Yüz yıl evvel, cangıl ormanlarında destursuz gezen bir aslanı al ile vurdular. Kralı yaralayan ve o, can çekişirken organlarını paylaşmaya koyulan avcıların belli başlıları dörttü ancak avcı başı tartışmasız Londralı olandı. Onun dışındakilerden biri Parisli, biri Moskovalı, sonuncusu da Romalıydı. Bunların arasında en tokgözlü olan Romalı kurttu ve o aslanın kıç bölgesine razı olmuş ve gruptan ayrılmıştı ancak “Boğaz kısmından da bir ısırık verirsiniz artık!” diyerek… Avcılar arasında en açgözlüsü ise Moskovalı ayıydı ve o ayı, doymak bilmez iştahıyla aslanı orasından burasından kemirmek için dişlerini biliyordu. Ayının açgözlü biri olduğunu bilen avcı başı, önlemini almış ve yanında taşıdığı çırayla ayının kuyruğunu tutuşturmuştu. Arka bölgesinde ateş acısını duyan ayı, aslanı maslanı unutup “Yandım anam!” feryadıyla karlı dağlar arasındaki ininde almıştı soluğu. Geride ise Parisli çakal ile Londralı avcı başı kurnaz tilki kalmıştı. Tabii ki Kurnaz Tilki, “gavur gibi” biliyordu aslanın nerelerinin yağlı, nerelerinin ballı olduğunu. Bu yüzden, çok öncesinden hazırlıklıydı üleşme esnasındaki hınzırlıklarına. Bu sırada cetvelini, makasını, bıçağını ve testeresini eline almış olan çakala dedi ki; “Ah ah! Ne güzeldi atalarının bin yıl önceki kahramanlık günleri! Dur hatırlatayım sana onlara ait bir hatırayı: Ta Fransa’dan kalkıp buralara kadar gelmiş ve aslanı bir kez daha vurmuşlardı. Ve çok severlerdi o atalar, aslanın karın bölgesini. Yemeye oradan başladılar. Tam karnını bitirmişler; ciğere ve dalağa sıra gelmişti ki aslanın sahibi çıkageldi. Böylece ziyafetleri yarım kaldı zavallıların… Her neyse! Onların hatırasına hürmeten ben, şu ortada yatan aslan leşinin işkembe bölgesine elimi sürmeyeceğim. Zira vaktiyle atalarının yarım bıraktığı o bölgeyi, mideye indirmek senin hakkın. Geç aslanın alt yanına ve ceddinin yedi yüz yıl önce yarım bıraktığı ziyafeti tamamla!”
Kurnaz bir ağızla verilen gazla cetveli, makası bir yana fırlatan çakal işaret edilen yere girişirken tilki, üzgünümsü bir ifadeyle; “Bana da şu yağlı ballı bölgeler kalsın bari. Yoldaşları doyurmak için kendimi feda edip etle butla idare edeceğim artık…” diye hayıflandı.
***
Biliyorsunuz; dünya, “Fabl” adı verilen konuşan hayvan masallarının kralı olarak Fransız yazar La Fonten’i biliyor. Tabi, Çakal Fransız’ın o masalları Hint’in “Beydeba”sından aldığından haberi bile yok veya var da umurunda bile değil. Belki de “Aslan yürekli Rişar” doğunun masallarını yağmalama hakkını da çakal ata İkinci Filip Auguste’ye vermişti ta o ilk bölüşümde.
Peki, kim mi bu Aslan Yürekli Rişar ve Filip Auguste? Tabii ki üçüncü Haçlı Seferine katılan İngiliz ve Fransız kralları… Bu çiftin yanlarında bir de Alman kralı Friedrich Barbarossa vardı. 1150’de deniz yoluyla geldikleri Suriye’de onları, doğunun şanlı kahramanı Selahattin Eyyubi karşıladı. Tarihler Avrupalı troyka, 1190’a kadar bölgede kaldıklarını ve sonunda Selahattin’i yenemeyeceklerini anlayarak ülkelerine geri döndüler diye yazıyor.
