Büyük Seçuklu Devleti

Günde en azından bir kez etrafından geçtiğim bir mimari yapı tamamlanmak üzere başkentimizde. Merkez İmam Hatip Lisesi… Gerçek adıyla Tevfik İleri Anadolu İHL… Üç yıldan beri süren inşaat bugünlerde hitama erdi erecek. Şu sırada, “yağız Anadolu ameleleri” çevre düzenlemesi işiyle meşguller. Yanında bir de uygulama mescidi yapılıyor; onun bir miktar işi var daha. Devasa bir yapı olan lisenin en belirgin özelliği, mimari ekol olarak “Beni Selçuklular yaptı!” diye bağırıyor olması: Tam bir Selçukoğulları Sarayı görünümünde…

Farkında mısınız bilmem son on yıl içinde Milli Eğitim Bakanlığı, “Kibrit kutusu mimarisi”nden vazgeçti; yeni binalarında Selçuki tarza döndü. Galiba bu tarzın şahikası da Tevfik İleri…

Ahmet Tevfik İleri
Ahmet Tevfik İleri

Konuya girmeden önce bir bilgi verelim; Tevfik İleri’yle ilgili olarak. Zira kurduğumuz tarihsel bağlarda o ve onun temsil ettiği anlayış da şifreleri okumamıza katkı sağlayacak… Tevfik Bey, Demokrat Parti iktidarının bakanlarından. İştigal sahası Milli Eğitim. Zaten bu okula isminin verilmesi de eğitimciliğinden… Anlaşılan o ki Ankara Merkez İHL’si de onun devr-i vekaletinde yapılmış. Lise, İleri’nin yaptırdığı “delikli kibrit kutusu” binaları içerisinde elli yılı aşkın “Deliksiz nesil”lerin yetişmesine öncülük ettikten sonra birkaç yıl önce ömrünü tamamlayarak yıkıldı ve halefine meydan açtı. Aynı arsanın üzerine, kendisi de bir İHL’li olan Erdoğan’ın başbakanlığı sırasında başlanan kampüsün yapımı, bu ders yılında tekmil oldu. Sarı kesme taşlarla kaplanan duvarları ve Selçuki tarzıyla eski mekÂnından ve “küllerinden” yeniden doğdu. Hayırlara vesile…

Toprağın Anası Selçuklu Baba

Devam edelim… Bu topraklar üzerinde kurulan, başta Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere pek çok devletin anası olan Selçuklu İmparatorluğu, en çok öykünmemiz ve sahiplenmemiz hatta rabıta kurmamız gereken idareydi zira… Her şeyden evvel araziyi bize kazandıran, bu kazanımı Malazgirt’te başlatarak Miryakefalon’da perçinleyen onlardı; canlarını verip kanlarını akıtarak sebil misali… “Şeytan Türkler” etiketiyle hedef tahtasına koydukları atalarımızı, “Kutsal topraklarımız”dan atmak üzere sürüler halinde Ortadoğu’ya akan Haçlılar’ı, Anadolu üzerinde eriten de Selçuklulardı. O vuruşmalarda kendileri eriselerdi ne Osmanlı, ne Türkiye ve ne de onlarca “Beylik Devleti”nden söz edecektik tarih ve biz… Buralarda Türklük ve Müslümanlık’ın izine dahi rastlamak mümkün olmayacaktı. İddianın en büyüğünü yapalım: Bin yıla girerken, Hazar Denizi’nin kuzeydoğusuna hükmeden Oğuz Yabgu Devleti’nin Şamanist boybeylerinden Selçuk Bey, bir sebepten ötürü kağanla anlaşmazlığa düşüp kendine bağlı Oğuz grupların yani bizim dipatalarımızı peşine takıp Maveraünnehir bölgesine inmesi ve yüz yaşına yaklaşırken Müslümanlığa geçmeseydi ve bağlı Oğuz boyları, Müslüman olan beylerini takip ederek, binlerce çadırlık halklarıyla aynı günde “La ilahe illallah!” demeseydi… Allah korusun! Söylemeye dilim varmıyor ne Orta Asya İslamiyet’le tanışacaktı ne Anadolu… İran ve Arap coğrafyasının Kuzey arazisi yani Suriye ve Irak, Sefevi İran’ın, tekrardan eline geçecek ve Müslümanlıktan bozma bir Zerdüşt Manicilik’inin pençesinde kaybolup gidecekti. İslamiyet’se Arap yarımadasında büzüşüp tipik bir “Elcezire dini” hâline dönüşecekti. Ancak “Her Şeyin Sahibi Olan”ın hesabı böyle değildi ve öyle olmadı.

