Yazıya, başta kendim olmak üzere, -elçileri hariç tutarak- tüm insanlara hakaret ederek başlamak adabımuaşerete uymaz biliyorum fakat yine de mi özür dilemiyorum Homo Erektus’tan. Yazının girizgâhı bu…
Bir ağabeyim var saygın biri… Adını bir türlü öğrenemediğim ve çoğunlukla hatırlayamadığım için “Üstat” deyip geçiştiriyorum. Böylece, hem onu prestijli bir yere oturtuyor; hem de kendi “hımbıllığı” mı örtbas edip komik olmaktan kurtuluyorum. Böylesini size de öneririm zira iyi bir yöntem!
Az buz değil altı aydan beri tanıdığım üstatla kısa ve ayaküstü kaçamak sohbetler ettiğimiz oluyor. Buna rağmen, birbirimizin farkındayız, sıklet anlamında yani… Zira ekran karşısında seyircisiyiz tv programlarımızın yani ayaküstü konuşsak da beyin muhteviyatımızı biliyoruz. Bu sebeple karşılıklı konuşmalarımız da “mor ötesi…”
Son kaçamaklarımızdan birinde, laf arasında, bir şey söyledi ya da sordu bana Üstat: “İnsanın beyinsel birikimi, ölünce yok oluyor; yazık değil mi?!”
Bu hayıflanması ile Üstat, şöyle demeye getiriyor: Bilgi birikimi çizgi üstü bir bilgin, arifan irfanını haiz bir bilge yaşadığı uzun yıllar ve üstün zekası nedeniyle onca “data”nın sahibi olmuşken, bir bakıyorsunuz, belki bir kaza sebebiyle birdenbire dükkânı kapatıyor. Bayağı bir eğitim, araştırma ve çaba nedeniyle üstelik ciddi bir harcama yapılarak biriktirdiği bilgi koleksiyonunu da sonlandırmış oluyor. Yakınları gömüyorlar onu ve böylece şahsi bilgisinin deposu olan beynini de toprağa teslim ediyor ve elden çıkarıyorlar. Ne kadar yazık! Bu depodaki bilgi ve bilgeliği ölüm anında ele geçirmenin imkanı yok mu? Ya da kopyalayıp almanın…
Mesela, kalp, böbrek, karaciğer gibi organların nakli yapılıyor da neden beyin nakli yapılmıyor? Ya da böyle bir nakil mümkün mü?
Evet; bizim Üstat, aşağı yukarı böyle demeye getiriyor. İlginç değil mi? Doğal olarak o, böyle düşünür ve söylerken masasının üzeri boş değil; bilgisayarı var. Yani mesleki bilgisini depoladığı cihaz da ona bakıyor hatta böyle düşünmesine sebep oluyor. Zira o plastik depodaki bilgiyi sık sık kopyalıyor, yedekliyor ve koruyor. Bununla kalmıyor; cihaz ihtiyarlayıp da değişme zamanı gelince üstat, plastik deponun tamamını yeni makinesine yükleyerek, kaldığı yerden devam ediyor işine. Eskiyen bilgisayarını da bir nevi mezarcı sayılabilecek hurdacıya veriyor; beyni boşaltılmış bir naylon ve bakır kablo yığını olarak. Sonra da dönüp bana soruyor: “İnsanın beynindeki bilgiyi ölmeden evvel kopyalayıp almanın imkânı yok mu?” diye…
Üstat’ın ilginç merakını giderememiştim o gün çünkü zamanım dardı. Şimdi geniş. Bu makale bizim Üstat’a cevap olsun diye kaleme alındı.
***
Beyin… Konuyla ilgili olanlar, bir muamma olduğundan söz ederek giriyorlar beyin konusuna. Sonra da anlat baba anlat! Bitmiyor bir türlü. Her gün yeni bir fonksiyonu keşfediliyor kafatasımızdaki misafirin.