Aslında, “Haçlı Ruhu” Türklerin, Malazgirt kapısını kırıp Hristiyan inancına göre “Tanrının gezindiği topraklar” olarak bilinen Anadolu’ya girmesiyle hortlamıştı. Lakin bir Katolik organizasyonu olan Haçlı Seferlerinin tetikleyici unsuru Anadolu’nun, sekiz yıl gibi kısa bir zaman zarfında Bizans’tan alınmış olması değildi zira Bizans, ortak dinin Ortodoks mezhebindendi. İki mezhep yani Katoliklik ve Ortodoksluk, Malazgirt’ten sadece 27 yıl önce kesinkes ayrılmış ve 1054’de neredeyse iki ayrı din gibi can düşmanı olmuşlardı.
Bu nedenle Haçlı Seferlerine, Bizans’ın Anadolu yakasının fethiyle değil, üç yüz yıldan beri Endülüs Müslümanlarının elinde bulunan İspanya’nın bir kısmının geri alınmasının verdiği gazla start almıştı. Çağrı, Fransız Kralı ve Fransa’nın kolonileri durumuna gelmiş olan minyatür İspanya kralcıklarından gelmekteydi.
Devrin Papası Urbanus, çağrılara olumlu karşılık verdi ve hazırlıklara başladı. “Mübarek Kudüs’ün Kafir Müslümlerden alınması farzdır!” sloganıyla başlayan propaganda da Fransız aristokratları başı çekiyordu. Bunların arasında biri vardı ki Pierre L’ermite bir keşişten çok aktöre benziyordu. Tüyü dökük zavallı bir eşek üzerinde yalın ayak, başı açık ağıtlar düzüyordu mübarek Kudüs için. Ona bir başka Fransız Yoksul Gautiyer adlı tiyatrocu eşlik ediyordu.
Takvimler, 1096’yı gösterirken Fıransa’dan neşet eden ve tam 1299’a kadar 203 yıl sürecek “Dini Nefret Saldırıları” başlamış oldu. Bu süre zarfında Avrupalılar, tam sekiz sefer düzenlediler Doğu Akdeniz sahillerine. Tabii ki Birinci Seferi, Fransız halkı tertipledi. Bir kısım maceracı şövalyenin liderliğinde harekete geçen sürüye, papalığın yardımcı kuvveti de eşlik ediyordu. Güya,i cenneti fethe çıkan on binlerce Fransız ve onlara yol boyunda katılan Avrupalı Hıristiyan serüvenist, sırtlarına beyaz tunikler giymiş; önlerine ve arkalarına, kocaman haç işaretleri çizmişlerdi. Bu kırmızı haç resimlerinden ötürü bu sürünün adı “Haçlı” yürüyüşleri de “Haçlı Seferi” olarak düşmüştü tarihe.
Uzun ve yorucu bir koşuşturmanın ardından onları Anadolu’da, Selçuklu Oğuzları karşıladı. Oğuzların Sultanı Kılıçarslan adına Şehzade Davut’tu karşılarına dikilen bahadır. Ve Davut Han, Haçlı sürüsünü ağır bir mağlubiyete uğrattı Anadolu’nun uçsuz bucaksız yutuculuğunda. Ancak sürü o kadar kalabalıktı ki öldür öldür bitmiyordu. Bu sebeple Haçlılar, kanlarını ve canlarını saça saça Çukurova’dan çıkmayı başardılar. Önlerine çıkan her şeyi kıra döke, herkesi katlederek, Suriye’nin batısındaki kıyı şeridini ve Lübnan’ı geçip neticede Kudüs’e ulaştılar. Bu seferin sonunda, Antakya – Kudüs hattında bir tek Müslüman komamacasına kırmış ve “Levanten Şeridi” adını verdikleri bölgede dört kontluk, Kudüs’te de bir küçük krallık kurmuşlardı. Kudüs Krallığı, Papa adına tescilli bir Latin organizasyonu Kontluklar da Fransızlara ait devletçiklerdi.
Bu birinci lanetiydi Mösyö’nün…
İşte, Levanten bölgesinin tapusu o vakit kesilmişti Fransızlar hesabına. Bu arada Papa Urban, bölgeyi, Tanrıdan aldığı yetkiyle Paris kralları için kutsadı ve kıyamete kadar onlara tahsis ettiğini açıkladı. Üç yıl süren birinci seferin en teolojik neticesi, Fransa’yla, Levant şeridinin evliliği olarak perçinlendi.
