Fakiri yazılarımızdan takip edenler, İngiliz tarihçi, Yahudi orijinli Erik Hobsbawn’ın aksine Katastrof (Karmaşa/kaza/kargaşa) çağını, İkinci Dünya Savaşını önü ve arkasıyla sınırlı tutacak şekilde 35 yılla sınırlandırmanın yanlış olduğu kanaatinde olduğumu ve asıl Katastrof başlangıcının 1701 olduğu hususundaki kanaatimi bilirler. Yani Katastrof’un miladı, medeniyetin Doğu’dan Batı’ya geçtiği yıl… Peki, buradan hareketle Katastrof’un sonucu için bir tarih belirlememiz mümkün mü? Evet! Batı medeniyetinin, bir bitiş noktasına varıp; “Bizden bu kadar!” dediği/dedirtildiği yıllar aynı zamanda Katastrofçu Hobsbawn’ın öngördüğü çağın da sonu olacaktır. Bir başka deyişle “Katastrof çağı, bizatihi Batı medeniyetinin kendisidir.” Tespitinde bir mahzur yoktur hatta isabet edilmiş olur.
Bu durakta verelim “Katastrof Medeniyeti Çağı”nın bitim tarihini: Nihayet bugünler ya da bu yıllar… Artık içinde bulunduğumuz hususunda kimsenin kuşkusunun kalmadığı 3. Dünya Savaşının bitişiyle beraber Batı Medeniyeti de havlusunu atmış ve Z raporunun hazırlığına başlamış olacaktır. Yani çöküş süreci, Hobsbawn’ın geçen yüzyıl için öngördüğü 1915-1950 Katastrof aralığının izdüşümü olan 2015-2050 arasını kapsayacak kanatindeyiz. Aynı zamanda bu aralık, yeni ve son medeniyetin kurucusu olacak devletin ve ona bağlı olarak milletin de emaneti teslim alma törenlerine sahne olacak demektir. Yani Batı, Z raporunu tekmil ederken, onun yerini alacak olanlar da “Yeni Medeniyet”in A raporunu yazmaya duracaklar. Bu satırlarla 35 yıllık sürede, bir nevi, devir teslim döneminde, mevcudu bitirme ve yeni olana başlama faaliyetinden söz ediyoruz.
Hatırlayacaksınız! Daha evvel “Son Medeniyet” hususunda birkaç yazı kaleme almış ve bunların ilkinde; “Peki, yeni medeniyetin kurucu milletleri kimler olabilir?” sorusunun cevabını aramıştım. Medeniyet kurucusu olarak meydana çıkan namzetler sıralamasında, ortaya koyduğumuz liste, yukarıdan aşağıya, bir: Mevcut Töton medeniyetinin kurucu babası olarak Anglosaksonlar ve onun ortağı Siyonistler ya da İngojudik birlikteliği… İki: İngojudik’in ardından Kıta Avrupa’sının siyasi organizasyonunun ardındaki saklı güç olarak Cermen yani Almanlar… Üç: Almanları takiben Slavlar… Ve dört: Bir önceki medeniyetin sahibi olarak uyutulan Türkler… Liste, bu dörtlünün dışında ikincil sıralama olarak İran Persiyanları’nı ve Çin’i de göz ardı etmemiş ve onların da yeni medeniyete talip olduklarını kayda geçirmişti.
O tür yazıların bir başkasında da Batı Medeniyetinin iki biraderi olarak Anglosaksonlar ve Cermenlerin listedeki bir ve ikinci sırayı işgal etmiş olmalarının önemsizliği üzerinde durmuştuk. Ve 21. Yüzyıldan itibaren yapılanacak olan Yeni Medeniyetin patronlarının, söz konusu Töton biraderler olmayacağını gerekçelendirmiş, ona yakın ibarelerle Slavları da atlayıp milletimizin isminin altını çizmiştik: “En güçlü aday Türkler!” diyerek. Hâlâ oradayız.
Buradan hareketle ve ısrarlı iddiamızın gereği olarak, Yeni Medeniyetin sahibi olacak mübarek milletimizin ve onun resmi organizasyonu olarak Türkiye Cumhuriyeti devletimizin 21. Yüzyıldan başlayan ve geleceğe uzanan yol çizgisinin haritasını ortaya koymamız da üstümüze vazife oldu denilebilir.
***
Bu durakta soru şu: Mübarek milletimiz ve yüce devletimiz, yeni bir medeniyeti ortaya koyacak bilgi, beceri ve birikime sahip mi? Bu soruya verilecek cevap, ya hayalimizin senedi olacak ya da çöp kutusunun son yolcusu.