Merhum Halûk Nurbaki Hoca, otuz yıl kadar önce üç yüz sayfalık kitabını kaleme alıyor; “Beyin Mucizesi” adıyla. Belki de yirmi beş yıl evvel girmişti dünyama kitap ve epey etkilemişti fakiri. O kadar ki beynin ne menem bir şey olduğunu anlatmak için şöylesine densiz bir cümle kurduğumu hatırlıyorum sözün beyinden açıldığı meclislerde; “Yaratan, insanoğluna yeryüzünde tapınacak bir nesne bulmasını emretseydi ben, beynime perestiş ederdim.” Haşa! Bu yazıyı biraz da bu cümlenin günahından kurtulmak dileğiyle yazıyorum çünkü söz konusu tümcenin ne berbat bir densizlik olduğunu zamanla anlamış bulunuyorum. Hatta samimiyetine inandığım Nurbaki Hoca’nın “Beyin Mucizesi”ni yazmış olmasından üzüntü duyarak… Yanlış anlaşılmasın; Hoca, kitabı yazmasaydı demiyorum, takılmam adına… Beyin Mucizesi diyeceğine “Beynin Hususiyetleri” gibi bir isim koyabilirdi, mesela!
Gelin, burada yazının başlığına bir kez daha göz atalım: Kafatasındaki 1,5 kg lık Yağ Kitlesini Mucize Sanan… “Sanma” yanılgısına, zaman zaman hepimiz düşeriz. Mesela, kalp hususunda… Göğsümüzün ortasında bir saat gibi çalışan hayati organ, hepimize göre gövdenin en önemli ayrıntısıdır; tıpkı “mucize” gibi. Oysa kalbin pompalamakla mükellef olduğu kanın, ondan daha bir olağanüstü olduğu su götürmez bir hakikat. Tıpkı kanın, iletildiği minnacık vücut ayrıntısı sayılabilecek hücreden daha geride kaldığı gibi önem açısından… Aynı bu örnekte olduğu üzere; beyin de bir bakıma, içinden kan gibi akıp geçen düşünceden daha mühim sayılmaz kanaatimizce. O hâlde mucize olan düşünce midir? Yo, öyle demek istemedim tıpkı kanın hücreden geride kaldığı gibi düşünce de önem açısından “Düşünce Kaynağı”ndan sonra gelir.
Öyle ise nedir düşün kaynağı, düş hücresi, düşünce ardiyesi?
***
Her ne kadar biz, beyne beyin diyorsak da bütün vücudumuz bir beyin sayılabilir aslında. Örneğin her hücre, ciltler dolusu bilgiyi taşıyor gizli hazinesinde. Üstelik bu bilgi muhtevası, hücreden hücreye farklılaşmıyor yani hücrelere bölünmüş bilgiler birbirini tamamlayarak bizi oluşturmuyor. Ya? Her hücre ayrı bir biz… Solucanı bilirsiniz, vücudu boğum boğumdur. İşte bu boğum boğumluluk, o pembe et yığınının en önemli hususiyeti. Yani solucanın boğumlarından biri kopsa, o kopan parça hayvanın diğer benzeri olarak hayatiyetini sürdürüyor zira her boğum, bütün solucanın “biyokozmik bilgi”sini havi. Bu bilgi, kader bilgisi; kaza bilgisi değil. Yani kozmik âlemde şahsı remz eden, ikilik sayma sistemiyle toplulaştırılmış dijital matematik. Söz konusu diital matematiğin kozmik âlemden madde alemine çıkışı ikilik sayma sistemiyle oluşturulmuş sayısal şifrelerin bir tuşla yani “Kun” emriyle onluk sayma sistemine çevrilmesinden başka bir şey değil. Tabi, ölüm de onluk sistemden tekrar ikilik sisteme döndürülmesidir insanın. İkilik sayma sistemi, aritmetik dili; onluk sayma sistemi de geometri… Hepsi bu!