***
Haçlılara ait İkinci Sefer, birincisinden kırk beş yıl sonra yapıldı doğuya ve Avrupalı şövalyelerin iki senesine mal oldu. Bu seferin başlama nedeni, başı sıkışan Frank kontluklarının yardım istemeleriydi. Yardım feryadına karşılk veren Fransa Kralı İkinci Lui’nin yanında bu kez Alman Kralı Üçüncü Kondrad da vardı. Doğu Akdeniz şeridi Levant Kontluklarına yardıma gidenler, yolun yarısında Bizans’la uyuşmazlığa düşünce seferi sonlandırmak zorunda kaldılar.
Hemen ikincinin peşinden Üçüncü Sefer yapıldı. Kırk yıl süren bu seferin amacı, Selahaddin tarafından fethedilen Kudüs’ün tekrar alınmasıydı. Bu sebeple katılım oldukça fazlaydı ve Latinlerin yanında üç imparator vardı: Yukarıda sözünü ettiğimiz Fransız Kralı Filip, Alman Kralı Frederik ve İngiliz Kralı Rişar… Bölgeye intikal edişlerinin ilk haftalarında, Mısır merkezli Eyyubilerin Sultanı Selahaddin karşısında sonuç alamayacağını anlayan üç imparator, doğru dürüst bir iş yapamadı ve Eyyubilerle nötr bir antlaşmaya imza atıp ize basa geri dönmek durumunda kaldılar. Buna rağmen, Fransız mösyöler, kendilerini başarılı addettiler. Zira Levand Şeridi ve onun uzantısı olarak bugünkü Suriye, hem Alman hem de İngilizler tarafından hatta Mısırlılarca imzalanan antlaşmayla bir kez daha Paris adına tapulanmış oldu. Hatta bu seferin sonunda dini meseleler, tali bir noktaya itilmiş ve Levand Kontluklarının siyasi niteliği önem kazanmıştı.
Dördüncü Haçlı Seferi, on üç yıl sonra yapıldı ve iki yıl sürdü. Müsebbibi Papa İnnocentus olan seferi, baronlukların siyasi niteliğinin öne çıkması ve seferlerin bidayette var olan teolojik nedeninin arkaya itilmesi tetiklemişti. Ancak bu sefer, meseleyi tamamen dünyevileştirmekten başka bir işe yaramadı. Kudüs’e kadar gitmeyi göze alamayan Papa temsilcileri, inançlarına göre dinin ikinci Kudüs’ü sayılan İstanbul’u işgal etmeyi daha pragmatist buldular. Het hötle kentten Bizans hanedanlığını kaçırtıp Konstantinopol’de elli yıl sürecek olan bir ara krallık kurdular. Güya amaç, Ortodoksluğu Katolik inancına evirmek ve bin sekiz üz yıl önce Roma’dan kopan Bizans’ı merkeze bağlamaktı. Elli yılın sonunda bu amaçlar gerçekleşmediği gibi Haçlılar, Konstantin İmparatorluğunun olası uzun ömrünün daha da kısalmasına ve 250 sene sonra Osmanlı Türklerinin eline düşmesine sebep oldular. Belki bu kusurlarından ötürü Avrupalılar 1453 yaklaşırken, Osmanlılara karşı bir dizi Haçlı Savaşı daha gerçekleştireceklerdi: Yeni nesil Haçlı Seferlerini tarih Sırpsındığı, Kosova ve Varna savaşları olarak adlandırdı. Lakin bu savaşların da hiç biri, İstanbul’un fethine engel olamayacaktı.
Beşinci seferi Macar Kralı Andras yaptı. Ancak sefer doğrudan doğruya Kudüs’e değil, kutsal şehrin ve onun uzantısı olan Levant Kontluklarının gırtlağı elinde olan Mısır’a ve Eyyubi sultanına karşıydı ve harekat fiyaskoyla bittiğinde takvimler, 1217’yi gösteriyordu. Beşinci seferden on yıl sonra Altıncı Haçlı Seferi, bir önceki sefere katılmaması nedeniyle aforoz edilen Alman Kralı İkinci Frederik tarafından ve yine Fransız asilzadelerinin katılımıyla gerçekleşti. Mısır sultanıyla anlaşan Kral, Kudüs ve çevresini almayı başardı ancak sefer sona erdiğinde Fransız baronları, Alman krala isyan edip onun elinden Kudüs krallığını alarak kendi aralarında paylaştılar. Bu seferin neticesinde Almanlar, “Kutsal topraklar”da biz de varız demiş Latinlerin elinden Kudüs’ü almışlardı. Lakin Franklar buna izin vermedi ve şehri ele geçirip kuzeyde uzanan Levant bölgesine eklemlediler. Böylece Kudüs’ten Urfa’ya kadar olan arazinin tapusu Paris’in eline geçmiş oldu.
