Altı yüz küsur yıllık Tarih-i Osmani’de bir eşi daha yok Hersekzade Ahmet Paşa’nın. İkinci Bayezid ve Yavuz Selim devirlerinde toplam beş kere sadrazamlığa getirilerek bir rekorun sahibi de olmuş. Hersekzade’nin dışında “Dersaadet” bürokrasisinde görev alan Hersekli ve Bosnalıların en meşhuru Sokollu Mehmet Paşa’dır. Meşhuriyetinin yanında belki de Osmanlı’nın en güçlü başbakanı da odur; meşhurluğu da oradan mülhem olsa gerek. Ve o, Devleti Aliyye tarihinde Yükseliş Dönemi’nin zirve yıllarının lideridir. Bununla birlikte devlette, 1453’de başlayan “Rumlu Devri”nin bitirilip “Boşnaklı Devri”nin başlamasının yegane ismidir Sokollu. Bunun gibi başbakanlık seviyesine ulaşmış bir başka Bosnalı da Lala Mustafa Paşa’dır ve onun vezareti, Üçüncü Murat zamanındadır. Birinci Ahmet Dönemi sadrazamlarından Derviş Mehmet Paşa, “Boşnak” lakabıyla anılan bir başka Bosnalıdır. Dördüncü Mehmet’in Boşnak sadrazamı da Sarı Süleyman Paşa’dır. Bir başka sadrazam da Nevesinli Salih Paşa olup o da Sultan İbrahim’e başbakanlık yapmıştır. Yukarıda sözü edilen Sokollu’nun oğlu Lala Mustafa Paşa’da devlet ricalinden. Sokolluzade olarak anılan Mustafa Paşa “Estergon Fatihi” olarak meşhur olmuştu. Dördüncü Murat döneminin Boşnak sadrazamı ise Topal Recep Paşa olarak görülüyor Osmanlı tarihinde.
Yaklaşık olarak dört yüz yıl bölgede kalan Osmanlı’nın Bosna Hersek’ten ödünç aldığı devlet adamları yukarıda adı geçenlerle sınırlı değil elbette: Binlerce bürokrat, on binlerce asker, Müslüman hatta Turkuvaz olarak yeni devletine hizmette kusur etmemiş. Onların evlatları günümüzde de “Türkleşmiş” olarak, özellikte İstanbul’da yaşamaya ve ülkesine hizmete devam ediyor.
***
İçinde başta Türkler olmak üzere Araplar, Kürtler diğer Müslüman milletlerin; Hıristiyan olarak Rumlar, Bulgarlar, Romenler, Makedonlar, Sırplar ve Hırvatların yaşadığı Osmanlı İmparatorluğunda, “Osmanlı kimdi?” peki? Ya da soruyu şöyle soralım: İmparatorlukta, salt Osmanlı diyebileceğimiz bir toplum var mıydı? Cevap: Evet vardı! Ve o toplum Bosnalılardı.
Günümüzde de Bosnalı’nın Osmanlılığı bitmedi, sürüyor. İmparatorluğun kurucu ve en büyük unsuru olan Türkler, 1918’den beri Osmanlı değil hatta onların girdikleri “Cumhuriyet macerası” bir nevi “Osmanlılık” yaftasından kurtulma hareketi olarak da değerlendirilebilir. Bu cenahta Osmanlı’dan ve Osmanlılıktan “kurtuluş Savaşı” yeni devletin de resmi politikası olmuş ve 1950 yılına kadar doludizgin süregelmişti. 50’den sonra temel politika değişmedi “doludizgin” koşu sadece “tırıs”a indirgendi. Hem de çetin geçen karşı mücadeleyle… Bırakın 50’den sonraki yılları, daha dün Cumhurbaşkanı “Osmanlı Türkçesi” dedi diye yer yerinden oynamadı mı?
Osmanlı ve Osmanlıcaya karşı çıkanlar, bugün durdukları köksüz düzlemi ancak bu duruşlarıyla koruyacaklarını sanıyor ve bu sebeple haklılar, “düşmanlık derecesi”ne varan Redd-i Osmanlı çabalarında. Zira imparatorluğa karşı, ulus devlet anlayışının korunmasında “düşmanca tavır”ın şart olduğunu düşünüyorlar. Lakin global paradigmanın evrildiğinin ve dünyanın bir başka istasyona ulaştığının farkında değiller çünkü halen durdukları durak bir önceki anakronist nokta…
Kendi pencerelerinden bakınca, onlar da haklı: Karşı duruş, kendilerine bir başka kimlik ve değişik bir kültürel yapı kazandırıyor. Ki bu değişik kimlik, bidayette istenmiş onların atalarından lakin nihayetteki torunlardan istenmese bile geri dönüş olanağı kalmamış zannediyorlar.
Dı… Bu noktada birisinin çıkıp “Kadim Kök” diye bir başka arayışa girmesi “Selçuklu dedemiz, Osmanlı babamız, biz de Cumhuriyet oğullarıyız!” diye hedef büyütmesi elbette “Beyaz Envanter” de Stokholm Sendromuna sebep olacaktı; olmaması şaşılası…
Dedik ya onlar da haklı; bunca maddi ve manevi kazanımdan el çekmek kolay değil, doğal olarak; kesilen “futura”da bir belirsizlik varken, kolay değil tabi. Derler ki; “Çok olup Osmanlının olacağına az olsun, benim olsun…” Ne âlâ!
Burada bir soluklanalım ve birkaç paragraf öncesine dönelim: İmparatorluğun asli unsuru olarak Turkuvaz envanter, nasıl ki kendini yeni ırki format içinde kimliklendiriyor ve bunu bir zorunluluk olarak hissediyorsa Bosnalı için bunun tersi geçerli. Zira onun için yeni bir kimlik yok; hâlâ eski aidiyeti mer’i. Eğer Bosnalı, kendisine tıpkı Türklerin yaptığı gibi yeni bir hüviyet arayışına girecek olsa “lügat” onlara kör, sağır ve dilsiz davranıyor. Ya da onların yeni kimliği ya Sırplık ya da Hırvatlık… Başka çıkış yok! Bunlardan biri Ortodoks Hıristiyan, diğeri de Katolik… Doğal olarak Bosnalı ve söz konusu iki etnisiteyle iman’i doku uymuyor… Ya kan, kan uyuyor mu? Evet ve zaten sıkıntının kaynağı da bu: Uyan kan ve uymayan doku…
***
20. Yüzyıl’ın sonunda dağılan devletlerden biri de Yugoslavya adı verilen federalist ülkeydi. İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde Batılı kafa, Balkanlara haritasal bir çekidüzen verirken en çok Dalmaçya sahillerinde zorlandı. Zira bu bölgede tıpkı Kafkasya gibi iç içe geçmiş etnik unsurlardan oluşuyordu. Bunların en kalabalığı Sırplardı; zaten, savaş evvelinde de bölgede bir Sırbistan krallığı hükümrandı. Savaş sonunda kazananlar safında yer alan Rusya’nın Sovyet biçimi, elbette bir krallık istemiyordu bölgede zira kral ve krallık, Komünist’i bozardı. Bölgeyi dizayn etme yetkisi kazanan Sovyet lider Stalin’in, kendisi Gürcü olmasına rağmen, ırkçı bir Rus gibi davrandığı görüldü. Ve bölgede yaşayan bir kısım halkın kullandığı dilin Slavcaya yakınlığından hareketle “Yugoslavya” yani Güney Slav ülkesi adını verdiği bir fedaralizmde karar kıldı. Federal diyoruz çünkü coğrafyadaki herkesin dili Slav benzeşi değildi. Mesela Makedonların lisanı, tamamen farklı bir konuşma şekliydi; Slavcayla uzaktan yakından alakası yoktu. Ve mesela Voyvodina’da konuşulan dil Macarcanın bir şivesiydi. Bunlar gibi Slovenya’nın dili, Avusturya Almancasını andırıyordu. Bu çeşitlilik, organizasyonu federal bir şekle büründürdü.