Neyse… Konuyu dallandırmayalım ve dönelim kader ve kaza kodlamalarına: Hani bilgisayar harddiskleri iki sektöre ayrılır ya… Birinin etiketi C, diğerinin ki herhangi bir harf mesela A… En azından benim cihazımdaki sektör adları böyle. Bildiğiniz gibi C’de ki kayıtlar standart ve cihazla beraber geliyor. Buna karşılık cihaz yeni yani sıfır şeklimdeyken, A sektörü boş vaziyette; sahibinin üzerinde işlem yapmasını bekliyor. Makine satın alındıktan sonra sahibinin yaptığı her işlem, A üzerinde oluyor ve işlemin ön kaydı da orada… Üstelik, ayrı ayrı dosyalar şeklinde. Çalışma tamam olduktan sonra kayda gönderilen dosyalar, aynı zamanda onluk sistemden, ikilik sayma sistemine rüc’u ediyor. Onluk sistem sahnesinde, görünür ya da bir nevi göreceli somutluğun üç boyutunda olan şeylerin kaydı, bir başka âleme, mânâ âlemine ya da soyut boyuta, gerçek şekliyle görünmezlik matematiğine dönüyor.
Dönelim insana… Yekpare bir bilgi ardiyesi olan insanın “Ben” dediği kısım yani A, o kadar küçük ki geometrik olarak topaklasanız bir nohut iriliğinde yağlı bir küre kadar; adı da Korteks… Onun dışında kalan devasa vücut geometrisi ise “Bana ait olmayan ben” diye tarif edilebilir yani C sektörü… C sektörü, parmak ucundan kıl dibine kadar her noktayı kapsıyor ve otomatik bir çalışma hayatına sahip. Bu devasa sektörün otomasyonunda olup biteni değil bir kısmını hayata geçirmeye kalksak şehirler genişliğinde fabrikalar kurmamız lazımdır herhalde. Hem de kimyadan, inşaat malzemesi üretenine, enerjiden, matbaasına kadar. Tabii ki bunca fabrikanın işleyişini sağlayacak dev ebatta bilgisayar ünitelerine de ihtiyaç duyulacaktı o vakit. Peki, bu bilgisayarların günlük faaliyetleri içerisinde kullandıkları bilgi ve matematiğin kâğıtlara çıktısı alınsaydı kaç top kâğıt kullanılacaktı dersiniz? Bir top, iki top ha? Ne topu, kaç tır demek daha doğru olur bu sorunun cevabı olarak. Peki, bunca bilgiyi işleyen vücuda neden beyin denmiyor. Zira beyin denmesini hak etmiyor da ondan.
Bir soru daha: Korteks adı verdiğimiz ve topaklandığında bir nohut tanesi kadarcık zarın içindeki iki yumruk büyüklüğündeki beyin, ne kadar aritmetik kullanıyor bir günde? Vallahi bu akışın çıktısı alınsa dünyanın ormanlarından üretilen milyonlarca ton kâğıt, herhalde bir insan ömrünün matematik tarifini yazmaya yetmezdi.
“Bunca aritmetiği beynin ortalama 50 milyar olan hücre çipleri kaldırır mı?” sorusunun cevabı elbette hayırdır. O hâlde? Dedik ya yukarıda; beyin bunca sayısalı ne kendisi üretiyor ne de kayıt yapıyor sadece bir su borusu ya da su saati gibi içinden su geçiriyor yani bilgi akışını sağlıyor ve bir dijital dönüştürücü gibi ikilik sayma kombinezonlarını onluk sayma sistemine aktarıyor. Göz, kulak ve deri başta olmak üzere beş duyusuyla tespit ettiği bilgi ve görgüsünü onluk sistemden ikilik sisteme aktardıktan sonra vinzip edip komşu ardiyelere, emanete veriyor ; işi bu! Yani onun içi bomboş!