Fransızlar açısından en şanssız sefer, yedincisiydi. Kuzey doğudan hareketle bölgeye inip 1247’de Kudüs’ü düşüren Harzemşah Türklerinin başarısı Paris Kralı Aziz Luis’i çok kızdırdı ve Mösyö Kral, soluğu bölgede aldı. Lakin Mısır’ın yeni hakimleri olan Memluk Türkleri onu, orada bekliyorlardı. Bu yüzden kral, daha işin başında her şeyiyle birlikte özgürlüğünü dahi kaybetti ve ancak yüklü bir fidye vererek canını zor kurtardı.
Aynı yıllarda Asya’nın ortası kaynamaya başlamıştı. Bir avuç Moğol, kağanları Cengiz’in liderliğinde organize olmuş; bölgedeki devasa Türk Şamanistlerini de peşlerine takarak suya atılan taşın oluşturduğu halkalar gibi habire genişliyorlardı. Bu önlenemez genişleme, ta Suriye’ye kadar uzandığında onları da orada Memluklar karşıladı. Kızıl saçlı, çakır gözlü bir Saka Türkü olan Sultan Baybars, Ayn-ı Calud denilen yerde Cengizlilere ilk yenilgilerini tattırdı. Bu hezimet, Cengiz İmparatorluğunu tüm hatlarda dondurdu ve aynı anda yok oluş sürecini geriye doğru işletmeye başladı. Haçlı Seferlerini başlatan ve Beşinci Seferin dışındaki tüm harekete katılan Frank orijinli Mösyöler, son ve sekizinci yolculuğun da sahibi oldular. Fakat seferin lideri durumundaki Kral Dokuzuncu Luis, Kudüs’e gitmekten vazgeçti ve rotayı Tunus’a çevirdi. Gücü, zavallı Kuzey Afrika Berberilere yetmiş olacak ki kırdı geçirdi ortalığı. Bu bir başka lanetiydi Mösyö’nün…

***
Hülasa, Haçlı Seferlerinin sahibi Papalık ve Fransa’ydı. Fransız Mösyösü, Seferlerin iki yüz yıl süren süreci boyunda Doğu Akdeniz Levante havzasında kaldı; bölgede kıyıda, köşede kalan yerli nüfusun kökünü kuruttu. Kan ve ölüm üzerine kurduğu kontluklarda kıyı şeridi boyunda mukim bir Levanten Hıristiyan nüfusun oluşmasına neden oldu. İşte, günümüzde, hususiyetle Lübnan’da bulunan ve kısmen Arap kültürüne adapte olmuş “Hıristiyan Araplar” diye anılan insan tipografyasının kökeni, Haçlı kontluklarına kadar uzanmakta olup söz konusu nüfus, tarih boyunca atalarının yurdu ve halkıyla ilişkilerini korudu ve korumayı da sürdürmekte. Bunun dışında kontlukların bölgede geçen iki yüz yılı ve sonrasında Fransız Katolikliği, bölge Müslümanlığını da etkiledi. İslam kutsallarından üretilen bir çeşit teslis/üçlemeci Müslüman tipi doğdu. İşte, bu Trinitik Müslüman mezhebinin bölgedeki adı yüzyıllardan beri Nuseyri olarak bilinmekte ve Suriye’de %10’a tekabül eden bu azınlık, geçen yüzyılın ortasından başlayan diktatoryal bir zaman diliminin epey bir kısmında, Suriye hakimi olarak hanedanlıklarını sürdüregeliyor.
