Aslında yazının başlığını “Irak’taki İran Sendromu” koymuş ve son zamanlarda Irak’ta husule gelen değişiklikleri sıralayarak Türkiye’nin bölgedeki varlığının belirginleşmesi ve İran varidatının solgunlaşması/solgunlaşır gibi olmasının kafamda oluşturduğu istifamı izale etmek için düşünmeye başlamıştım. Hatta “Neden?” diye sora sora beyin çilemin arasında dolaşırken, kendime kızıyordum: “İran neden suskun?” Irak’ı sessiz sedasız, Türkiye’nin etki alanına terk etti? Yoksa Ortadoğu’dan vazgeçiyor mu? Buna benzer sorularla düştüğüm cevapsızlık havuzundan çıkmak istiyordum. Ki…
Bölgedeki bazı gelişmeler, meselenin alt yüzünü açık etti: Anlaşılan o ki Tahran, bölge “level”lerinden bir alta geçiyor ve sinsiliği tercih ediyordu. Fakir de sinsiliği, suskunluk olarak yorumlayarak, İran aklına yakıştıramadığım bu formatın şifresini çözmeye çalışıyordum. Çile kendiliğinden çözüldü. Neydi bölgedeki ifşa olayları?
İlk haber Suriye’den geldi: Bildiğiniz gibi İsrail’in durup durup yaptığı işlerden biri de Golan cihetinden Suriye topraklarını vurmak… Son vuruşu, 20015 Ocak ayının son haftasında yaptı: Bölgede seyreden bir grup Hizbullah aracına saldırdı. Saldırıda ölenlerin arasında İranlı bir üst düzey komutan da vardı. İran’ın Suriye’deki askeri varlığı, epeyden beri beri biliniyordu lakin bu varlığın daha çok danışman kadrosu şeklinde olduğu sanılıyordu. Fakat Hizbullah saldırısıyla hem bir asker, hem üst düzey komutan hem de bizzat arazide harekat yapan silâhlı bir İranlı ortaya çıkıyordu. Olayın ardından Suriye muhalefetinden, durumun vehametini resmeden bir açıklama geldi: Suriye, İran’ın işgali altında…Hatırlayınız; Ne demişti İran Meclis Başkanı Ali Laricani? Bölgedeki üç başkent Tahran’a ait: Şam, Beyrut ve Sana… Tabi bidayette Bağdat da vardı.
Şam ve Beyrut malûm… Şimdi gelelim Sana’ya! Dananın kuyruğu Yemen’de koptu. Hizbullah saldırısının ardından İran’ın ortaya çıktığı yer olarak Arabistan’ın güney batısı gündeme düştü. Yemen’in kuzeyinde yerleşik Zeydi Şii Husilerin ayrılıkçı örgütü Ensarullah, belki de tarihinde ilk defa boyundan büyük bir huruç hareketi yaptı ve Sana’da darbeye kalkıştı. Nice zamandan beri ülkenin Suudi sınırında eylemler yapan Husi kabilesinin tek destekçisi İran’dı. Kabilenin, kendi ülkesinin topraklarında devamını barındıran Suudiler, yangının kendi arazisine sıçramaması için azami gayret sarfederken Yemen devletinden de yardımını esirgemiyordu. Bu nedenle Ensarullah militanları, rolantede sürdürüyorlardı kavgalarını. Ancak son birkaç aydan beri rolante durumu bozulmuş ve kavga iç savaşa evrilme emareleri göstermeye başlamıştı. Durumu yakından takip edenler “Neler oluyor?” kaygısıyla kavgadaki volüm artışının perde arkasını ve “arkadakinin kimliği”ni çözmeye çalışıyorlardı. Aynı anda fakir de Irak’taki İran suskunluğunun sebebi üzerine kafa yoruyordum. Yanılgım şurada oldu: Suskuluğu, Suriye’yle ilişkilendirme gayretindeydim; doğrusu, Yemen aklıma gelmemişti. Meseleye Laricani’nin “Üç başkent: Şam, Beyrut ve Sana…” açıklamasıyla analiz ya da ilişkilendirme alanımı genişletmeye başlamıştım ki Yemen bekletmedi fakiri. Darbe bombasının fitili on beş gün önce, Yemen cumhurbaşkanı yardımcısının kaçırılmasıyla ateşlenmişti. Bu olay, şu anlama geliyordu: Dağları mekan tutan Ensarullah şehirlere inmiş hatta Başkent Sana’ya girmiş ve bakanlık sarayına dahi sızmıştı. Tıpkı Hasan Sabbah Fedaileri!nin Selçuklu Sarayı’na sızması gibi…
Kaçırma olayı, çatışmaları had safhaya çıkardı. Bu kez Husiler, çok hırslıydılar zira arkalarındaki güç, Irak’ta plânladığı hızla ilerleyemeyen, “Şia Kuşağı”nı tamamlama kararlılığını karşı uçtan, Bağdat bölgesine göre daha göz ardı gibi duran zayıf halka Yemen’den tekrarlıyordu. Zamanlama o kadar harikaydı ki… Kısa bir süre önce, Fransız Charlie Hebdo mizah dergisini basan Koachi kardeşlerin eylemini kim üstlenecek derken, beklene cevap Yemen’den gelmişti. Benzeşleri arasında en şedid olarak bilinen El Kaide’nin Yemen Kolu “Biz Plânladık” dedi. Ancak baskının ertesi gün yayınlanan gazeteler, Majesteleri’nin MI6 konusunda şüphelerini dile getirmişlerdi.