Ne yalan söyleyeyim; kendi kendime vereceğim bu cevabın öncesinde boynum eğri, yüreğim buruk! Ne yazık ki yukarıda sorduğum soruya müspet bir cevap vermemin imkânı oldukça kısıtlı. Evet, arkamızda deste deste Türk Medeniyetleri ve başlı başına bir cennet müktesebatı olan İslam Medeniyeti birikimimiz bulunmakta. Ancak geçmişte biriktirdiklerimiz, Yeni Medeniyette ancak bir ruh olarak, olumlu motivasyon sağlayacak mesabede şeyler. Yapabilecekleri tek hayır, yeni oluşuma etik kavramları sunmak olacaktır medeniyete ve onun yapıcı ustalarına. Somut argümanlar sunması mümkün değil.
Osmanlının, medeniyeti bıraktığı 2. Viyana Kuşatması yenilgisi ve onun ardından imzalanan 1699 tarihli Karlofça Antlaşmasını imzalarken kullandığı kağıt, artık kullanılmıyor; imza gereci olark masanın üzerinde yer tutan hokka ve divit bırakılalı yüzyıllar oldu. Medeniyetimizin yaralı bedenini, bir kanlı plasenta misali yanımıza alıp Viyana’ya arkamızı dönerek, başımız yerde olduğu hâlde bizi, memlekete taşıyan aracımız atlardı. Aradan geçen yüzyıllar içinde ne at kaldı, ne at arabası…
Viyana’yla beraber, cevheri eline geçiren Batı, Medeniyetini öyle bir donattı ki kâğıdı hamur hamur yüceltti, kuşe yaptı. Orada durmadı dijital kâğıda geçti. Hokka ve diviti ise kurşun kalemden dolma kaleme, oradan tükenmez kaleme evirdi. Orada da durmadı daktilo gerecinden bilgisayar üretti ve bir yazma aracı olarak kalemi de dijital hâle dönüştürdü. Bizi, medeniyet yolculuğumuz sırasında Viyana nihayetine kuş gibi uçuran atlar ve at arabalarının yerine ikame edilen ise gelinen nokta trenler, otomobiller, uçaklar hatta uzay füzeleri…
Üst paragrafta sözünü ettiğimiz teknolojik ürünler… Ancak bir medeniyet için temel argümanlar ise öncelikle bilim, bilgi, sanat, felsefe ve edebiyat…
Mili e Medeniyet tarihimize geri dönüp bir bakalım; “Bilim”in neresinde kalmıştık son olarak? Cevabı arama hususunda sizi yormayalım ve biz söyleyelim sorunun karşılığını: 1600’lü yılların ortasında hükümferma olan Dördüncü Murat Han zamanında diyerek başlayalım işin ayrıntısını anlatmaya. Aslında hikâye hepinizin bildiği bir şey; hani, Sarayburnu’nda sekiz okkalık barut macunuyla doldurduğu fişekleri sırtına saran ve kendisini izlemeye gelen padişah ile Rical-i Devlet’e “Size, Hz. İsa’dan selâm ve haber getirmeye gidiyorum.” diyerek ilkel füzesini ateşleyip gecenin karanlığında göğe yükselen muzip mucit Lagari Hasan Çelebi’de kalmıştık. Lagari’nin sonu ne mi oldu? Tabii ki Cezayir’in Fizan çölüne sürülmek… Hemen, zaman geçirmeden ekleyelim: Mimaride de kaldığımız yer ise, sözünü ettiğimiz celalli padişah Murat’ın 25 yıl öncesinde babası Birinci Ahmet’in inşa ettirdiği Sultanahmet Camii…
Soruyorsunuz: “Bilgi”nin neresindeyiz? diye: Nerede olacak, 575 yıl evvelinin Fatih devrinde… İstanbul’un manevi fatihi olarak bilinen, Bayramiyye müntesiplerinden Akşemsettin bakın ne demişti zamanında; “Hastalıkları, küçücük gözün görmediği hayvancıkların yaptığını sanıyorum.” İşte, köseliğiyle ünlü o adam, ilginç öngörüsüyle mikropları işaret etmiş; bir iki kırıntı vermişti bize bilim cihetinden. Yine aynı dönemde Timur’un torunu, astronomi dehası, Semerkant Hanı Uluğ Bey’in talebesi Ali Kuşçu, da İstanbul’a getirilmişti “Türk Bilimi”ne katkısı olsun diye. Kuşçu, İstanbul’da emrine verilen imkânlarla yazdığı “Ay Risalesi” kitabındaki astronomi bilgisini ve Uluğ Bey’in “Zeyç”lerini, müderris yani profesör olduğu Fatih Üniversitesinde dersler konusu yapmış ve Osmanlı eğitimine yepyeni bilim yaprakları armağan etmişti. Ve tabi bizzat padişah tarafından ortaya konan, İstanbul’un fethinde kullanılacak topların mühendislik bilgileri de dünya bilim-bilgi birikimine armağan edilmişti. Daha sonra dünya bilim-bilgi tarihine Osmanlının sunduğu orijinalite, Koca Sinan’ın “Karkas yapı” buluşu ve mimarlıkta akustik bilgileriydi. Yol orada kesildi. Sonrası yok. Şu anda bildiğimiz tüm bilgi ve kullandığımız bilim ise Batı Medeniyetinin babasının malıdır. Biz de onlarca küçük kavim gibi hazır tüketici durumundayız. Hazır yiyicilik, birer yoksul tarihin sahibi olan pek çok ulus açısından bir sorun teşkil etmez de bizim penceremizden bakıldığında, yüz kızartıcı bir durum olarak iç acıtır.