Unutmadan; Yugoslavya’nın düz bastı Slav sayılması ve üniter bir şekilde yapılandırılmasının en büyük arka sebebi Büyük İskender’in tarihi kişiliği oldu. Aslen Makedon olan ve M.Ö. 330 da 33 yaşındayken, dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olan Grand Aleksandr, orada dururken, onun halkını Slav saymanın ve sürüye dahil kılmanın âlemi yoktu. Bu sebeple günümüzdeki nüfusu 2,5 milyon olan Makedon arazisi, Makedonya diye ayrılınca diğer ekalliyetten Arnavutça konuşan Kosova, Macarca konuşan Voyvodina, Almanca konuşan Slovenya da federatif oldu. Çaresiz geride kalan Karadağ, Sırbistan, Hırvatistan ve Bosna-Hersek de teolojik düzlemde ayrıştırıldı.
Son dörtlünün dili kısmen Slavcayı andırıyordu ve toptancı bir yaklaşımla buralar, tek çatı altına alınabilirdi. Olmadı. Zira Karadağ, kendisini Slav, lisanını Slavca sayma niyetinde değildi çünkü denizin karşı kıyısıyla yani İtalyanlarla akraba hissediyordu. Karadağ Kralları, İtalyan şehir devletlerinin “doç”larıyla kız alıp vermişti. Hatta son Karadağ Krallarından biri, 1911’de Libya’ya asker çıkartan İtalya’yı başarılı kılmak için Osmanlı Devletine savaş açmış ve Türk İmparatorluğunun yıkılışını hazırlayan Balkan savaşlarından birincisinin müsebbibi olmuştu; akrabalık da bu dereceydi ve bir asalet aidiyeti şeklindeydi.
Dörtlüden Karadağ, bu sebeple ayrışınca geriye kalan Sırbistan, Hırvatistan ve Bosna Hersek’i ayrıştırmak zor olmadı zira aynı veya yakın dilleri konuşan, aynı veyahut yakın genetik kökten geldiği belli olan bu üç etnisiteyi bir çatı altında toplayacak, ortak bir isim yoktu. Zira kültürel dokuları farklı olan bu üç toplum, ayrı ayrı dinlere inanıyordu. Bosna-Hersekliler Müslüman, Sırplar Ortodoks, Hırvatlar Katolik… Hırvatlar ve Sırpların Hıristiyan olduğunu söyleseniz de onlar inançlarına mezhep demiyor, din diyordu. Yani Ortodoks Dini, Katolik dini… Hatta Protestan dini… Yukarıda sözünü ettiğimiz Slovenya’nın ayrışması Almancaya benzeyen Slavca konuşmasından çok inancının, Martin Luter ekolünce yürüyor olmasındandı.
Nasıl oldu da benzeş bir dili konuşan üç, hatta dört, hatta beş toplum kendilerini dillerine değil de dinlerine göre tarif etti? İşte, mevzuun püf noktası bu sorunun cevabında gizli… Son söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Zira bu toplumlar, henüz milli bir çatı altında değilken yani komşu ve hısım boylar hâlindeyken bir tiranın baskısı altında “Slavlaştırılma operasyonu”ndan geçirilmişti. Ardından kısmen Slavcaya evrilen dillerini yanlarına alıp operasyon bölgesinden çıktık ve güneye çekildikleri görüldü. Belki de bu Slavcadan kaçıştı ancak biçimlerine bakınca pek de kurtulduklarını iddia etmek mümkün görünmüyor..
Ancak onların kaderi kötüydü; ulaştıkları topraklarda da başka tiranların zorbalıklarıyla yüz yüze kaldılar ve orada da inançları üzerinde operasyon yapıldı. Bizans, bunlardan bir boyu Ortodokslaştırırken; Latinler bir başka boyu Katolisizme mahkûm etti. Cermenlerin Protestanlığı da bir diğer boyun tercihi oldu. Böylece Ortodokslar Sırp, Katolikler Hırvat, Slovenler Protestan oldular. Ve dahil oldukları yeni inanç biçimleri aynı dili konuşmakta olan bu “akrababoyları” ayrı kültürel biçimselliklere zorladı. Bu durumda kendilerini ırki özellik ve lisanları sebebiyle değil, dinsel tercihleriyle tarif etmeye başladılar. Daha doğrusu onlara yeni inançlar enjekte edenler, bu sahipsiz toplulukları sahiplenirken birer de ad taktılar boyunlarına: Sırp, Hırvat, Sloven, Ulah gibi… Ancak…
Bir grup vardı ki… Onları zamanın ve bölgenin tiranları sahiplenmedi veya onlar bir sahip istemediler. Bu nedenle sadece kaybettikleri, özgün dilleriyle sınırlı kaldı ve onlar, kendilerine önerilen “Efendi Dini”ni reddettiler: Ortodoks da olmadılar Katolik de… Bu yüzden, ırki bir ad da alamadı ve memleketlerinin adıyla anılır oldular: Bosnalı… Tıpkı Ankaralı, Muğlalı ya da Trakyalı, Karadenizli gibi. Aslında bu “adsızlık cezası” da onlara, inatçılıklarının göstergesi olarak verilmişti. Bu adsızlık cezasının, ne menem bir ceza olduğunu biz Türkler ve diğer millet mensupları bilemez ancak bir “araf milleti” olarak Bosnalılar iyi bilir.