Olamaz! Oluyor işte! Dönelim başa… “Bizi gidi beyinsizler!”di değil mi yazını başlığı? Evet, tam da böyleyiz düşününce. Tıpkı 4-5 litrelik kanımızı damarlar aracılığıyla hücrelerimizde tutan kalbimizin toplam kan kapasinin bir bardağı bile dolduramayışı gibi oysa kan deyince aklına kalp geliyor insanoğlunun. Tıpkı düşünce ve bilgi deyince beyin geldiği gibi. Oysa beynin düşünce kapasitesi Korteks zarıyla sınırlı. Bu durumda beyin, beyin değil; insanlar da beyinli sayılmaz yani bizi gidi beyinsizler!
Evin salonunda ailecek otururken ve durup dururken; “Bir fikrim geldi!” deyiveriyor masumane bir tavırla cennet topları yani çocuklarımız. Doğru tabir bu işte: Bir fikrim geldi ya da bir düşünce geldi kafama tıpkı su sayacına giren borudan su gelmesi gibi. Suyun gelişiyle birlikte matematik canlanıyor, geleni santimetre küp ölçüsünce saymaya başlıyor ve seri hâlde musluğa yolluyor. Çocukların ki de bu hesap; bir yerden –bir borudan bir kablodan ya da buuttan- bir fikir geliyor. Korteks sayacındaki aritmetik canlanıyor; ikiliği onluğa çeviriyor ve çocuk, o anda fark ediyor geleni ve ağzından –musluğundan mı desek- dışarı döküyor. Her aşaması doğru ve doğal o çocuk ki yetişkin yaşlarına ulaşınca artık bir fikrinin geldiğini söylemiyor, “Ben bir şey düşündüm” diyor. “Bir fikrim geldi” ile “Bir şey düşündüm” arasındaki fark, insan ve Tanrı kadar farlı. Bu iki anlatımda bir fikri gelen insan; hem de kainattaki aritmetik akışın farkında olan bir cüz… Ancak “Ben düşündüm” diyen ise Tanrılığa özenmiş olan bir densiz. Densizliğinin yanı sıra cahilin de ağababası zira evrendeki aritmetik sirkülasyonunun kırıntılarından bile haberi yok. O kendisine ait sayısal kombinezonları ve o kombinezonların geometrik çevrimini kendisinin bulduğunu hatta yarattığını zannediyor. Bu zandır ki onu, evrenin dilinin iki işareti olan sıfırı red biri de kendisi saymaya götürüyor ancak bunun imkanı yok zira o solda sıfır! Sağda sıfır olmanın bir tek yolu var fikri gelen çocuk gibi masum ve mazlum; iddiasız ve mütevazi olmak. Onun da çocuk gibi olması gerekir ki doğru yerde duruyor olsun. Yoksa…
İşte bu! Solda sıfır olduğu hâlde, sağda sıfır sahibi olduğunu sanan insan soruyor: Ölmeden önce insandaki bilgi birikimini yedekleyip daha sonra kullanma olanağı yok mu?” diye. Var! Ancak insanın beyninden geçen her düşüncenin ve yine insanın ürettiği her davranışın sayısal yedeğinin alındığı bir yer var ancak orası kişinin, kendi beyni değil. Zira yukarıda söylendiği gibi eğer insanın soyut ve somut dijitalitesi beynin bizatihi kendisinde depolansaydı; o beyin, hadi bir günde demeyelim ama birkaç günde dolar ve insan tıkanır kalırdı, tıpkı demiryollarını takiben gelen trenlerin istasyonda park etmesi durumunda sistemin bir anda felç olacağı gibi. Fakat garlardaki işleyişin devamlılığı, sistematik sirkülasyonla sağlanıyor ve trenler ya yola diğer uçtan devam ediyor veya gar dışındaki bir alan depo ediliyor. İşte, beyindeki durum da onun bir benzeri yani beyin istasyon, düşünce tren… Soyut katar geliyor ve geçiyor; hatıraya dönüşenler ise etrafta depolanıyor.