Gelelim sanata… “Bu konuya hiç girmeyeyim daha iyi!” diyeceğim ama müzik hususunda Meragalı Abdülkadir’le son bulan “Minör-Majör” zenginliği, “Kesirli Nota” kuantumu ve “Koma” yanıklığını yüreklere işleten musiki incelikleri bizatihi Türk soylulardan olmasa da Osmanlı teb’asından ya da soydaş beylik sanatçılarının akraba musikişinaslarından ya da doğu medeniyeti mensuplarından dahilerin eseridir!” demeden geçersek geçmişimize vefasızlık olur. Ancak ondan sonrası yoktur. Nice zamandan beri müzik dünyamız “Batı normunda” kopyalamalardan ibaret olarak Cenaze Marşı çalmakta. Ne hüzünlü Ya Rabb!”
Sanatın bir başka dalı olarak resme bakalım mı? Resim, bidayetten beri, zaten rağbet edilmemiş bir husus olarak toplumumuzda yer tutmamıştı. Biraz minyatür, biraz bezeme… Onlar da Levni ve benzeri nakkaşlarla yandı ve söndü. Osmanlının son zamanlarında ortaya çıkan ressamlar ise Batıdan esintilerle durumu idare ettiler bir süre. Çağdaş resmimiz ise Batıyı kopya dahi edememekle hastalıklı.
Tıpkı resme benzer bir Batı sanatı olan roman ve öykücülük de 19.Yüzyılın son yarısında teşrif etmişti coğrafyayı. Bu nedenle ilk kalemdârlar da gözünü Avrupa’ya dikmiş; orada olan biteni tornistan etmekten öteye gidememişlerdi. Hâlen durum değişmiş değil, çağdaş romancı ve hikâyeciler de Edirne’den öteye yolculuk edememekte. Şiir hakeza… Tiyatro öyle… Sinema yerlerde sürünen bir sürüngen misali acıyla kıvranmakta…
Ve felsefe… En yakın felsefecimiz kendi değil adı filozof olan Rıza diye bir Abdülhamit muhalifiydi. Türk dünyası, daha geniş tarifle İslam dünyası felsefeye 10. 11. 12. Yüzyıllarda girdi ve çıktı. Farabi, Beyruni, İbni Sina gibi üç beş isim dışında kimi hatırlıyoruz ki? Hiç! Son medeniyetin sahibi olan Osmanlı’da ise felsefe sıfır… Dedik ya bir tek Filozof Rıza var!
Hülasa… Son birkaç yüzyıldan beri dünya edebiyat sahasında ne bir romancı, ne bir şair söylemek mümkün değil bizim için. Eğer lütfeder sayarsanız çağdaş dünyanın tanıdığı iki isimden biri olarak Türk şairi olarak Nazım Hikmet ve Nobel ödülü almış Romancı Orhan Pamuk bulunmakta. Buna şükür! Bunların dışında, dünyanın tanıdığı ne bir mimar, ne bir müzisyen, ne bir ressam, ne bir aktör/aktris, ne bir karikatürcü, ne bir şucu, ne bir bucu… Yani durum, hakikaten vahim!
***
Evet! Bu durakta öncelikle sözüm kendime: Sen, ben, bizim oğlan, bizim kız… Gelin güvey oluyor ve “Son medeniyetin kurucusu” biz olacağız efelenmesinden keyif alıyoruz. Ancak eğri oturup doğru konuşalım: Bu bitmişlikle, bu çapsızlıkla ve bu cehaletle medeniyet üretmek imkânsız. Lakin “İmkânsız!” deyip geçemeyiz…
O hâlde ne yapmak lazım?