Büyük Seçuklu Devleti
Büyük Seçuklu Devleti

Yüce Rahman, hesabını Selçuklular eliyle hayata geçirdi; Oğuzlar, ilahi takdire sebep oldular. Allah’ın dediği hayata geçti.

Anadolu’nun Babası Kutalmışoğlu

Afganistan, İran, Irak, Suriye ve Anadolu’yu içine alan Büyük Selçuklu İmparatorluğu da her fani gibi gün geldi, vadesini tamamladı. Önce parçalandı sonra her parça, sırası geldiğinde tarih sahnesinden çekildi. İşte, bu parçalardan bizim payımıza düşen Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın devletiydi ve tarih onu, “Anadolu Selçuklu Devleti” adıyla etiketledi. Kutalmışoğlu Devleti’nin Başkenti Konya’ydı ve devletin sultanları, Anadolu’nun tam ortasında oturuyorlardı. Anadolu’nun demir kapısın bize açan Alparslan Han’ın 1071 yılındaki mübarek zaferinin ardından, çok değil on yıl sonra kurulan “Kılıçaslanlar devleti” yaklaşık yüz elli yıl kadar yaşadı. Karşısına, devasa Bizans orduları dikildi; üzerinden Haçlı sürüleri geçti fakat yıkılmadı. Ancak yoruldu. Onun yorgun bedeni, bir başka Orta Asyalı savaşçı olan Cengiz’in, ana hattı Türk olan devasa ordusuna dayanamadı.

Türk-Moğol saldırısıyla perdeyi kapamak zorunda kalan Selçukiler, yerlerini beyliklere bıraktılar. Bu beyliklerden biri de Kayıoğulları’na aitti. Kayıoğulları, büyük beylerinin adını alarak tarih sahnesine çıktıklarında Bilecik’in küçük bir kasabasını başkent olarak kullanıyorlardı. Anadolu’nun en uç noktalarından birinde, Asya’nın bitip Avrupa’nın başladığı topraklara sığmayacaklarını anlayınca gözlerini Bizans’a diktiler. İlk fırsatta Balkan Yarımadası’na atlayıp Bizans’ı arkadan kuşattılar. Bin beş yüz yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu, bir site devleti küçüklüğüne mecbur ettiler. Bizans’tan kopardıkları Edirne’ye taşıdıkları başkentleriyle birlikte, kendilerine yeni bir rota çizmiş ve “Kızılelma”larını başka coğrafyaların hedefinde arayacaklarını göstermişlerdi. Bir bakıma onlar, Anadolu’daki “Kutalmışoğlu mirası”na talip olmadıklarını deklera ediyorlardı, soydaşlarına ve tüm dünyaya. Hülasa, Kayıoğullarının kara gözleri Hıristiyan Bizans’ın terekesindeydi. Edirne’nin fethiyle başkentlerini, Avrupa Kıtası’na taşımaları bunun işaretiydi. Onlar artık Balkanlıydı, Anadolulu değil… Ölünceye kadar da öyle kaldılar yani Balkanlı. Bu nedenle tarih analizcileri onlardan söz ederken “Avrupa Selçukluları” demediler; “Müslüman Bizans” adını daha uygun gördüler. Konya saraylarındaki ölümünden sonra Selçukluların ruhu, Avrupa’ya taşınan Osmanlıda değil yine Konya’yı başkent yapan Karamanoğullarında yaşadı lakin “Mülkün sahibi” Karaman Beyleri’ne “Yürü ya kulum!” dememişti.