***
Dönelim yazımızın başına: Makalenin girizgahını oluşturan fabllik masaldaki “Aslan”ın kim olduğunda kuşku yok; Osmanlı’dan söz ediyoruz. Çakal ile tilki ise Fransa’yla İngiltere tabii ki…
İngiliz’in peşi sıra bölgeye intikal etmeden önce Mösyönün yaptığı birkaç melanetlik işe kısa kısa göz atıp lânet noktalarını belirleyelim:
Takvimler, 1830 gösterirken Osmanlı birkaç felaketi üst üste yaşadı. Felaketler, eski ordu Yeniçeri Ocağı’nı hazırlıksız olarak kapatıp yerine yeni kurduğu Mansuriye Ordusunu bir türlü oturtamamış olmaktan kaynaklanmaktaydı. Bu durumdan istifade eden Mora halkı, başta İngiltere olmak üzere Fransız Mösyönün de yardımıyla yarımadada, Yunanistan adıyla kendi devletlerini kurmuştu. Buna bağlı olarak, Rum isyanının arkasından Osmanlı’nın ikinci baş ağrısı geldi; hem de kendi içinden… Mösyönün ilk dünya hurucu sayılan Bonapart’ın saldırısı esnasında Mısır gönderilen ve bilahare eyalete vali tayin edilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mora İsyanını bastırmasının karşılığı olarak İstanbul’dan, Suriye ve Filistin bölgesini istedi. Ancak onun bu isteği şiddetle reddedildi. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa, Fellahlardan oluşturduğu kendi Nizamı Cedid Ordusunu, oğlu İbrahim’in komutasında payitahta doğru yola çıkardı. Nizip’te karşılaştığı Osmanlı ordusunu, bir çırpıda yenen İbrahim Paşa, elini kolunu sallaya sallaya ta Kütahya’ya kadar dayandı.
Padişah İkinci Mahmut, durumun vahametini anlayınca, önce Rusya’dan sonra da Avrupa’dan yardım istedi. İstanbul’u, Moskova’nın kucağında görmek istemeyen İngiltere ve Fransa’nın yardımıyla Mehmet Ali Paşa güçleri, Kütahya’da zor durduruldu.
Gerek Mora, gerek Kavalalı isyanı, ordusuz kalmış imparatorluğun geleceğinin hiç de parlak olmayacağını gösteriyordu İstanbul’a. Bunun için derhal güçlü bir ordu teşekkül ettirilmeliydi. Ancak Fransa buna fırsat tanımadı ve sebepsiz yere, Kuzey Afrika’ya asker çıkardı. Mösyönün bu atraksiyonuyla Tunus ve Cezayir, kısa bir süre içerisinde acımasız lejyonerlerin eline geçmişti. Ne yazık ki buna karşılık Türkiye ancak olayı protesto edebildi. Bu süre içerisinde katil Fransız lejyonları, yoksul ve savunmasız bölge halkını kılıçtan geçirmekten bir an olsun imtina etmemişlerdi.
İşte, Mösyönün bir başka laneti de buydu.
Koskoca Cezayir kıtasını, bir oldubittiyle Fransızlara kaptıran Osmanlı Devleti, tasarladığı güçlü orduyu hiçbir zaman oluşturamadı ve çok değil seksen sene sonra yok olmanın eşiğine geldi. Savaş kapıdaydı. Ve besbelliydi; bu savaş, koca imparatorluğu paramparça edecekti. Bu sırada akbabalar, başta İngiltere olmak üzere Almanya, Fransa, Rusya ve İtalya kendi aralarında henüz ölmemiş ceset üzerinde ameliyat plânları tasarlamakla meşgullerdi. Tasarım hazırlığı çok sürmedi ve tasarlanmış plânlar mucibince ve tarihler, 1914’ün yazını gösterirken İtalyay’la beraber Mösyö de İngiltere’nin peşi sıra Ortadoğu’ya çıkageldi. Yanlarına Rusya’yı da alan ve adlarına İtilaf Devletleri denen İngiltere, Fransa ve İtalya, karşı cepheye konuşlandırdıkları Almanya ve Habsburglar’a karşı Osmanlı arazisinde kıyasıya bir savaşa tutuştu, tutuşacaktı. Bunun için çok kısa bir süre sonra bir emrivaki ile Osmanlı ordusu da savaşa dahil olmuştu. Bu savaşta Osmanlı evlatları, kırıla kırıla azaldı ve çocuk denecek yaşlara kadar cephelere salınıp Rusya, İngiltere, İtalya ve Fransa karşısında kurban edildiler. Sadece Çanakkale’de Türklerin verdiği şehit sayısı, 250 bindi. Hemen akabinde Sarıkamış’ta yaşandı acımasız kırım felaketi. Ve karakışın en acımasız günlerinde, buzlu toprağa gömülen evlat sayısı neredeyse yüz bine dayanıyordu. Bu da bir başka lânetiydi Mösyönün.