“Araftaki Toplum Bosnalılar”a verilen tek ceza adsızlık değildi elbette. Hakim efendilerinin dinlerine geçerek baskı ve zulümlerden kurtulan Sırp ve Hırvatların arasında kalmak da bir cezaydı ve bu ceza, demir mengenenin dişleri arasında kalmaktan beterdi. Bogomil inancını benimseyen araf milleti yüzlerce yıl Balkanların öksüz, isimsiz, kimliksiz mazlumları olarak beterin de beterini yaşayarak korudular kendilerini ancak umutları hiç kesilmedi ve hep bir kurtarıcı beklediler. İşte onların “Mesih”i de Osmanlı oldu.
***
Anlaşılan o ki Bosnalıları, bir nevi Mesih beklemeye iten şart, kendilerine özgü inançlarıydı yani Bogomil mezhebi ve bu mezhebe olan imanî bağın gücüydü; bir de mezhebin Paganizme karşı duruşu ve Pagancılığın, Hristiyanlık imanında şekillenen istilasına olan inanmaları… Yoksa onlar da Sırplar gibi Ortodoks, Hırvatlar gibi Katolik ya da Slovenler gibi kolayca Protestan olabilirlerdi. Hatta öyle olmaları için Bizans, Latin ve Cermenler tarafından çok zorlandılar ancak onların Bogomilizme olan samimi bağlılıkları onları Bosnalı yaptı. Yani onların, Bogomilyan inançtaki muhkem duruşları bir nevi “İnanç inatçılıkları” sayesinde Bosnalı olmalarına neden oldu. Yoksa Ortodoks olsalardı Sırp sayılacak, Katolik olsalar Hırvat’ta dahil edilecek, Protestan olsalar Cermenik Sloven defterine yazılacaklardı ve günümüzde Bosna diye bir ülkeden söz edilmeyecekti tabii ki Boşnak’tan da… O hâlde Bosna’yı ve Boşnaklığı belirleyen iki unsurdan birincisi Bogomilizim denilebilir diğeri de Osmanlı…
Önce Bogomil inancına bakalım: Bir Hıristiyan mezhebi olan Bogomolizm Ortaçağ Avrupası’nın dar çevreli inanç ekollerinden biriydi. Akımın kurucusu Bogomil adında bir köy papazıydı diyenler var. Köy papazına ad olan ve “Tanrının sevdiği kişi” anlamına gelen Bogomil adı, bir isimden çok, bir lakap ya da unvan olmalı. Adı her neyse ama unvanı Bogomil olan papazı, önderi olduğu köy toplumu da sevmiş ve onun samimiyetine inanmış olmalı ki papazın dedikleri, çevredeki “deve dişi gibi” iri inanç ekolleri arasında kendisine yer tutmuş.
Bazı tarihçiler, “Ortaçağ gibi bir ortamda Hıristiyanların, tek mezhebe derc olması hususunda yapmadığını bırakmayan “İdeolojik Tiran”ların bir köy papazının kendi küçük cemaatine, hem Vatikan’a, Hem Fener’e göre ‘sapkın fikirler’ aşılamasına müsaade etmez ve onu başlamadan boğardı.” diye düşünüyorlar. Bu tarihçilere göre, Bogomilizmin köklerinin daha derin olma ihtimali olmalı: Bu ihtimallerden biri, bu inancın Fransisken keşişlerine kadar uzanıyor olması…
Söz konusu, Fransiskenizm inancının ortaya çıkış tarihi 13. Yüzyıl… 1200’lü yılların başında Assisili Aziz Françesko’nun kurduğu Hıristiyan tarikatı, ezoterik bir anlayışa sahipti ve bağlılarının, dağ yamaçlarında kurdukları manastırlarda keşiş münzeviliği dini tercihiydi. İtalya’nın Umbriya bölgesindeki Assisi şehrinde 1181’de dünyaya gelen Francesko, bölgedeki Katolik rahiplerden ders alarak başlamıştı teolojik serüvenine. Pek başarılı bir şakirt olamayan Genç Francesko, ticarettede bir varlık gösteremeyince işi serkeşiliğe vurmuş ancak hayatının son döneminde fakirlere gösterdiği cömert tavır, onun etrafında küçük bir grup oluşmasına neden olmuş. 1226 yılında doğduğu şehirde hayatını kaybeden Françesko öldüğünde, bir grup fakir keşişin dini önderi konumundaydı. Fakirlerden oluşan bu grup ve imanları, ölen liderlerinin aziz ilan edilmesinden sonra keşişler tarikatı olarak hayatiyetini sürdürdü. Fransiskanlar olarak bilinen tarikat günümüzde de üç kol şeklinde varlığını sürdürüyor.
Kanaatimiz o ki Fransisken inancından bir başka grubun, İtalya dışına çıktıkları ve Bogomilyanlar olarak dini hayatlarını devam ettirdikleri ve Bosna’da ikamet ettikleri fikri çok tutarlı değil. Bogomillerin, Fransiskenlerin uzantısı olmadığının bir başka kanıtı da Umbriya keşişlerinin, tarikat armalarında salip ve salipler grafikasyonudur. Oysa tek tanrıcı olan ve bu sebeple Teslis/Üç tanrıcılık inancına ters düşen Bogomiller, Hazreti İsa’nın insan olduğuna inanıyor ve Haç’ı reddediyorlardı.
Bir başka iddia ise Bogomilizm’in Aryanizm olarak da bilinen Ariusculuğun son teolojik oymağı olduğu yönünde… 4. Yüzyıl’da İskederiye’de yaşayan Arius’un en önemli hususiyeti, İsa’nın tanrısal karakterini reddetmesiydi. Bogomiller gibi… Ancak Arius’un, Bogomilyanlardan ayrıldığı nokta onlar, Mesih İsa’ya tam insan da diyemiyorlardı. Mesela Ortodoks ve Katoliklere göre İsa, Tanrı Babanın Oğlu ve Tanrı Baba kadar hakiki bir Tanrıydı. Arius’a göre ise Hazreti İsa, ikinci derecede mukaddes ve asıl Tanrıya bağlılığı olan bir kutsaldı; bir bakıma Paganizmdeki yarı tanrılar gibi… Ortodoks ve Katoliklere göre İsa, hem ruhu, hem bedeniyle tanrı; bu sebeple ezeli ve ebedi. Oysa Arius’un Tanrı tarifine göre İsa’nın ruhu tanrısal ancak bedeni “Âdemik”ti; bu itibarla başlangıcı olmayan, sonsuz ve her şeye gücü yeten gerçek Tanrı değildi. Arius’u bu anlayışı, 3. Yüzyıl’da ortaya çıkan Origines yazmalarında da vardı ve ona göre Oğul, Baba’nın buyruğu altındaydı. Bütün bunlara karşı Bogmilizmin, Tanrı tasavvuru ne oydu ne de bu… Onlar, İsa’nın ruhu ve bedeniyle insan olduğu fikrini benimsemişlerdi. Bu itibarla Bogomilizme, Ariusçuluğun temel teşkil ettiği iddiasının da çok tutarlı olduğu kanaatini taşımamaktayız.
