyor. Kanı, AB olan milletler ise melez ırklar olup çok sonraları şekillendiler.

Bir ön bölümden devam edelim: Ayrı kıtaları yurt tutan Yafes, Sam ve Hamoğulları kendi gruplarının prototiplerini oluşturmak için uzun yıllara ihtiyaç duymadılar. Asya’ya giden Yafesoğulları, Promongol kalabalıkları oluşturdular ve bunlar, zaman içinde bir kez daha ve akraba uluslar olarak Protomoğol, Prototürk ve Protomançu olarak şekillendi. Daha sonra şahsi hususiyetlerini artıran proto gruplar Türk, Moğol, Mançu, Kore milletleri ortaya çıktı. Geride, El cezire bölgesinde kalan Samoğulları Protojudik halkları oluşturdular. İkinci hamlede bunlardan Arami, Fenike ve Mezopotamiler ortaya çıktı. Henüz İbraniler ve Araplar ana rahmindeydiler. Hamoğullarından şekillenen ilk insanlar ise Protoafrolar ve Protohindiler olarak doğuracakları milletlerin ana rahmi oldular. Protohindi rahim, bir sonraki aşamada Seylanileri ve Hint alt kıtasında sayıları binlere varan kavimcikleri doğurarak kendi milletlerini tarih sahnesine çıkardı. Protoafrolardan şekillenen ilk milletler ise Habeşiler, Koptiler ve Sudaniler olarak, insanlık ailesindeki yerlerini aldılar. Daha sonraki Afrika milletlerinin esmerlerine Koptiler, siyahlarına Sudaniler analık yaptı.

antik_goc

İnsanlık tarihinin, baskın olarak sıfır grubu kan taşıyan ilk ırkları artık yoklar: Hamoğullarının Mısırlıları, ünlü Piramitleri yaptıktan sonra kayboldu gittiler; Onların artıklarından Koptlar ve bir kısım zamanında Lebu olarak adlandırılan Berberyanlar kalmış olmalı. Samioğullarının Fenikelileri ve İyonyanları da tarihten silinenler listesindeler. Yafesoğulları yelpazesine ait Hititler ve Sümerler de daha sonraki ırkların oluşumunda kullanılan ardıl genler olarak tarihteki yerlerini aldılar.

Kur’an’ın verdiği haber, bize her kavme bir peygamber gönderildiğine işaret ediyor. Ancak burada sözü edilen “Her kavim” kanaatimizce A ve B grubu kan taşıyıcı ırklar olsa gerek. Zaten sıfır grubu, bizatihi Hazreti Âdem ve onun ikinci devre taşıyıcısı olarak Nuh’un “arkadaş”larına aitti. AB grubu milletlerin de üredikleri, A ve B sınıfı ırklara gönderilen peygamberlere tabi olmuş olsalar gerek.

Bu durakta; kimi milletler, hâlâ bazı peygamberlerle anılmaya devam ediyor. Mesela İbranilere İsrailoğulları deniyor. Malum olduğu üzere İsrail, İbrahimoğlu İshak’ın oğlu Yakup’un öteki adıydı yanılmıyorsam. Buna nispetle Arapların adı da “İsmailoğulları”dır. İsmail de İbrahim Peygamber’in iki oğlundan biri; diğer oğulun İshak olduğunu bir üst cümlede yazdık. Buna benzer bir örnek de Türkleri tarifte kullanılıyor ve din tarihçileri, Orta Asyalı Bozkır halkını “Nuhoğulları” olarak etiketliyor. İşte, kanaatimizce en ilginç olan isimlendirme bu: Nuhoğulları… Doğrudan doğruya ikinci ataya ısmarlanıyor Türklerin kimliği… Yahudileri tarif eden “İsrailoğulları”nın İsrail’i ve Araplara etiket olan “İsmailoğulları”nın İsmail’i, Nuh Nebi’den binlerce yıl sonra… Zaten bunların dışında, kendilerini Peygamberlere nispet eden başka ırk bulunmuyor. Mesela Hıristiyanlığa inanan onlarca milletten herhangi biri kendini “İsaoğulları” şeklinde tarif etmiyor. Hattızatında İsa Peygamber de bir İsrailoğlu…