Anadolu Gömleği Yerine Balkan Gömleği

Gelibolu’nun Çimpe Kalesi’ne ayak bastıkları anda “Anadolu gömleği”ni soyunan Osmanoğulları “Balkan gömleği”ni sırtlarına geçirmişlerdi. Hem de üzerindeki “Salip arması”na bakmadan… Yüzlerce yıl, o armadan rahatsızlık duymadan Balkan gömleğinin içinde, Müslüman olarak yaşadılar lakin koyunlarına “Gavur kızları”nı almakta, hanedanlarını devşirilmiş Hıristiyan çocuklarına korutmakta ve idareyi “Akıllı dönmeler”e teslim etmekte de bir beis görmediler.

Osmanoğullarının işbirliği yaptığı, “Kripto Salipoğulları” samimi Müslümanlar da olsalar Selçuklu’nun bakiyesi sayılan Anadolu’yu ve Anadolu milletini, kendi varlıklarına bir tehdit olarak gördüler ve her fırsatta “kuyuladılar” o babayiğitleri. Haddızatında, onların karşı oldukları Anadolu halkı değildi; “Anadolu Selçuklu Ruhu”ydu. “Balkan ya da Bizans Osmanlı Gücü”nü kullanarak patronlarının kökleriyle irtibatını koparıyorlardı. Her, kökle gövdenin buluşma içgüdüsü teşebbüsünde, tüyleri diken diken oluyor ve “Urun Celaliye!” naraları arasında soluğu eski Selçuklu topraklarında alıyorlardı.

Zamanla “Şimşirlik daireleri”nde birer mahkuma çevrilen şehzadeler ve mahkumiyetleri sarayın “Birun odaları”nda devam eden padişahları oyuncak gibi oynatan “Devşirme Oligarkları” devlet varidatını, birer mirasyedi hovardalığıyla har vurup harmana çevirdiler. Gün geldi, yüzlerce yılın birikimini iflas ettirdi ve devleti dibe vurdurdular. Bu yağmaya ne olsa dayanamazdı; doğal olarak Osmanlı da “derin çapul”un altında kaldı ve 20. Yüzyılın başında emaneti teslim etti Mülkün Sahibi’ne. Maalesef, Balkan Osmanlısı yıkılmıştı hem de ana arazisi Balkanları, sekiz on sene içerisinde taşıyla toprağıyla kaybederek. Kendi deyimleriyle dört yüz yıllık “Rumeli” iki kalemde çıkmıştı elden lakin “Rumelili” olduğu gibi duruyordu; bilgisi, görgüsü, devlet tecrübesi, amiri, memuru, paşası, askeri, zengin alışkanlıkları, iflası ve en önemlisi devlet yönetme hırsıyla… “Rumeli Sultanı” da yanlarındaydı. 1918 yılına gelindiğinde elde vardı Anadolu… Yani Osmanlı yoktu lakin altı yüz yıl evvelinin Oğuzları ve Selçukoğulları, kadim topraklarında duruyorlardı hâlâ.

“Boş Ver Rumeli’yi Anadolu Yeter Bize!”

Üst bölümün son cümlesinin nihayetinde “Selçukoğulları kadim topraklarında duruyorlardı hâlâ…” dedim ya yanlış söyledim; düzeltiyorum: “Selçuk kızları, kadim topraklarında duruyorlardı hâlâ…” Evet, o vakitler Anadolu, bir kızlar ve kadınlar ülkesiydi. Onların dışında erkek namına üç beş “erkekten kesilmiş” erkeğimsi ve kasabanın/köyün delileri vardı, çocuk dahi yoktu. Öylesine kurumuştu/kurutulmuştu “er damarı.” Yani köyler tarla doluydu lakin tohum yoktu.