Bu noktada konuyla ilişkilendirilebilecek bir başka inanç hareketinden söz etmek gerekiyor: Bu inanç da tıpkı Bogomilizm gibi Ortaçağda ortaya çıkmış ve Vatikan tarafından sapkınlık olarak yaftalanıp aforoz lanetine uğramış olan Katharizm ya da Katarcılık… 12 ve 13. yüzyıllarda Batı Avrupa ülkelerinde etkili olan Katarcılık’ın merkezi Fransa’nın Aller bölgesiydi ve ezoterik tasavvuruyla biliniyor ve bu yönüyle Bogomilciliği andırıyordu. “Arınmış” anlamına gelen Katar sözcüğünü kendilerine isim olarak seçen tarikat reenkarnasyona inanıyordu. Sufi teolojisi nedeniyle keşiş hayatını tercih eden Katar bağlıları, kilise ve Fransız kralları tarafından birkaç kez imha edilmek istenmiş ancak bunu 13. Yüzyıl’da Haçlılar başarmıştı. Bu noktada bir Türk yazarın iddiası da ilginçtir: Yazar, Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin’in ortak mülkiyet fikrini, Katar öğretisinden aldığını ileri sürüyor. Araştırmak gerek… Fakat şunu söylemeden de geçmemek lazım; Ezoterik karakterli, keşiş inançlarının hepsinde mülkiyet tüzel olup manastıra aittir, dolayısıyla mal marda ortaktır. Zaten böyle tarikatlarda keşişlerin tek varlıkları bir lokma ve bir hırkadan ibaret olup onu da ihtiyaç sahipleriyle bölüşmeleri de imanî bir yükümlülük olarak kabul edilmekte. Neyse!
Katarların inançlarına gelince… Onlara göre Hazreti İsa, Tanrı’nın Oğlu değil o da diğer insanlar gibi bir ruhtu. Ruhun kurtuluşa ermesi için birçok kere bedenlenmesi gerekiyordu. Evrende, düalite ilkesi geçerliydi ve Satan’ın yani Şeytan’ın egemen olduğu dünyanın ötesinde bir Cehennem’den söz etmenin anlamı yoktu zira Cehennem, Şeytan’ın dünyasıydı. Temel öğretisinin verdiği ipuçlarına göre Katarcılık, İsa tasavvuru nedeniyle bir nebze Bogomilizme benziyordu demek mümkün.
Katarcılık, Avrupa’nın batısında, Bogomilizm ise doğusunda vücut bulmuştu ancak bunun bir anlamı yoktu zira reenkarnasyona inanan Katarcılığın, daha doğuyla Hindistan’la inorganik bir bağı olduğu görülüyor. Bu bağlamda Bogomilizmin de köklerini doğuda aramak gerektiği kanaatindeyiz. Ancak Katarcılık gibi Uzakdoğu’da değil Orta kuzeyde… Ortakuzey dediğimiz yer ise Karadeniz’in kuzeyi yani günümüzdeki Rusya Federasyonu’nun Avrupa kıtasındaki bölümü… Bu itibarla Katarcılık ve Bogomiliz’in orijin noktasında farklılıkları olsa gerek; bu benzemezlik, temel inanç sistematiğini de farklılaştırmış görünüyo. Yasi Bogomilyanizm’in, ruhgöçünü kabul ettiğine dair hiçbir kayıt bulunmamakta.
Ortakuzeye dönelim: Henüz oralarda Slavlar yokken İskitler yani Skythler olarak da bilinen Sakalar oturuyorlardı. Milattan önce sekizinci ve üçüncü yüzyıllar arasındaki beş yüz yıllık zaman diliminde, Kırım ve Pontik Steplerini yurt tutan İskitler için İrani olduğunu söyleyenler olduğu kadar “Türkî”dir diyen tarihçiler de bulunmakta. Osetlerin ataları olduğu da iddiaların arasında yer almakta. Ancak çoğunluk onları Saka olarak adlandırıyor; Pers kaynaklarında da onların adı Saka olarak yazılı. Saka’nın bir Türk boyu olduğu da tarihin kaydettiği bir malumat… Bu arada Yunanlılar da İskitleri Sakai şeklinde isimlendirmişti. Hepimizin bildiği Alper Tunga, İskitlerin en büyük hükümdarıydı ve “Acun Kağanı” olarak geçmekteydi destanlarda.
Temel inanç olarak, eğer din sayılırsa Şamanizm’den beslenen yani yalınkat ve basitliği sebebiyle hayatı, “Uluruh, Kutalmış Kağan ve Bensavaşçı” üçlemesi üzerine kuran İskit/Sakalar, tüm Türk boyları gibi yan yollara sapıp inancını dallandırıp budaklandırmıyordu. Bu sebeple diğer kavimlere göre “Dinsiz” bile sayılırlardı zira ne inancın kozmolojik efsaneleri, ne menkıbeleri, ne azizleri ve ne de ruhbanları vardı; göçerlikleri nedeniyle mabet nedir bilmiyorlardı, ibadet yerinin adını bile koymamışlardı. Bu sebeplerle kolay din değiştiriyorlardı. Girdikleri her yeni dinlerinde de yalınkat oluyorlardı bu sebeple her daim Ortodoksiyayı es geçip Heteredoksiyada karar kılıyorlardı. Zira Heteredoks inanç kolay geliyordu onlara; dinlerin gayrikitabi olan bu anlayışları, göçerin hayatını değiştirmiyor ve yeni yeni yükümlülükler yüklemiyordu, tercih nedeni de bu sorumsuzluktu. Bu itibarla Türklere teşmil edilerek şöyle denilebilir; Zerdüştçü değil Manici oldular, Musevi değil Karai oldular, Hıristiyan değil Bogomilyan oldular. Müslümanlıkta da ilk beş yüz yıl tercihleri Sufi İslam’dı. Ortodokslaşmaları Yavuz’dan itibaren ve bidayette siyasi sebeplerle yani İran’dan ayrışmak düşüncesiyle oldu…
***
Dönelim konuya… Düalist/İkitanrıcı dinin kaynağı olan Persiyan coğrafyası nihayet Zerdüşt’le gelen Tektanrıcı dinle tanıştığında Makedonyalı İskender’in İran’a girmesine 258 yıl vardı. Buna göre asıl adı Spitima olan Birinci Zerdüşt, Rey şehrinde doğduğunda İsa’da dünyayı teşrif etmemiştiç MÖ 628 yılında doğan Zerdüşt, kırk yaşında yeni inancını yaymaya başladı. Sarı develerin sahibi anlamına gelen Zerdüşt unvanvanlı Reyli Peygamber, “tekçi” inancını “ikici inançlı” coğrafyada, inanılmaz bir başarıyla egemen kıldığında dünyanın dikkatini çekti. Dünya dediğimiz, “üçlü” ve “daha çoklu tanrı”ya inanmayı yeğleyen Paganist unsurlardı. Düalist, Teslisçi ve Politeist inançların her daim Vahdet dinine karşı koalisyon hâlinde çalıştıkları bilinen bir şeydi. Bu sebeple “Düalist coğrafya”da ortaya çıkan Vahdetçi Birinci Zerdüşt inancına karşı topyekün bir savaş ilan edildi. Benzeri savaşların en belirleyici kozu içten yıkma harekatıydı ve bu harekatın tek ve vurucu silâhı heteredoksiya idi; ardından öldürücü darbe gelir ve bu darbeyi askerler vururdu. Paradigma değişmedi.