Peki, neden Türkler, Nuhoğulları sayılıyor? İtiraf etmeliyim ki bilmiyorum. Malum olduğu üzere Türklerin kan grubu baskın olarak “A…” Yukarıda ortaya atılan nazariyeye göre, milletimizin kan grubu sıfır olsa sorunun cevabı kolaydı zira Nuh Nebi’nin grubunun sıfır olması iddiası meseleyi açıklamaya yeterdi. Soru şu: Grubu A olan bir ırk, neden grubu sıfır olan bir elçiye nispet ediliyor? Orta Asyalılara Nuhoğlu değil de Yafesoğlu denseydi bu paragrafı yazmaya gerek kalmayacaktı ama denmiyor. O halde?

Kanaatimizce sorunun cevaplanması hususunda iki görüş ortaya atılabilir. Bir: Yafes, Nuh’un oğullarının en büyüğü olmalı; Ham ve Sam kardeşler Yafes’ten küçük… Bu sebeple Baba Nuh’u büyük kardeş temsil eder ki bu durum, “İkinci Baba”nın unvanı büyük evlada miras kalmış demektir. İki: Eğer Baba’dan sonra nübüvvet oğullarının biri üzerinden yürümüşse bu oğul Yafes olmalı. Bu durumda Nuh Nebi’nin peygamberlik mirasının sahibi olarak Yafes, babasının adını taşımaya da hak kazanmaktadır.

Orta Asya Bozkırında yaşayan Nuhoğulları, ırklarının ilk örneklerini buraya taşıyan Yafes’i bu isimle tanımıyorlar; ona, Olcayto diyorlar. Üstelik bu isim yalın değil bir unvanı da var; Yafes’in tam adı Bozkırda “Olcayto Peygamber” olarak geçiyor. Bu durumda üst paragrafta söz edilen ikinci görüş önem kazanıyor ve gerçeği ifadede en yakın sav olarak ortada duruyor.

hun

Konuyla ilgili olarak bir başka durum daha var: Yafes’ten türeyen diğer milletlerin hiç biri “Nuhoğlu” unvanını kullanmıyor. Mesela Moğollar’ın böyle bir iddiaları yok; bunun gibi Mançuryalılar, Koreliler hatta aynı zincirin son halkası sayılan Japonlar, bu hususta gayet mütevazılar. Yalnızca Türkler, “İkinci Ata”ya nispet ediliyor. Bu da bir şeref tabi! Bu şerefi taşımamıza sebep de Yafes ya da Olcayto Peygamberin oğulları arasında en büyüğünün Türklerin atası veya adı Türk olan evlat olsa gerek tıpkı Nuh Nebi’nin üç oğlundan en büyüğünün Yafes olma ihtimali gibi… İlaveten, bu konunun tarifinde, Türklerin Müslüman oluşları önem kazanıyor da denilebilir. Zira diğer milletlerin Şamanist, Budist, Şintoist literatüründe herhalde Nuh Peygamber’den söz edilmiyordur. Veya edilmiyor mu? Tam bilmiyorum. Söz konusu inançlarda eğer bir “Tufan” varsa –ki olmalı- adı başka da olsa insanları gemisine doldurup mutlak bir ölümden kurtaran bir “Denizciata”dan haber veriliyor olsa gerektir.

Elbette, ırkçı bir yaklaşımla “Türklere tanrısal bir ayrım kayrım” çıkarmak değildir bu yazının amacı. Hele İsrailoğulları örneğinde olduğu gibi “Tanrının milleti” unvanının peşinde de değiliz. Bununla birlikte milletimize lütfedilmiş “Nuhoğulları” tarifini bir şükür nedeni saymakta da bir beis olmasa gerektir.