Zaten nüfus ne kadar ki? Tüm Osmanlı mülkünde altmış milyon ya var ya yoktu; hepsi o kadar. Siz varın Anadolu’yu düşünün; beş milyondan çok, on milyondan az kelle… Yıllar sonra, Cumhuriyetin onuncu yılında “Rejim çalgıcıları” göğüslerini gere gere “On üç milyon genç yarattık her yaştan!” diye diye marş yazmışlardı, bir gerçeği anlatarak.

Ersiz kızlar ülkesi, öksüz Anadolu… Belki, bidayette herhangi bir art niyet yoktu “paşazadeler”de; evet evet yoktu. Ancak savaşın ve memleketin dibi göründüğünde bir projeye dönüşmüştü sanki “Ersiz kızlar ülkesi…” Hain projenin özü, “Anadolu’daki erkek kökünü ve er damarını kurutmak” gibi bir şeydi.

Ne kolay şeydir, “bozuk para”yı harcamak; değil mi? İşte, “Rumeli başefendileri” tıpkı bozuk para harcar gibi önce memleketin taşını toprağını harcamış; bu arada, “Anadolu erkekleri”ni coğrafyanın dört bir yanına saçıp savurmuşlardı; hem de “Biz size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyoruz!” benzeri cümleler sarf ederek… Söz vatan olunca, dört bir cephede “Rumeli paşaları” o şartlarda bile şekerli kahvelerinden vazgeçemezken “Karayağız Selçukoğulları” kanlarını ve canlarını kara satha sermekten çekinmemişlerdi. Sadece Çanakkale’de 250 bin can… Arkası çorap söküğü gibi gelmişti; Alman ve Rumeli Paşaları, Osmanlı subaylarıyla bir olup “Kılıçarslan Evlatları”nı Filistin, Yemen, Irak, Mısır hatta üzerimize vazife olmayan Galiçya adlı Polonya cephesinde, ellerindeki paslı kamalarla çelik kılıçların önüne atmışlardı. Bu hovardalık sonunda, tam bir “Asker ambarı” olarak algılanan Anadolu köylerinin erkekleri hızla tükendi; hem de çocuklarına kadar. Büyük kırımın artıkları, Kafkasya Cephesinde kara kışın dondurucu kucağına atıldı ve doksan bin Anadolulu tek kurşun sıkamadan “telef” edildi; “Sarıkamış’a girilecek!” emrini imzalayan Alman Genel Kurmay Başkanıydı. Zaten o sırada Osmanlı “Genkur” Başkanı da Cermen kanı taşıyordu. Adı da bilmem ne von… Adı batasıcanın!

Paşazadeler İçin Az Olsun, Onların Olsun

Bitmedi… Kazanın dibi Milli Mücadele harcandı gitti. Geride ne kaldı? Kadınlardan müteşekkil Anadolu arazisi ve “sahte zaferlerin komutanı” olarak Osmanlı paşazadeleri… Onlar açısından şimdi sırada, dört yüz yıl süren “devşirme operasyonu”nun öcünü almak vardı. Önce Osmanlı Sultanı ve kargosundan kurtuldular sonra da “Selçulu”nun üzerine çöktüler; Osmanlı’nın Düşmanı’nın müsaade ettiği ölçüde bir haritaya razı oldu ve “Bir padişah tahtına bin kişi oturdu”lar. Balkan ve cihan harplerinde bozuk para gibi harcadıkları Anadolu erkeklerinin geride bıraktığı ana, avrat, bacı ve beş on ihtiyarla üç beş delinin üzerine “Rical-i devlet” oldular. Ümmi kıraç kadınlarının nereden haberi olacaktı “yukarılarda” olup bitenlerden; erkek olarak son günlerini sayan ihtiyarlarınsa ne dişleri kalmıştı ne “kuş”ları. Anadolu’nun artık erkekcikleri sayılan deliler, meczuplar ve özürlüler her daim olduğu gibi dünyaya kalın bir buzlu camın arkasından bakıyorlardı.