3. Yüzyıl’da Zerdüştlüğe inanan Pers İmparatorluğu bünyesi, yeni bir inanç doğurdu; Mani dini ya da Manihizm… Mani dininin temel görüşü tanrısal aydınlık ve karşıt karanlık üzerine bina edilmiş ikici bir tasavvuru ihtiva ediyordu. Yani Zerdüştlük aradan geçen 300 yıl içerisinde başladığı yere geri dönmüş ve düalist din anlayışına tekraran başlangıç yapıyordu. İşte o sırada çıkageldi Makedonyalı İskender. Ancak önce Mısır’a uğramış, orada Menfis tapınağının Osiris rahiplerince, Tanrı ilan edilmiş ve çantasına bir hediye konmuştu: Bilgelik tanrısı Hermes…
Makedonyalı Kral, Persiyan diyarı başkenti Persepolis’e girdiğinde 33 yaşındaydı. Ve çantasındaki hediyeyi Zerdüşt inananlarına takdim etti. Hermes, İran’da Hürmüs oldu ve karşısında bir antitanrı buldu: Ehrimen… Bu netive Düalist Maniciliğin başarısıydı.
Mani dini en parlak dönemini 8. yüzyılda yaşadı. Bu yüzyılda Ortaasya halkı, Mani’yi milli peygamberleri ilân ettiler. Tabi Mani’nin zaferi, sadece Uygurları fethetmekle sınırlı kalmadı ve gözünü özellikle Mısır dışındaki Kuzey Afrika’ya ve Anadolu’ya hakim Bizans’a dikti. Bu hayalinde başarılı da oldu; önce Kuzey Afrika’ya göçtü, orada Ariusçu Vandallarla karşılaşınca sızmacı tavrını aldı lakin Vandal kralının sert tepkisi nedeniyle orada barınamadı ve Roma’ya geçti. Böylece Mani, Avrupa’ya ilk adımını atmış oldu. Sonra yürüdü Bizans’ın kapılarına dayandı.
7. Yüzyıl’da Konstantin adlı bir Hayk, Pavlus adlı bir ruhbanın müridlerinden birinden öğrendikleriyle iman edip etrafında bir cemaat halkası oluşturmuştu. Uzmanlar Pavlus’un kimliğine dair karanlık bir perde çekiyorlar tarihin o sayfasına. Anaşılan o ki Düalist bir Mani bilgesiyle karşı karşıyayız. Konstantin, kurduğu cemaate Pavlusçular adını verdiğine göre ondan çok etkilenmiş olmalı. Ondan derken nakille kendisine ulaşan fikirlerinden söz ediyoruz. Düalist bir Hıristiyan mezhebi olan Pavlusçuluk ya da bir başka deyişle Pavlikiancılık’ın temel öğretisi biri iyi, diğeri kötü olan iki tanrı varlığından söz ederek başlamasıydı. Bu inancın içine Mani Gnostizmiyle birlikte mevzuu Hıristiyanileştirmek için ilk dönem İseviliğin mezheplerinden Markionculuk’tan da bir şeyler katılmıştı. Anlaşılan o ki “Birci İsevilik”in yolu, henüz “Üçcü Hıristiyancılık” olmadan, İkci Markionculuk”tan geçmişti. Ve Teslis döneminde Pavlus, Düalist Markion Hıristiyanlığıyla Maniciliği mecz ederek, Nasrani Heteredoksiyasını mayalıyordu.
Konunun araştırmacıları diyor ki Doğu Anadolu’da doğan Pavlusçuluk/Pavlikancılık, doğumunun akabinde Bizans içinde çalkantılara sebep oldu. Kayzer 3. Konstantin ve 2. İustinianos, mezhebi dağıtmak için seferler düzenlediler. İlk hamlede sindirilen Pavlusçuluk’un, 9. Yüzyıl’da tekrar dirildiği ve Haçlı Seferlerine kadar varlığını, Ön Asya’da sürdürdüğü görülmekte. Anadolu’da iki kere vurulan Pavlusçuluk, 7. veya 9. Yüzyıl kırımlarında iki kere çevreye saçıldı. Çevrenin en zayıf halkası Kafkasya’ydı ve kurucusu Ermeni olan bir hareketin, Kafkasya üzerinden “Ortakuzey”e kaçışı, en emin hamleydi ve o hamle gerçekleştirildi. Bir kısım araştırmacılar, Pavlikanların Trakya üzerinden Bulgarya’ya geçtiğini/kaçtığını var sayıyorlar ancak kanaatimizce bu olasılık imkânsız gibi zira Ortodoksiya cephesinde “Dalalet İnancı” olarak suçlanan Pavlikanizm’in üzerine yürüyen Konstantinopol’un, aynı zamanda kaçış kapısı olaması namümkün. Hamle Kafkasya üzerinden geçekleşti demiştik: Demir kapıyı geçen ve Karadeniz’in kuzeyindeki steplere ulaşan Pavlusçular, iki şey yaptılar; Bir, eski isimlerini sakladılar. İki, Bogomil adıyla bölge insanı arasında tebligata başladılar. Hatırlayalım; Bölge insanı kimdi? Tabii ki İskit/Saka devleti değildi. Ancak insan unsuruna yeni ilavelerle devlet kurmuş olan öteki Türkler; Hazarlar, Bulgarlar ve benzerleri…
Bulgar devletinin zaman içinde ikiye ayrıldığını biliyoruz. Bunlardan birine tarih Volga (İtil) Bulgarları, diğerine Tuna Bulgarları diyor. Konumuz Tuna Bulgarları… Anayurttan göç eden ikinci grup Bulgar parçası, Romanya üzerinden bugünkü Bulgaristan’a indiğinde, Heteredoks Hıristiyanlığı temsil ediyorlardı. Ve krallarının resmen Hıristiyan oluşuyla birlikte Bizans tarafından araziye yerleşme izni aldılar. Böylece Ortodoks Bizans’ın Heteredoks ortağı, daha doğru bir ifadeyle sadık vassalı oldular. Ancak soranlara, inançlarının Bogomil olduğunu söylüyorlardı. Barışçıydılar, et yemiyor, adam öldürmüyor, fakirliği erdem sayıyorlardı; yoksullukları mutluluklarının itici gücüydü. Tıpkı Orta Asyadaki Uygur Manihistler gibi.