Bunca uzun bir girizgahın ardından gelelim bu yazının yazılış nedenine: Hiç yeni doğmuş bir bebeğe dikkatle baktınız mı? Buruş buruş teni ve esmer rengiyle ne kadar da benzer yaşlı bir adama! Yaşlı insanların zekâ yaşının, çocukların zekÂsına denk olduğunu da duymuş olmalısınız… İlkbaharda yeniden doğmaya hazırlanan ağaçların, sonbaharla birlikte ölmeye hazırlanan hâllerinin de birbirinin aynı olduğunu da fark etmemiş olamazsınız. Bu örnekleri şunun için verdim: Yaşayan her şeyin ölümü, doğumu noktasında oluyor. Yani insanlık, nerede nasıl doğmuşsa orada aynı şekilde ölecektir kanaatindeyiz. Malûmualiniz, Kıyamet’in güneş, yıldız, ay ve tüm evrenin tıpkı bir kitap gibi açılışına benzer biçimde sayfa sayfa “dürülerek” kopacağının haberi Kuran’i bir ifadedir yani evren bile ölüm anında, ilk biçimine rücu edecek, her şey “Big Kranch”la geri dönerek “Big Bang” başlangıcında başladığı gibi bitecek gibi.

Kur’an demişken… Yaklaşık, bin beş yüz yıl önce, Efendiler Efendisi, zamanın sonunun başladığını “Ahir zaman” adıyla haber vermişti. Ve aradan bunca devir geçti; zaman, dibe vurdu, vuracak… Hayatlar, astro fizikçiler tarafından bir buut olduğu bulunan dördüncü boyut yani zamanın içinde başlayıp bitiyor; bir bakıma etrafımızdaki her şeyin ömrü, zamanla belirleniyor. Öyleyse evrenin hayatının belirleyeni de bizzat zamanın sahibi ve ölçü olarak seneleri kullanıyor. Aslında evrenin ömrü aynı hâl içinde, bizatihi zamanın da ömrü demek oluyor. Buna göre, yukarıda değinildiği gibi zaman ve evren, “Big Bang” noktasında başlamıştı ve ardından uzun bir hayat yaşadı; şişti, genişledi. Gün gelecek genişlemesinin ya da olgunlaşmasının son noktasına ulaşacak. Ulaştığı uzaymekân, aynı zamanda sonun da başlangıcı olacak ve gerisin geri bir düşüş başlayacak ta ki kainat, ilk durumuna ulaşıp başladığı gibi ve başladığı yerde ölene dek…

Tabii ki biz, bu yazının muhtevasında evrenden değil dünya yüzeyindeki insanlıktan, insanlığın da Tufan’dan sonraki ikinci yaşam evresinden bahsediyoruz. Nuh Peygamber’le yeniden doğan insanlık uzunca bir süre ileri doğru yaşadı, Neşvünüma buldu ve dünyanın dört bir yanına serpildi. Haber-i Son Nebi’ye göre, bin beş yüz yıl önce de geri dönüş başladı. Sözünü ettiğimiz, bir bakıma insanlığın Big Kranch’ı… Yukarıda verdiğimiz örnekler muvacehesinde sonlanma nerede noktalanacak? Tabii ki başlangıç istasyonunda; değil mi? Bu durumda son adres belli: Cudi Dağı ve etrafında, Nuh’un zaferiyle ve bir gemide… Dağ belli, Nuh Nebi yerine onun oğulları arasında dip dedesinin adıyla anılanlar yani ilk Türkler mirasçı… Geride bir gemiye ihtiyaç duyuluyor. Peki, nerede o gemi?

Her şeyin doğrusunu bilene şükredip “Gemi meselesi”ni bir başka yazının konusu yapacağımızı söyleyerek noktalıyoruz yazımızı.

Twitter : https://twitter.com/a_yozgat - Facebook: https://www.fb.com/Ahmet-Yozgat-125248547525424

Bir yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.