En kötüsü; kadınlar kocasız kalmışlardı ve nesil kesilmişti; tarla ürün vermiyordu. Bakiye olarak, ne yeni devleti bekleyecek silâhlı güç ve ne de sistemi çevirecek memurin takımı vardı. Ankara’yı mekan tutan “Rumeli aklı” bu eksiği, eski diyarlardan karşılamayı akletti; Mübadele ile Rumeli’den ne bulurlarsa tutup getirdi ve kendi köklerinden kadro kurdular. Bu arada kökleri, 1071’den önce Anadolu’ya gelmiş ve Ortadoks dinine girmiş olan, yanlışlıkla “Rum” diye isimlendirilen “Arkaik Türkler” ya da Bizans’ın deyimiyle “Türkos”lardan da kurtulmuş ve onları yeni ele geçirdiği topraklara yerleştirecek nüfus bulamayan Yunanistan Krallığına teslim etmişlerdi. Sonuçtan iki devlette memnundu. Memnun olmayan sadece “Anadolu Selçukileri” diyemiyorum zira ummi kadıncıkların gözü kulağı dış dünyaya o kadar kapalıydı ki… Evsiz kalmış evlerini döndürmenin ağır yükü altında kendilerini bile unutmuşlardı zavallılar… Ah! Ah!

Tarla Bir Yana, Önemli Olan Tohum!

Biz, köylü çocuğuyuz; biliriz! “Kültürtohum”dan söz ediyorum. Ne dedik ara başlıkta: Tarla o kadar mühim değil; toprağa hangi tohumu atarsanız ürününüz o kalitede gelir elinize. Bunu bilen bilge Anadolu köylüsü, “has tohum”a ihtiyacı olduğunda, çuvalındaki “kötü ya da kırık tohum”u tarlaya atar ve bekler. Doğal olarak, ilk dönemde tarladan zayıf başaklar biter. Ancak aralarında tek tük “sağlam başak” da boy atar tarlada. Onların, tane sayısı daha fazla, boyları uzun ve tohumları iricedir. Olgunlaşma esnasında köylü, eline makası alır, sağlam başakları tek tek kırpar; dibekte ezer ve bir çıkın tohum elde eder. Ertesi yıl, kültürlemeye devamla çıkındaki tohumu tarlasının belli bir kıyıcığına tekrar eker. O yıl çıkan başaklardan bir seçme daha yapar. Bir yıl sonra seçilmiş tohumları bir kez daha atar toprağa. Artık istenen kaliteye ulaşmıştır yani hastohuma… Birkaç yılını da onu çoğaltmaya harcar ve sekiz on yıl sonra istediği özellikte ve ölçekte tohumu elde eden “Bilge Anadolulu Köylü” amacına ulaşmış olarak tüm tarlalarına “has tohum” eker, sağlam ürün alır. İşte, çiftçilik budur.

Anadolu Tarlasının Tohumu

Biz köylü çocuğuyuz; biliriz. Yukarıda anlattığımız tohum kültürleme aynen insan nesli için de mer’idir. İnanmıyorsanız açın bakın, Mendelyef’in Genetik Kanunlarına. Ayniyle vaki olduğunu göreceksiniz.