Her ne kadar Batı Medeniyeti, medeniyet yolculuğuna, 1701’de başlamışsa da ondan 150 sene öncesinden başlayan bir fikri, felsefi ve sanatsal operasyon geçirmişti. O operasyonun adı Rönesans’tı. İtalya’da başlayıp tüm Avrupa toplumlarını derinden sarsan Rönesans ameliyesi, Avrupa’nın “tuvalet bilmez toplumu”ndan medeniyet kurmaya namzet bir insan tipolojisi bina etti. Ve o insani birikim, kendi içinden öyle sanatçılar, filozoflar, düşünürler, edebiyatçılar, mimarlar, mucitler ve bilginler çıkardı ki ve tabi bilgeler halk etti ki… İşte o olağanüstü yetenekli insanlar, Batı Medeniyetine enerji oldular, ufuk açtılar, yol haritası çizdiler.
1701 Batı Medeniyetinin başlangıcı olmasının yanında buhar makinesinin de bulunuş tarihi olmuştu. Zaten o makine, Batı bilgi/bilim/teknolojik gelişmesinin ilki olarak, Anglosaksonları derin uykularından sıçrattı ve o sıçramayla başlayan hamlenin ismini medeniyet olarak koydu. Türklerin Viyana surları dibinde duran atları, İngiltere’de yolculuğa buhar makinesiyle devam etti. Hem de ufacık bir makine, yüzlerce beygir gücüne eşit olacak şekilde.
***
Gelelim yazının başlığından hareketle yazdıklarımızı resetlemeye: Ne demiştik; “Türkiye’nin Yol Haritası… İşte, başlıkta sözü edilen o yolculuk, bilim, bilgi, sanat, edebiyat ve felsefe haritasından geçmeli ilk hamlesinde diyoruz yukarıdaki anlatımdan filtreleyerek.
Bu noktada; “İş öncelikle devlete düşmekte…” diyerek devam edelim: Hükümetimizin birkaç yıl önce açıkladığı “2023 Vizyon”u hepimizin önemsediği bir bakış açısıydı. Lakin her maddesi ekonomik kokulu ve zengin bir Türkiye modellemeyi öngörmekteydi. Ve elzemdi. Bu yazıyla bir elzem daha ortaya konmuş oldu. O da bilim, bilgi, felsefe ve sanatta 2023 vizyonu… Diyoruz ki; başta Cumhurbaşkanı ve yeni hükümet, behemehal bu vizyonun çatısını çatmalı; bilim, bilgi, sanat, edebiyat ve felsefe için toplumun önündeki kapalı yolu açıp haritasını çizmeli ve halkın bilim, bilgi, sanat, edebiyat ve felsefe damarlarını “stentleyerek” açmalı ve hayat sıvısını harekete geçirmeli.
Buradan hareketle ve aklımıza gelmişken… Biliyorsunuz; kamu hizmethâneleri arasında Türk Patent Enstitüsü diye bir kuruma dikkat çekmek gerekmekte… Soralım, ne yapar bu kurum? Eğer kurumsal görev, “memleketin mucidini tespit ve icadını tescilse” TPE’nin sınırları belirlenmiş olan resmi görevinin önüne bir amaç koymalı: O amaç, 1701’de çevrede atlarla dolaşan Osmanlı savaşçılarına karşı buhar makinesini çıkaran adam ölçeğinde bir dehayı/dahileri ve olağanüstü icadını/icatlarını bulmak ve harekete geçirmek olmalıdır. İşte, o deha/dahiler çıktığında ve “Çağdaş Buhar Makinesi”ni icat edip çalıştırdığında/çalıştırdıklarında Batı medeniyeti 300 yıllık ömrünü tamamlamış ve “Türklerin Son Adalet Medeniyeti” başlamış olur. Bu kadar basit! Allahualem…
***
Üstad her makaleniz gibi bu makalenizin de her bir cümlesini büyük bir aydınlanma, heyecan ve merak içinde okudum. Fakat bir yere takıldım. Gördüğüm kadarıyla kimse farkedememiş bu noktayı. Çağdaş buhar makinesi icat edilir … bu kadar basit demişsiniz. Bu buluş hakkında çalışmalar var mı? Bu buluşun ne olacağı kaba hatlarıyla da olsa belirli mi veya sizin bir tahmininiz var mı? Ve bu çağdaş buhar makinesine ulaşmamıza ne kadar zaman var ? Teknolojideki durumumuz ortadayken gerçektende söylediğiniz gibi bu kadar basit mi? Son olarak Allah ilminizi ve bilginizi arttırsın. Bizi ufkumuzu açtığınız videolarınızdan ve makalelerinizden mahrum bırakmamanız dileğimle
muharreme mektup erdoğan kraliçe görüşmesinin şifreleri adlı makaleyi ulaşamıyorum tekrar yayınlarmısınız teşekkürler saygı ve dua ile