Biraz geri gidelim; Suriye’de tıkanan IŞİD/DEAŞ örgütü, yönünü Irak’a çevirdiğinde, İran suskunluğa bürünmüş ve bölgeden sır olmuştu. Onunla birlikte sır olan bir başka güç Güney Irak Şii güçleriydi. Irak ordusu, başta Musul olmak üzere araziyi Bağdat’a kadar boşalttı fakat geride tüm mühimmatını bırakarak… Bu tahliyesiyle Bağdat, bankalarını ve petrol bölgesini hediye etmişti IŞİD’in hepi topu dokuz yüz tane olduğu söylenen militanlarına. Onlara bırakılan sadece silâhlar, bankalardaki paralar ve petrol bölgesindeki akaryakıt potansiyeli ve rafineriler değildi; aynı zamanda bölgedeki insan potansiyeliydi ve örgütün dokuz yüz kişilik gücü bir anda 15-20 bine çıktı. Sayı hâlâ o noktada.
DEAŞ; Irak’ta iki sınırtaşı dikti: Birincisi güneyde “Güney Irak Şii Devleti”nin başkenti Bağdat’a atmış kilometre kala, Samarra’da… İkincisi; Kuzey’de “Kuzey Irak Kürt Devleti”nin başkenti Erbil’e atmış kilometre mesafedeki noktada. Güneydeki sınır taşını DEAŞ kendisi dikmiş ve kuzeye yönelmişti; kuzey taşının dikilmesine ABD yardımcı oldu. Böylece, Ortadoğu’ya tekraren gelmekte nazlanan ve Suriye hususunda parmağını oynatmayan Sam amca bir başka sebepten bölgedeydi artık. Mevcut sebep ortadayken kimse, bilhassa Türkiye, ondan Şam’ı düşürmesini istemeyecekti. Zaten Washington’dan “Tarih yazan açıklama” geldi. “Artık Esed önceliğimiz değil, şimdi hedefimiz DEAŞ ve söz konusu örgüt, en az iki sene orada.”
“Ne anlama geliyordu açıklama?” diye sormama gerek yok: Esed, iki seneyi garanti etmişti; daha doğrusu İran, en az iki yıl Suriye süresi almıştı; bu arada, başka işlere bakabilirdi. Yeni iş Yemen oldu.
Peki, İran bunu kendi başına mı yapmıştı? Mümkün mü? O hâlde? Bu bir Şah- Majeste antlaşmasıydı. Hülasa, artık Ortadoğu’da İran ve İngiltere somut olarak kolkola!
***
Bu arada, Türkiye ne yaptı? Elbette, Tahran operasyonunu yapana kadar Ankara, “Esed Suriyesi”nden uzaklaştırıldı; bir süreliğine Güney Irak’ın “Yeni maliki”si İbadiyle flört ettirildi. Yetmedi DEAŞ; “Irak operasyonu”ndan geri çekildi ve sınırdaki “Uyduruk kasaba Kobani” yani asıl adıyla Aynelarab’a sürüldü; “Şii hilâli Ameliyatı” tamamlanana kadar tüm bölge, Kobani’den ibaret hâle sokuldu. Artık işi yoksa uğraşsın dursun Türkler, biçilen süre kadar: 6-7 Ekim olayları, 42 ölü, binlerce mülteci ve diken üstünde Güneydoğu. Yetmez mi?
Sonuç mu? Yemen operasyonu tamamlandı, Kobani düştü ya da düşürüldü; hem de bizim yardımımızla. Güney sınırımızı takiben üç kez, “Biji Serok Obama!” çığlıkları arasında Kobani’ye geçirilen Peşmerge ordusu (!)nca… Peki, kaç kişilikti bu ordu? Hiç canım, yüz elli kişilik kadar hatta sekiz on tanesi Suruç’ta otelde gecelerken kaçıp kayıplara karışmıştı; doğal olarak, bu sayıyı yekûnden düşmek gerek.
Bu netice karşısında, Türkiye’deki umumi manzara şu: Kürt kardeşler Güneydoğu şehirlerinde “Kobani kurutuluş günü şenlikleri” kapsamında halay çektiler uzunca bir zaman. Halayda yekûn tutan PKK sempatizanları, Ayn-el Arab kasabasındaki zaferin sahibinin, stepneleri PYD olduğunu zannediyorlar. Oysa artık muhitte, Muslim Salih’le kanı uyuşmayan Barzani hakim; hem de yüz kırk kişilik ordusuyla ve bir aylık askeri eğitimle…
Türkiye’ye gelince… “Kuzey Suriye’de yeni bir kuzey Irak statüsü istemeyiz!” diyor. Lakin açıklama ABD’nin ve Barzani’nin “Kobani’nin kurtarılması ve bölgeden DEAŞ’ın kovulmasında Ankara’nın rolü büyük; Türk yetkililere müteşekkiriz.” beyanatları arasında kaynadı gitti. Gitmese de gayri bir ehemmiyeti yok kanaatimizce zira o bölge, Kuzey Suriye değil; Kuzey Irak’ın uzantısı durumunda.
Burada duralım ve soralım: Kobani ticaretinden kim kârlı çıktı? El cevap, Türkiye Devleti ve Türkiyeli Kürtler dışındaki herkes… Büyük parça İran’ın; zira Suriye’de kârhanesine kaydettiği iki yılın üzerine Yemen’i de koydu. Ya Türkiye? Adı üstünde onu, herkes “Yalnız Kurt” olarak biliyor. Bir de leş yemek gibi bir alışkanlığı yok. Bir başka zaafiyeti daha var Yalnız Kurdun: O Serengeti tavşanlarının, zavallı Somalilerin yanında şimdi. Ee, kime kimin düşeceğini, Şah ve Majeste’den önce “Şanı En Büyük Olan” belirliyor. Kalanı teferruat!