***
Birinci harbin sonunda Almanlar ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’da savaşın mağluplarından sayıldı. Asıl mağlup olan Almanya’nın toprağında, bir karış eksilme olmazken Osmanlı Devleti’nin tüm arazisi, galipler arasında pay edildi. En yağlı parçaları İngiltere aldı. Mösyöye ise 800 sene evvelinde tapusunu kestiği Levanten bölgesindeki topraklar kaldı: Suriye ve Lübnan… Sonrası malûm! Mösyö, 1936’ya kadar bizatihi yönettiği bölgeye, bu tarihten itibaren, yaklaşan İkinci Dünya Savaşı sebebiyle göreceli bir bağımsızlık vererek yerli bekçilere bıraktı.
Lakin yerli bekçiler, öyle zalim çıktılar ki: Bizzat Fransa’nın dahi yapmadığı bir şey yaparak, Suriye halkını bir cehennemin içine hapsettiler. Bu yetmedi; Hama ve Humus şehirlerinde on binlerce insanı eviyle barkıyla katlettiler. Dolaylı da olsa bu olanlar da Mösyönün bir diğer laneti olarak tarihe geçmiş oldu.
***
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, herkesi şaşırtacak olan yeni bir ittifakın ayak sesleri duyuldu. Yani Mösyönün treni, makas değiştirmekteydi. O, artık İngilizlerin yanında değil; Almanların safında yer alacaktı. Böylece İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’nın eli kolu olacak ve kendini yeniden tarif edecekti. Almanya da buna karşılık olarak, Mösyönün memleketini kalkındıracak ve Almanya seviyesine yükseltecekti. Ne Âlâ! Hatta bunun dışında, Alman derin devletinin bir plânı daha vardı: Avrupa’da, beraberce bir NeoKutsal Roma İmparatorluğu kurarlarken, sömürgeler devrinde neredeyse tamamı Fransa’ya ait olan Afrika da bu devletin vassalı yapılacaktı.
Böyle bir teklif, Paris’in gökte ararken yerde bulduğu bir teklifti ve Mösyö, “Geçmişin şaşalı Fransız İmparatorluğu” fikrine balıklama atladı. Serüven, Demir Kömür Antlaşmasıyla başlayarak adım adım Ortak Pazar’a ve oradan da yirmi sekiz yıldızlı bayrağın sahibi Avrupa Birliği’ne doğru süre geldi.
***
Takvimler, 2010 yılını gösterirken, beklenmedik bir şey oldu: Anlaşılan o ki Alman Derin Devleti, vaktin geldiği zehabına kapılarak Fransa’yı harekete geçirdi. Bunun üzerine Fransız Derin Yapısı, Tunus’ta Arap Baharı’nı başlattı. Paris’in optimist hayali dairesinde bu bahar, kıyı şeridi boyunca Libya üzerinden Mısır’a gidecek; oradan da güneye dönecekti. Ancak öyle olmadı. Ancak Londra, Mösyö’nün bu atarına çok kızmıştı ve tabi, karşılığı da çok sert oldu. Fransızların güle oynaya başlattıkları Arap Baharı’nı Amerika eliyle kışa çevirmesini bildi. Bahar, vardı Mısır’ın devasa piramitlerine çarparak durdu; bir yıllık aranın ardından da Sisi’leşerek dondu kaldı.
Majeste’nin kızgınlığının asıl nedeni ezeli müttefiki Fransızların kendisine ihanet etmesiydi. Eğer Almanların yanında yer almamış olsaydı Mösyönün geleceği, bu kadar karanlık olmayacaktı. Hadi AB’de Almanlara biat etmişti o noktada dursaydı ya. Lakin durmamış ve Arap baharı bahanesiyle doğrudan İngiltere toprağa sayılan Mısır’a yüklenmişti. İşte, bu affedilmez bir suçtu! Bunun üzerine Londra karar verdi ve Paris’in ipini çekti: MI6 “Arap baharı öyle olmaz, böyle olur!” dedi ve Baharı aldı, ilikleri dondurucu bir kış olarak Haçlı kontluklarından beri Fransa’nın toprağı sayılan Suriye’ye taşıdı. Ve orada düğümlendi bıraktı.