Etraf nere peki? Bunu bana sormayın; masanızın üzerinde duran, çok sevdiğiniz bilgisayarınıza bakın diyeceğim ancak terbiyem engelliyor. O hâlde birlikte bakalım teknolojiye: Benzetmede hata olmaz; bilgisayar ekranları bu dünyayı remzediyor hem de “Ben” dediğimiz hâlimizi. Yani bilgisayardaki bilgileri sayan bizatihi ekranın kendisi… Harddisk denilen kısım ise ekranda olup biteni saklayan matematik deposu. Yukarıda söyledik mi, unuttum; tekraren söyleyelim: harddisk ikilik sayma garajı, monitör ise onluk saymanın hareket alanı… Bu teknolojik alete göre “Ben” monitör, harddisk değil. Harddisk ” monitör ben”de olup bitenin kaydedildiği çevre/etraf… Aynı zamanda bu, sadece ihraç yoluyla kaydın yapıldığı çevre ardiye değil, ithal yöntemiyle fikrin ithal edildiği kaynak olarak görev yapıyor.
***
İthal edilen düşünce ya da soyut bilgi, ekran dünyasında aritmetikten geometriye dönüşerek kendi hayatını yaşamaya başlıyor. Önce nokta olarak şekilleniyor. Noktalar çizgileri, çizgiler yüzeyleri, yüzeyler üç boyutlu geometrik ya da “geoantimetrik” şekilleri, şekiller resimleri oluşturuyor. Bu resimler de animasyonel farklılaşmaya dönüşürken katlana katlana büyüyor. Sonra serüvenini bir bakıma ömrünü tamamlayan animasyon, basılan kayıt butonunun komutuyla tekrar aritmetiğe dönüşüp depoya yollanıyor. Bilgisayarlar için depo, sadece harddisk değil elbette. Onun etrafı geniş; CD’ler, DVD’ler, flaş bellekler de çevredeki depolama üniteleri olarak göreve dahil oluyor. Onun dışında gözle görülmeyen âlemlerde de kayıt ünitelerine sahip monitörün dünyası: Mesela siberalemin e-mail kutuları, gelen düşünceleri bilgi ve hatıraları saklamakla görevli. Daha büyük data için arama motorlarının ekstra diskleri mevcut; ben yandex diski kullanıyorum, siz başkalarını… Bunların dışında hususi siteler de tam birer bilgi hangarları gibi iş yapıyor. Bloklar da genel siteler konumunda. Bunlarındışında Facebook, Twitter vu Youtube gibi paylaşım platformlarında milyonlarca bilgisayarın emanet rafları mevcut. Tabii, bütün bunlar devasa boyutlardaki “Server” adı verilen merkezi, harddiskte istifleniyor.
Gelelim insana: Doğal olarak insanın ürettiği düşünce ve aritmetik hatıralara dönüştürülmüş olan bilgi yığını, evvela kendi vücudunun uygun boşluklarında depolanıyor. Kendi vücudu, insan için bilgisayarın kablolarla bağlı harddiski gibi vazife icra ediyor. Sonra…
Sonrasına geçmeden önce iki adet, başka konuya araya “depolamak” istiyorum: Bir Uzakdoğu kavramı olan “aura”nın ne anlama geldiğini biliyorsunuz. Uzmanlar, insan aurasının her yana ortalama 25 metre kadar genişlediğini söylüyorlar yani kişi, çapı 50 metre olan bir kürenin içindeymiş gibi yaşıyor. Bu bağlamda insan, bir süre, herhangi bir yerde beklediğinde orada, bir “dijital yuva” husule getiriyor. Konunun uzmanları, kişi oturduğu yerden kalkıp gitse de belli bir süre orada, tıpkı kendi şekil hacminde bir “enerji kovanı” bıraktığını söylüyorlar. Daha sonra bu kovan usul usul siliniyormuş. Siliniyor mu yoksa o ortamın rengine mi dönüşüyor, orası kesin değil.
Gelelim araya depolayacağım ikinci şeye: Kirlian fotoğrafçılığını biliyorsunuz. Yaklaşık yüz yıl evvel bulunan bu fototeknik, en basit tarifiyle “enerjinin resmini çekmek” demek oluyor. Bu teknikle çekilen insan resimlerinde, kişiden çevreye yayılan enerji, haleler biçiminde karta tab edilebiliniyor; hem de rengârenk!