Bogomilyan dünya görüşünün mistik tutumu, açlıktan kırılan Avrupa insanını büyülemekte zaman kaybetmedi. Kısa zamanda kıtanın dört bir yanında Gnostik-ezoterik mezhepler ortaya çıkmaya başladı; İtalya’da Patarini, Fransa’da Bougres, Tisserants, Albingens, İngiltere’de Povlikian-Poplikanus, Felemenk’te Piphles, Lombardia’da Gazari, Almanya’da Kefzer, Macaristan’da Kacer, olarak adlandırılan bu kabil mezheplerin ortak kaynağı, Bogomil düşüncesiydi. Tabi yazının başında sözünü ettiğimiz Fransız Katarcılığını unutmamak gerekiyor ve Katarcılık, Vandallardan kaçarak Roma’ya sığınan Manicilerin yeni adıydı.
Son paragrafta yazdığım Avrupa Panoramasında araştırmacıların ortaklaştıkları görüntüye hak vermekle beraber katılmadığımız bir husus var: Bunca mezhebin ortak kaynağının Bogomilyanizm oluşu… Kanaatimizce ortak kaynak Katharcılık olmakla beraber, Bogomilizm de onlardan biriydi denilebilir. Ancak bir farkla Katarcılık çok katmanlı, kozmolojisi derin, öte dünyası renkli bir sistematiğe sahipken sadece Bogomilizm, tek katmanlı öteden çok bu dünyası zengin bir “çiftçi-derviş” hareketiydi. Bogomilizm’in bu özelliği bozkır ya da step halkının sade genetiğiyle alakalı olup yukarıda sözünü ettiğimiz, “Tanrı, Kutalmış Kağan ve Ben” üzerine bina edilmiş olan basit hayat felsefesiyle doğrudan iniltiliydi. Tanrıya iman eden, inanan ve sadece kendisine güvenen bozkır insanı yeni inancının Düalist, içrek ve irfancı ağdasını zaman içinde özümseyemedi hatta unuttu ve kendine has bir “Tektanrıcı gnos” oluşturdu kanatimizce; böylece Katarcılık ve diğerlerinden ayrıldı. Zaman içinde baskılara dayanamayan Katarcılık ve Katarcı Düalist mezhepler, iki tanrıyı üçlemekte bir mahsur görmemiş olmalılar ki Katolisizm tarafından absorbe edildi ve yok oldular.
Eğer Bogomilizm de kök olarak Mani’ye irtibatlanıyorsa Ortakuzey Bulgarları ve İskit kalıntıları üzerinden yürüyen bu inanç, genetiğinde detaycılık olmayan bozkır insanının ruhunda aslına yani bidayette Tektanrıcı Zerdüştlüğe geri dönüş yaşanıyordu Balkan toprağında. Ve Zerdüşt, burada ikinci kez sokulmadı yılan deliğinnde ya da Menfis Osirisyanlarınca Tanrı ilân edilen iskender’in ruhuna Makedonya’da. Bizans’ın, Kutsal Roma’nın, İtalyan şehir devletlerinin, Macarların daha sonra aynı lisanı konuştuğu Sırpların, Hırvatların, Ortodoks Bulgarların baskılarına dayandı ve “Mesih”ini beklemeye devam etti. Dünyanın isimsiz tek kavmi olarak…
***
Ve takvimler 1463’ü gösterirken geldi “Milli Mesih.” Adı, Fatih Sultan Mehmet’ti. On yıl önce Ortodoksların “Kudüs”ünü yani Konstantin Şehrini fethedip İslambol yapan Fatih, gök çelikten bir temren misali Balkanların bir ucundan girmiş öteki ucundan çıkmıştı. Bu esnada herkes gibi Bogomiller de korku ve telaş içindeydiler elbette zira her yeni gelen önce onları vururdu. Sahipsiz, isimsiz, öksüz bir halk en kolay hedefti. Ancak sonuç hiç de öyle olamadı ve Fatih, her millete olduğu gibi onlara da bir eman verdi. Fermanda Bogomillerin dinine diyanetine karışılmayacak, inançlarını selamet içinde yaşamaları için ne lazımsa yapılacağı kayıt altına alınmıştı. Artık onlar da Sultan’ın tebasıydı ve Sultanların teb’ası evlatları gibiydi. Bu tavır, Balkanlarda oraya buraya savrulmuş olarak yaşayan Bogomil grupları, yüzyıllardan beri ilk defa kendilerini güven içinde hissediyorlardı ve artık bir sahipleri vardı. Bu his onları, yeni efendiyle aralarındaki buz duvarını eritmeye sevk etti.
İşte, bu yıllarda, bir uygulamaya da dahil olmuşlardı; Devşirme uygulamasına.
***
Yaklaşık yüzyıldan beri asker ihtiyacının önemli bir kısmını, Hıristiyanlardan sağlayan Osmanlı Devleti, Pençik sistemini devşirme yöntemine evirerek yöntemi daha derli toplu kurallar içerisinde devam ettiriyordu. Sistem, ihtiyaç hasıl olduğunda bölgeye gönderilen devşirme memurları marifetiyle yürütülüyor ve çok özel teknik ve kurallar dairesinde Hıristiyan ailelerden 8-20 yaş arası çocuklar arasından seçilen asker adayları, İstanbul’a sürülüyordu. Sünnet edilip Müslüman yapılan çocuklar, Anadolu’daki belli ailelerin hizmetine veriliyor ve Türk-İslam kültürü içerisinde birkaç yıllık eğitimden geçiriliyordu. Daha sonra Acemi Oğlanlar Ocağı’na alınan devşirmeler, kışlada geçen askerlik eğitiminin sonunda yeniçeri kaydediliyordu. Ancak ocağa verilme esnasında titiz bir elemeden geçirilen çocuk devşirmelerin en zekileri ayrılıp devlete amir ve memur yetiştiren saray okulu Enderun’a kaydediliyordu. İşte, yazının başında söz edilen başta Hersekli ve Sokollu olmak üzere tüm sadrazamlar, bu okuldan yetiştirilen devşirilmiş Hıristiyan çocuklarıydı. Bunlar gibi binlerce devşirilmiş çocuk, devlet hizmetinde görev almakla kalmıyor geçmişleriyle farklı unvanlarda ilişki kuruyorlardı. Ailelerini ve doğdukları yerleri unutmayan devşirme devlet adamları, özellikle Bosnalılar ve diğer Balkan Bogomilleri arasında heyecanla karışlanıyordu. İşte, o zaman yeni bir şey öğrendiler milliyetsiz kavmin evlatları: Bir zaman önce köylerinden alınan Bogomil öksüzleri, geri döndüklerinde parıltılı bir kimlikle dönüyorlardı: Osmanlı kimliğiyle… Bu öyle bir kimlikti ki gücü sınırsız, görkemi mükemmel, kendine güveni zirvede. Ve her şeyden önemlisi içselleştirilmesi o kadar kolay ki… Daha dün anasından ağlayarak ayrılan çocuklar artık “Osmanlı” olmakla övünüyor ve mutlulukları gözlerinden okunuyordu. Doğal olarak “paraya da para” demiyorlardı; bu itibarla ailelerini görüp gözlüyor ve yeni efendiler, hıristiyan ailelerin kayırılmasına da hiç karışmıyordu.