Şimdilerde Majeste, İkinci Dünya Savaşının sonunda kendisini terk edip Şansölye’ye biat eden Mösyöden öcünü fena şekilde almakta; hem de kendisi değil, başkalarının eliyle… Başkaları dediğimiz, dünyanın diğer büyükleri ABD, Rusya, Çin, İran… Amerika oradaydı, Rusya da artık orada, İran ise sinsi bir şekilde, her deliğe girip çıkıyor. Çin ise henüz karaya ayak basmış değil, şimdilik Akdeniz açıklarında dolaşıyor. Türkiye’nin de araziye inmesi isteniyor. Böylece Mösyönün Levanten havzasındaki, kont unvanlı atalardan kalma tapulu toprağı, Haçlı Seferlerinden beri ilk defa kapanın elinde kalacak gibi görünüyor. Fakat Majeste’nin plânı Suriye’nin haraç mezat dağıtılmasıyla sınırlı değil elbette. Dağıtımın arkasından bir plânı daha var. Bu sefer, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde Sykes orada olacak ama Pickot olmayacak. Onun yerine dünya devlerini arazide buluşturarak, bölüşüm sonunda aralarında husumet çıkartarak, çarpışan testiler gibi alanda olan herkesi parçalayacak.
Mösyönün Ortadoğu’daki toprağını, iç içe geçmiş plânlar dahilinde cehenneme çeviren İngiltere’nin öfkesi dinecek gibi görünmüyor. Bölgede yaptıkları yetmiyormuş gibi öfkesini Mösyönün kendi evinde ve yüzüne karşı da söylemek istiyor. İşte bu bağlamda, bir yıl önce Paris’teki Charlie Hebto mizah dergisi ve daha sonra gerçekleştirilen Paris baskınları yüze karşı cevap vermenin, kanlı bir şekilde dışa yansıyan eylemleri olarak görünüyor.
Şansölyenin de dahil olduğu, Mösyö ve Majestenin bu gizli savaşı nereye kadar gider? Bu sorunun cevabı, Mösyönün tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi İngiltere’nin yanında yer alması ve Almanya’yı terk etmesine kadar devam edecek görünüyor. Bu durumda Mösyönün yapacağı tek şey de hatasından vazgeçip Londra’ya biat etmesi olacaktır. Böylece dünyayı parselleme adına yapılan son savaşta, Majestenin önünde duran ayakaltı güçlerinden biri olarak Almanya da kendi kabuğuna çekilecek ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonundaki konumuna rücu edecektir. Zaten son tahlilde, İngiltere’nin de istediği şey de budur.
Son söz olarak… Bu yazıda Mösyö’nün sadece Osmanlı’ya karşı hayata geçirdiği lânet noktalarına değindik. Oysa kara Afrika’daki lâneti hâlâ berdevam… Yüzlerce yıl, dünyanın en natür ve naif adamları olan Siyahileri, “Yamyam iftirası”yla dünyanın kölesi hâline getiren Mösyö, sadece Charli ve Paris baskınlarıyla mazlumların ahının amansız takibinden yırtar mı? Namümkün! Daha çok çekeceği olsa gerek. Yani Fransa’nın daha çok Charlisini basarlar, daha çok Paris’ini yakarlar. Zira Almanlar, İngilizler karşısında üç beş Fransız öldü diye geri durmaz. Ve Anglosaksonlarla Cermenlerin açık harb meydanı nasıl ki Osmanlı Ortadoğu’suysa gizli savaş alanı da Frank coğrafyası… Her şeyin doğrusunu Alim olan Allah biliyor!
***

Twitter : https://twitter.com/a_yozgat - Facebook: https://www.fb.com/Ahmet-Yozgat-125248547525424

Sohbete Katılın

2 Yorum

  1. nerdeydiniz şimdiye kadar..aytunç altındal ın devamı gibisiniz..çok etkili anlatımınızla beynimize yeni kelimeler ekliyorsunuz..teşekkürler

Leave a comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.