Zavallı Anadolu kadınları! Yüz yıl evvel tohumsuz tarlalar gibi kuruya kalmışlardı. Memleketin “karayağız evdeşleri ve yavukluları” cephelerde çarçur edilmiş; olan, gelinlere olmuştu. Şimdilerde gelinler, öksüz öküzlerinin yanına koşulmuş, erkek işi yapıyorlardı. Bozkırın ağır hayat şartlarında bedenleri gibi ruhları da ezim ezim eziliyordu. Onlar açısından bu ağır yükten kurtulmanın tek yolu vardı; kargoyu, güçlü erkeklere teslim etmek… Ancak etrafta evlenebilinecek güçlü er yoktu ki. Dört bir yan ya ihtiyar ya da delilerle doluydu. Bu bakımdan, yatağa ısıtacak iki seçeneğin iki ucu da gübreli değnek gibiydi. Buna rağmen yapacak bir şey yoktu. Çaresiz kadıncıklar, bu seçeneklerden birini tercih ettiler ve her iki durumda da “Kadın tarlaları” zayıf ürüne gebe kaldı. Yıllarca tarlalar genetiği eksik ürün verdi. Arada tek tük çıkan sağlam başaklara bakıyordu her şey. Geleceğin onlardan üremesi şarttı ancak bunun için zamana ihtiyaç vardı. Güçlü tarlalardan ortaya çıkan “zayıf genetikli ürün”ü kültürleyip sağlam tohuma ulaşmak tam doksan yıl sürdü. Nesil, her evlilikte biraz daha düzele düzele normale erişti ve geldik 2014’e… Şükür nihayet!

Sağlam Tohum Devrimi

Doksan yılda kendini kültürleyen Anadolu evliliklerinin “sağlam evlatları” artık kendi ülkelerinin dizginlerini eline geçirmiş ve en tepeye tırmanmış durumdalar. Bu Anadolu’nun Rumeli’ye karşı kazandığı gecikmiş zaferidir. Bu Selçuklunun, Balkan merkezli “Müslüman Bizans’a” karşı üstünlüğünü ilân etmesidir. Bu Anadolu’nun “Kadim kök”üne sahip çıkmasının adıdır. En önemlisi kadim kökün evlatlarının “derin genetiğini” fark etmesi ve bu anlamda bir “Anadolu Rönesans’ı” başlatmasıdır. Evet, “yoz kültür”ün doksan hatta komployu 1839 Tanzimatizm’in den başlatırsak yüz kırk yıllık işgalinden kurtulma dönemini başlatmış olan “Rönesans”tan söz ediyoruz, Milli Rönesans’tan…

Bu paragrafta yazmadan geçemeyeceğim bir şey daha var: Yeni Türkiye’ diye tarif edilen Selçukoğullarının formatlayacağı devletin, yeni evresine “günaydın” dediği bu yıl başbakanlık koltuğuna bir “Karamanlı” nın oturtulmuş olmasını tesadüf sanıyorsanız yanılgıdasınız. Etrafımızda Karamanoğlu Mehmet Bey’in ruhu dolanıyor da haberiniz yok! Kulak verin derin Anadolu bilgeliğine ve dinleyin: “Bundan böyle dergâhta, bargâhta Turkuvaz lisanından başka söz söylenmeyecek!”

Gazi’nin Mahallesi Parantezde

Ankara’da oturanlar bilir Gazi Mahallesi’ni; Çiftlik diyenler de vardır bu mahalleye… Ankara’nın genel bütünlüğünden ayrı, tek başına bir kasaba gibidir. Atatürk Orman Çiftliği’nin kıyıcığına kurulmuş olan bu mahalle, kurulduğu yıldan beri “Anadolu Havası”ndan bağımsız; rejimin “sakalsız bıyıksız mütekaitleri”nin sakin bir emeklilik geçirmek için tercih ettikleri müstesna bir yerdi. Üstelik, rejimin ilk fabrikası sayılacak şarap imalathanesine ev sahipliği yapıyordu. İmalathane zamanla büyütülmüş ve işletmeye Bira ve Malt Fabrikaları da eklenmişti. Eski ismiyle Reji’nin yani Alkollü İçkiler Tekeli’nin temeli Gazi’deydi. Ülkenin bayramlarında ve balolarında burada üretilen alkol tüketiliyordu. Fabrikaların yanı başında “Atatürk Köşkü”nün ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun Kız yurdunun da bulunduğunu unutmadan söylemiş olalım.