İşte, Kirlian tekniğiyle tesbit edilen bu bedensel fışkırmalar, insanın ürettiği bilginin etraftaki harici harddisklere “Biyobluetoot” yöntemiyle transfer anı olsa gerek. Peki nereye transfer? Tabi, aura küresine… Yani kürenin içinde bulunan ve kapasite boşluğu olan her şeye: Öncelikle, atmosferi dolduran gaz atomlarına hidrojene, oksijene, karbondioksite…. Daha sonra toprağa, taşa, kayaya… Bu saydıklarımız ise bilgisayar teknolojisindeki CD, DVD, flashbellek vs’ye denk geliyor.
Bilgisayarın soyut kayıt depoları olur da insanın olmaz mı? Elbette olmalı. İnsanoğlunun server kaydı, uyku esnasında yapılıyor. Zira beyin dediğimiz organ, en çok geceleyin çalıştığı için canlılar uyuyor, bedensel motor faaliyetleri neredeyse sıfırlanıyor ve vücut, enerjisini beyne teksif ediyor. Beyin bu esnada, o kadar çok enerjiye ihtiyaç duyuyor ki bu kapasitedeki enerjinin üretimi için uyku yetmiyor; ilaveten, “iki seksen yatmak” gerekiyor çünkü kalp, yatar hâldeyken kendisini kafayla yatay düzleme konuşlandırarak, hayat suyunu, beyne en kolay pompalayacağı konuma getiriyor.
Beyin, beden uyurken gün boyu etrafına kaydettiği tüm aritmetiği tekraren absorbe edip soyut âleme akıtıyor. Söz konusu o âlemde her insanın, kendi ismi ile etiketlenen bir hususi sitesi olsa gerek. Astral beden de denilen, en yoğun enerjiden oluşan ve tıpkı sahibine benzeyen bu depoya periferi diyenler de var ruh diyenler de. Her neyse!
***
Bu arada; teolojik kaydediciler olarak bilinen ve melek diye tarif edilen Kiramen Katibin’in görevi ne diye soracak olunursa… “Tasnif etmek” en basit tarif oluyor. Yani vücudun ürettiği her şeyin, dijital aritmetikte sıfırın üstünü ve altını yani negatif ve pozitif datayı ayırt etmek ve ayrı alanlarda tanzim etmek de onlara kalıyor herhalde.
Tekrar başa dönelim: Üstat sormuştu; “İnsanın total bilgisinin, yaşlanan bedeniyle birlikte ölüme ve bağlı olarak toprağa terk edilmesi reva mı?” diye değil mi? Zaten terk edilmiyor ki depolanıyor. Üstat yine soruyor: “Hayat boyu oluşturulan bu datayı depolasak ve sahibi göçse bile birikimini bu dünya için kullanmaya devam etsek?” Hım! Maalesef Üstat, kanaatimizce bu mümkün değil. Örnekleyelim: Altın yumurtlayan tavuğu kessek de karnındaki yumurtaları, bir seferde hasat edip zengin olsak! Ne güzel olurdu değil mi? Ancak, şu malûm hikâyeden dolayı sizin de bildiğiniz gibi bunun da mümkünatı yok. Açgözlülüğümüzün neticesinde, kesilen tavuktan elimize geçen asla altın yumurtalar hazinesi olamaz; sadece, son yumurtanın birkaç hammadde kırıntısı olabilir. Çünkü tavuğun yumurta organı, bir altın madeni değil, gelip geçici bir güzergâh gibi işlem gören, üç boyutlu bir yazıcı sayılır. Her yumurtanın matematiği, ayrı zamanlarda ulaşıyor yazıcıya. Yazıcı da kendisine gelen matematiği, geometrik somutluk olarak yazıyor ve döküyor; hepsi bu!