İşte, bu arada bir şey daha öğrendiler Bogomiller; Yeni efendiler de tıpkı kendileri gibi “Tek Tanrı”ya inanıyor, ona Baba değil Rab diyordu. Bununla kalmıyor İsa’ya inanıyor ve onu “Oğul” değil Musa gibi bir insan-elçi olarak görüyorlardı. Tıpkı kendileri gibi… Bogomil büyükleri, öğrendikleri bu hakikat karşısında yeniden bir karar verme noktasına geldiklerini hissettiler. Nihai kararlarını vermeleri zor olmadı; Bogomiller, kitleler halinde Müslüman olmaya başladılar. Bu noktada devletten istedikleri bir şey oldu; Devşirilmeye devam edilmek… Aslında, Müslümanlardan devşirme geleneği yoktu devletin fakat bu kural Bosnalılar için bozuldu ve Osmanlının verdiği yeni isimle Boşnak çocuklarının ordu hizmetine alınmaları devşirme hukuku içerisinde devam etti.
Devşirmenin devam etmesi Boşnakları “Osmanlılaştırma” eylemiydi aynı zamanda. Yani devşirilen her çocuk, çok özel bir statüye yükseliyor, kimlik kazanıyor ve milliyetsizlikten Boşnak alt adıyla Osmanlı oluyordu. En önemlisi de onun yeni kimliği, kendiyle kalmıyor ailesini de kuşatıyordu. Öyle bir zaman geldi ki evlatları devşirilmemiş Boşnak aile kalmadı yani eskinin isimsiz Bogomilleri inançlarında bir klas üste çıkmış Müslüman olmuşlardı; bununla birlikte belki de tarihlerinde unuttukları ilk isimleri hariç ilk defa memleketlerinin adıyla değil kendi adlarıyla anılıyorlardı; Boşnak olarak. Bununda üzerinde bir başka aidiyet daha bahşedilmişti kendilerine artık onlar Osmanlıydı: Bogomil dolaması yoktu sırtlarında Osmanlı kaftanı vurunmuşlardı; kafalarında Bogomil külahı yoktu, yeniçeri börkü takınmışlardı. Bu topraklara indikleri uzun yıllar boyunca Bizans’ın ve Latinlerin vasalları olan Sırplar ve Hırvatlardan daha da üst bir sekide duruyorlardı. Ve üstelik onlardan çektiklerinin semeresini çıkartacak bir güç ve selahiyete sahip oldukları halde intikamın şeytani çekiciliğine düşmeden… Tıpkı bir Osmanlı gibi affetme büyüklüğünün uhrevi tadını damaklarında duya duya…
***
Bosnalı Bogomillerin, yarımadaya yayılmış olan muadillerinin başında Pomaklar geliyordu. Konuştukları dil arasında sadece şive farkı bulunan bu iki toplumun, Bulgar toprağında yaşayan kısmının çektiği etnik sıkıntı, Bosnalılardan geri kalır gibi değildi. Onlar da yarımadanın itilip kakılan öksüzlerindendi tıpkı Makedonya topraklarında yaşayan keşiş Bogomiller gibi. Onlara da kendi yörelerinde Torbalı deniyordu.
Osmanlının coğrafyaya girmesi bir milat olmuştu. Sultanlar, tıpkı Bosnalıları önce Müslüman yapıp sonra bir kavmî isimle etiketlemesi gibi Bulgaristanlı ve Makedonyalı Bogomilleri de öksüz, yetim koymadı. Bulgar Bogomil toplumu Müslüman olduktan sonra Pomak adını aldı; Makedon Bogomilleri de Din-i Mübin’e girdikten sonra Torbeş şeklinde isimlendirildi yani Torbalı Dervişler.
Boşnak, Pomak ve Torbeşler içinde, Osmanlı en çok birinciyi sevmişti; bir bakıma devletin, tüm kapılarını açmıştı onlara. Bu itibarla imparatorluğun en ünlü sadrazamları onların arasından çıktı. Sadrazamın altında yer alan makamların tamamına, onlarca yüzlercesi oturtuldu. Aralarından, devletlerine ihanet etmiş bir tane bile hain çıkarmamış olan bu insanlar, kendilerine sağlam bir din ve milli bir aidiyet kazandırmış olan Devleti Aliyye’nin bir dönemine adlarını verdiler: 1561’den itibaren sadaret makamına oturan Sokollu’yla başlayıp 1826’deki Vakay-ı Hayriye’ye yani yeniçeriliğin lağvına kadar geçen zaman dilimine bazı tarihçiler “Boşnaklar Dönemi” dediler.
***
Devletler de canlılar gibidir, fanidir yani… Doğar gelişir ve yıkılır; bu kaçınılmaz bir süreçtir hatta kaderdir. Osmanlı da bu kaderden kaçamadı ve 600 yıllık bir ömrün ardından emri hak vaki oldu; İmparatorluk çöktü. Osmanlı, eski yurtlarından çekildi ve Anadolu’ya hapsoldu. Devletin boşalttığı topraklarda yaşayan toplumların neredeyse tamamı Osmanlı’nın çekiliş günlerini bayram ilân etti; sadece Boşnaklar ve tabi Pomak ve Torbeş toplumları bu hayhuya katılmadı. Garip, Osmanlı’nın gidişinde düğün bayram eden Balkan toplumlarından biri de Arnavutlardı oysa onlar da tıpkı Boşnak, Pomak ve Torbeşler gibi Müslümandı. Belki, aradaki tek fark Arnavutların Bektaşi, Boşnak ve diğerlerinin Sünni olmasıydı. Resneli Niyazileriyle Devleti Aliyye’ye asi olan Arnavutları bu ihanete sevk eden sebep Bektaşi oluşları değildi aslında. Onlar da Araplar gibi ulusal devletlerinin peşine düşmüş ve koşup kendi maceralarına gitmişlerdi. Bu yüzden sevinçliydiler. Fakat Boşnaklar, hüzne gark olmuşlar, ağlaşıyorlardı hatta toplumun önemli bir kısmı anavatanını terk edip Anadolu’ya göç etmişti. Boşnakların hüznüne neden, ilk defa ele geçirdikleri “Meşrui Aidiyet”lerinin ellerinden kaçmasıydı. Onlar tekraren, milliyetsiz öksüzler arafına düşmekten korkuyorlardı.