İşte, Anadolu Rönesans’ının mimari uygulamaları buradan, Gazi Mahallesi’nden başlatıldı. Yazının başında sözünü ettiğimiz Tevfik İleri İmam Hatip Lisesi, mahallenin doğu girişinde yer alıyor. Lisenin simetriğinde, mahallenin batı yakasında bir başka yapı bugün yarın tamamlanmak üzere. Çevre düzenlemeleri yapılıyor. Açılışı Cumhuriyet Bayramı’nda yapılacak; siz, bu yazıyı okuduğunuzda açılmış olacak.

Selçuklu mimarisinin özelliklerini taşıyan batı yakası yapısı, inşaatının başladığı günden beri; “Yeni Başbakanlık Sarayı” olarak biliniyordu. 10 Ağustos’tan sonra işlevi değiştirildi ve “Cumhurbaşkanı Sarayı” olarak kullanılacağı açıklandı. Açılış davetiyelerinde de adının “Aksaray” olarak belirlendiği öğrenilmiş oldu. Yani mahallenin doğusunda yükselen “Selçuklu tarzı” yapının eğitiminden geçen 12. Cumhurbaşkanı, batı yakadaki bir başka Selçuki yapıda oturacak ailesiyle beraber. “Başkan”ın Oval Ofisi de kampüste yer alacak tıpkı “Beyaz Saray” örneğinde olduğu gibi. Sonuç olarak Selçuki tarz, Gazi’yi paranteze almış durumda… Ha, unutmadan; Pembe Köşk de resmi kabullere ev sahipliği yapacak deniliyor; Başbakanlık konutu olacak diyenler de var. Artık kısmet neyse…

Bu arada bir haber daha vereyim Gazi Mahallesiyle ilgili olarak: Mahallenin kokoreçleriyle ünlü, şarap fabrikası meydanında yer alan ve ahşap malzemeyle inşa edilmiş olan “Gazi Köşkü” çöktü çökecek; o kadar bakımsız yani… Selçukluların, vefalı davranarak oraya el atacağı inancındayım. Her şeye rağmen köşk, yeniden ayağa kaldırılmalı ve müze hâline getirilmeli diyorum. Eğer mahallede bir temizlik gerekiyorsa Şarap fabrikası yıkılmalı ve etrafta devam eden “Anka Park” arazisine dahil edilmeli. Bir de çocuk yuvasına dönüştürülmüş olan kız yurdu var. Orası da “Köstü evleri”ni andıran binacıklardan kurtarılıp harika bir Selçuklu görüntüsüne kavuşturulmalı. Oldu olacak bir öneri daha yapalım: Gazi Mahallesi’nin üç katlı apartmancıkları Selçuklu mimarisinin en müstesna örnekleriyle yenilenmeli ve semtin adı “Selçukbey Mahallesi” olarak değiştirilmeli. İşte, o zaman bu yazının bir anlamı olur; Anadolu Rönesans’ı buradan ve kendisini Selçuki tarifle başlatmış olur.

Son bir öneri daha yaparak bitirelim yazımızı: Ders kitaplarında Selçuklu Devletlerini anlatan bölümler Osmanlı’ya ayrılan sayfa sayısına ulaştırılmalı ve 26 Ağustos, “Malazgirt Bayramı” olarak kutlanmalı. 1071’in yıl dönümü olarak 2071’in hazırlıkları şimdiden başlamalı zira bu tarih bizim için en az 2023 kadar önemli. Haydi iş başına Selçukoğulları!
***

Tüm dünyadan tarihi bilgiler, satır araları, arka planlar vereceğiz ve günümüze bağlayacağız. Bir bakıma tarihin güncel yorumunu yapacağız.

Bir yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.