***
Birbirine hep karıştırılır şu iki kavram: Can ve ruhtan söz ediyoruz. Hatta sözlükler, aynı şeyin Türkçesi ve Arapçası diye kaydeder, bu iki sözcüğü. Aslında aynı şey değildir. Kanaatimizce “can” kainat denen akıl almaz dolulukta yaratılmış aritmetik data içerisinden, kader ölçüşünce ithal edilen kısmın “ömür ekranı”nda geometrik somutlukta görünür hâle geldiği “an”dır. An diyorum üstüne basa basa… Gerçekten de de “enerjik aritmetik”in soyutluğunun geometrik somutluğa geçmesi saniyelerle bile ölçülemez. Tıpkı bir kabloyla gelen elektriğin ampul içerisinde anlık ışıması gibi… İşte, bu ışıma, bir nevi dijital ya da enerjik canlanma hâlidir ve hayatla mematı aynı anda yaşar yani çakar ve söner veya yaşar ve de ölür. Ancak insan, ışığı sürekli hisseder zira çakma ve sönme o kadar sıklıkla olur ki aradaki ölüm ya da karanlık hissedilmez bile.
İnsan da tıpkı bir ampulün ışıması gibi an içinde ölür ve dirilir; her an tekrar tekrar yaratılır. Böylece Hazreti Hâlık’ın yaratma/halk etme sıfatı kesintisiz devam eder. Ölümden sonra da ruh üzerinde kendini hissettirir İlahî tasarruf… Ama nasıl bilmiyorum. Bildiğimi sandığım, anlık hayatın içinde barındırdığı bilinç, ruh olsa gerek. Tekraren; can bilgi, ruh ise bilinç diyebiliriz. Can çıktığı anda bilgi akışı durmuş; bilinç farkındalığı da tamamlanmıştır. Hayatla ölüm arasında ne bilgi akışı vardır, ne de bilgi çıkışı. Tıpkı ekranın donması gibi geride buz kesmiş bir beden bırakır bu heyecan verici somut soyut ilişkisi. Nasıl ki ekrandaki donmuş resim, seyirci cephesinde bir anlam ifade etmiyorsa, insan cesedi de manasız bir çamur heykel gibidir. Bu yüzden, toprağa tevdi edilir ki etrafı kirletmesin diye…
Son söz olarak: Üstat’ın, ölünün bilgi birikimini soğurmak ve tekraren kullanmak üzerine fikir üretmesi beyhude bir çaba gibi geliyor fakire. Lakin onun amatör kaygılarla çözüm aramaya uğraştığı bu husus, sadece kendisini meşgul etmiyor. Başkaları da, bu konunun üzerinde… Hatta bu uğurda milyarlarca doların harcandığı da bir gerçek…
ancak demek istediğim bu değil… Bir grup “öteki dünya korkakları” önemli bir projeye milyonlar yatıyorlar. Projenin adı Avatar! Projenin sahiplerinin amacı bizim üstat misali; “Yazık! Onca emek ve parayla oluşturulan bilgi ve tecrübe ölmesin!” durumunda değiller; onlar, ölmemenin peşindeler. Ölme kıvamına gelmiş vücutlarından çıkıp bir başka “biyoünite”de ölümsüz olmak arzusuyla harcıyorlar milyarlarını. Belki, fırsat bulursak “Avatar Projesi”nden yola çıkıp ölümsüzlük mevzuunu da yazmak niyetindeyiz. Bu yazıda ancak bu genişlikte oynayabiliyoruz; yerimiz dar.
Ha bitirmeden… Geçen asrın önemli düşünür ve şairlerinden Necip Fazıl da konuyla ilgilenmiş olmalı ki “Bir adam yaratmak” adlı tiyatro oyununu kaleme almıştı. O oyunun konusu da aynı böyle bir şeydi, hatırladığım kadarıyla.
Yazıyı, her zaman olduğu üzere “Allahualem!” diye bitirmek geleneğimize uyarak noktayı koyuyoruz.