Neyseki beklenen, beklendiği vahamette olmadı. Türkiye Cumhuriyeti, mirasına konduğu Osmanlı mirasını reddetti. Böylece, Osmanlılık orta yerde kaldı. Bir ateşten gömlek hâlini almış olan eskinin şanlı aidiyetini herkes, kapısından kovarken onu, evine buyur edecek olan tek toplum Boşnaklardı. Zaten, Boşnaklarda öyle yaptı ve onca ağırlığına rağmen Osmanlılığı sırtlarında taşımaya devam ettiler. İyi de ettiler! Zira bu hamallık sebebiyledir ki Yugoslavya kurulurken kurucuların aklına, Boşnak halkını Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya ya da Karadağ’a dahil etme gelmedi. Boşnaklar, “Müslüman Milleti” adıyla ayrı tutuldu ve kendi muhtariyetlerinin maliki oldular. Osmanlıyla birlikte yaşadıkları 300 yıl, onları nihayet bir millet şekline getirmiş; dünya ile Balkan milletleri de geçmişin öksüz Bogomillerini, Boşnak ya da Müslüman milleti sayar olmuştu.
***
Evinde Osmanlı yemekleri yiyen, sivil hayatı içerisinde Osmanlılar gibi giyinen, Sarayova Başçarşı’sında Osmanlı esnafının ahlâk anlayışını kendisine bayrak edinmiş olarak, ticaretle hayatında atalarından öğrendiği şekliyle dürüst davranan, günlük hayatında icap eden birçok selâmlaşmayı “Bayram mübarek ola misali” Türkçe söylemeye devam eden , bilhassa yaşlı kadın ve erkeklerinin giyim kuşamında Anadolu insanıyla eşleşen, aile içi ilişkilerinde Osmanlının temel halkı gibi güçlü bağlarını koparmamış ve saygı-sevgi temeline dayanan akraba ilişkilerini devam ettiren, toplu taşım araçlarında kadın, yaşlı ve hastalara yer verme alicenaplığını gösteren, aralarından hâlâ palabıyık bırakan delikanlılar çıkarmayı sürdüren bu toplum ne Sırplara, ne Hırvatlara, ne Karadağlılara ve ne de diğer Balkan kavimlerine benzer; elbette Bogomil de değildir artık. Boşnak Müslüman Milleti’dir lakin tarihteki prototipi Osmanlıdır. O hâlde, hâlen hayatiyetini devam ettiren Osmanlı Milleti de denilebilir bu halka. Ya da ruhlarına ve görünür hayatlarına sinmiş olan Osmanlılığı soyunduğunda yeniden “Kimliksiz Öksüzler” şekline dönme felaketini potansiyel olarak içinde barındıran bu küçük kavmin ezeli derdine Osmanlı olmaktan başka hiçbir ilâç kâr etmez. Osmanlı olmak, onların kaderi ve tek var olma sebebi. Kısacası, istikbale açılan bir başka geçit yok onlar için. Buna rağmen…
***
Yarım asra yakın bir süre, bir karabasan geçti bu toplumun üzerinden; o karabasan Komünizm’di. Bir bakıma, insan fıtratına mugayir bir sistem olarak Komünizm, uygulandığı hiçbir ulusta Boşnaklardakine benzer, onların ruhunda oluşturduğu negatif etkiyi yaratmadı. Aynı zamanda bir “milliyetsizleştirme projesi” olan Komünizm, bir süre sonra uygulandığı toplumlarda dönüştü ve faşist bir ırkçılık olarak, yeniden tarif etti kendini. Sırplar, Hırvatlar, komşu Bulgarlar ve diğerleri kendilerini, ırklarına mensubiyet arzusunun hastalıklı sarnıcında buldu ve etraf ekalliyeti asit kaynarlarıyla eritme hastalığına düçar oldu. Sadece Boşnaklarda durum böyle olmadı. Sistem, maalesef onların üzerindeki Osmanlılığı ve ruhlarındaki Müslümanlığı soydu. Bu işlemin neticesinde onlardan geride, sanki bir baş soğan kaldı zira soyundukları aidiyet dışında girecekleri hiçbir kimlik yoktu. Artık Bogomil bile olamazlardı. Ortalıkta üryan yetim kurbanlar olarak kalakalan bu toplum “iç edilmenin zalim saldırısını” üzerinden çekilen “Osmanlı eli” sebebiyle yaşadı. Üryan vücudları, yüz elli yıl önce ölen Osmanlı’nın ruhu buharlaşınca “Mahşerin Kuzuları”na döndü. Kuzular ise kurtların “aperatifiydi” o kadar.
Neyse ki onlar, unuttukları/unutturuldukları Osmanlı ruhu tarafından terk edilmemişti. Boşnak ağaç sararmış solmuş lakin unutulan kök, Osmanlılığını sürdüregelmişti; zaten, ot da kökün üstünde biterdi ya… Üzerlerinden geçen savaş buldozeri, onlara Boşnak olduklarını ve bu ismin kendilerine ödünç verilen bir aidiyet olduğunu, Boşnaklığın içini dolduracak tek değerin Müslüman Osmanlılık olduğunu anımsattı. Ve Osmanlı ruhunu tekrar üfledi bedenlerine. Bu üflemedir ki “Araf Toplumu”nu yeniden dirilten dinamik oldu ve üryan delikanlılarını şehit ala ala zafere itti.
Tabiri kabil olmayan acılar sonunda savaş bitti. Barut dumanlarına bidayette “Komünist Kimliksizliği”yle dalan Bosnalılar, öte yandan Müslüman Boşnaklar olarak yeniden doğruldular. Osmanlılık ise ta başından beri, onların bir devlete sahip olmalarının itici gücüydü; muhtariyeti de onun etkisiyle almışlardı. Savaşın nihayetinde de devletlerini istediler ve aldılar. Yeni devletin adına, şartların güç yetmez ağırlığı nedeniyle ve zoraki “Bosna Cumhuriyeti” dediler, kuruluşunda yer aldıkları devletlerine… Lakin onlar, yüreklerindeki saklı ad konmamış olsa da bir “Osmanlı Cumhuriyet”in idealist vatandaşları olarak yaşıyorlar, şehitleriyle koyun koyuna bugün. Ve cumhuriyetlerinde “Son Osmanlılar” olarak yaşamaya da niyetliler.
kalemine sağlık