Makaleye bir soru ile başlayalım: Toprağın ya da coğrafyanın aklı olur mu? Öyle zannediyoruz ki yukarıdaki başlık, ister istemez; bu soruyu sormayı gerekli kılmakta: Evet! Bir arazinin veya yurdun aklından veya hafızasından söz etmek mümkün mü? Daha uzatmayalım ve verelim cevabı: Evet olur, evet mümkün! Hepinizin bildiği gibi… Nasıl ki suyun, bir hafızasının olduğundan bahsediliyor ve konuyla ilgili deney bile yapılabiliyorsa… toprağın ve havanın hafızası yahut aklının varlığından şüphe etmemek gerek diye düşünüyoruz. Hatta ateşin dahi…
Ve duralım burada… Bir sual daha soralım: Bir, Kur ‘ani hakikat olarak; “Levh’i Mahfuz”u biliyoruz hepimiz; öyle değil mi? Peki, adresi de malumumuz mu Levh-i Mahfuz hakikatinin? Yani Türkçeye çevrilmiş haliyle “Saklı ya da Korunmuş Olan Levhalar” nerede yaratılmış ve nerede saklanmakta? Belli mi bu?
Devam edelim buradan: Sizleri bilmem ama Levh-i Mahfuz’la ilgili olarak insanların, çoğunun aklına ilk gelen cevap, genellikle; “Levh-i Mahfuz, içinde bulunduğumuz evrenin ötesinde, dışında bir yerde…” şeklinde bir ifade oluyor. Oysa Levh’i Mahfuz burada, yanımızda hatta içimizde… Bizim de bir parçası olduğumuz kainatımızın, bizatihi kendisi, Cenab-ı Hakk’ın “Her şeyi kaydetmiş” olduğu Levh’i Mahfuz’dur kanaatimizce. Bu itibarla insanlar da birer aparatıdır sözü edilen “bilgi kaynağı”nın çünkü insanoğlu, tam bir bilgi kodlama skalası olarak bina edilmiş durumda. Bildiğiniz üzere kromozomlar, genetik DNA sarmalının birer kütüphanesi ölçüsünde şifrelenmiş dijital veri bankaları sayılsa gerek…
İnsan hayatında bilgi denince akla gelen iki bildik şey şeklinde “kitap” ve “kompüter,” bir sual olarak; “Nedir Levh-i Mahfuz?” dendiğinde de akla gelen iki unsur olmakta. Fakat Levh-i Mahfuz, bu benzetmeyle dahi, ölçüleri ihata edilemeyen bir kaynak hattı zatında… Bir bakıma, akıl almaz büyüklükte, devasa bir kitap ya da azmanlar azmanı bir bilgisayar…
Yukarıdaki iki sorudan hareketle varıp dayanacağımız yer toprağın, suyun, havanın ve ateşin oluşturduğu Levh’i Mahfuz’un ilahi birikimi kainatı, tam bir bilgi deposu haline getiriyor. Lebaleb dolu bir hazine sandığı gibi… Sınırsız ilahi bilginin, minik bir miktarı olarak, içinde bulunduğumuz kainatı, her zerresine kadar dolduran bilgi hazinesi…
Orta Çağa hakim olan Batlamyus fiziğinin faraziyesine göre, kainatın oluşumunda yer tutan dört ana enstrüman olarak toprak, su, hava ve ateş günümüzde, baştaki üç unsurun münderecatını oluşturan 102 element olarak anlaşılmakta. Ateş ise bahis mevzuu elementlerin bir önceki hali olarak “enerji”nin Batlamyuscadaki tarifi olarak karşımıza çıkıyor.
Burada durup soralım: Peki, enerjinin bir önceki halini nasıl tarif edeceğiz? Bu sorunun cevabı da; “Bidayette, İlahi hazinede bizler, birer kutsal harflerdik!” mealinde durum tespiti yapan bir eski zaman bilgesinden yola çıkarak verilebilir. Şöyle ki; “Enerjinin bir önceki hali, kutsal harfler olarak var edildi.” şeklinde… O halde; burada da “Nedir Kutsal Harf?” suali çıkar karşımıza. Elbette “Kutsal Harf” matematiğin ta kendisiydi ve şimdi de öyle tabii ki… Ve matematiğin en yalın ancak ifade ettiğialan itibariyle en kapsamlı hali olarak “İkilik Sayma Sistemi”yle ifade edilmiş formüllerin, bizim dünyamızda görünen biçimi de 102 element olarak belli eder kendisini. Veya Batlamyus dairesi içerisinde toprak, su ve hava…
Buraya kadar ki özetlemeden anlaşılacağı üzere bilgiye, onun ortaya çıktığı ve neşredildiği alan olarak, ve konumuzun ihtiyaç duyduğu bir kavram olarak “akıl” dersek ne zararı var? Yok bir zarar! O halde deriz ki; “Akıl, alemimizde görülmüş biçimi olarak “Toprak, Hava ve Su”yun ta kendisidir. Toprak, su ve havanın dünya ekranında biçimlenmiş şeklinin ismi de coğrafya… Onun alt birimleri de vatan, yurt ve hatta ülke… Bunu bir tarafa yazalım.
Ve geçelim bir başka fasıla: En az günümüzdeki gemiler kadar; belki daha da büyük deniz araçları yapabildiği kutsal kitapların şahitliğiyle kesinlik kazanmış olan bir medeniyet, aniden kopan olağandışı bir fırtınayla yerle bir oldu. Onun adı tufan olarak geçti kayıtlara: Nuh Tufanı…
Rivayete göre Hz. Nuh Peygamber, üç oğlu ve eşleriyle beraber bindiği, kendi yapımı gemide, her canlıdan bir çift olduğu halde 354 gün su yüzeyinde kaldı. Bu sırada, gökten ve yerden yağan demiyorum; fışkıran asit yağmurları, tüm dünya yüzeyini lebalep doldurdu. Kanaatimizce dünya sathında oluşan bu yağmur denizinin derinliği, Everest tepesinin yüksekliğine yakın metredeydi yani 8888 metre ya da ondan bir miktar daha az… Ve gün geldi Tufan kesildi; Rahman’ın izniyle sular, mucizevi bir şekilde ve hızla çekildi. Önce, dağların zirveleri ortaya çıktı. Sonra bugünkü denizler seviyesine kadar devam etti çekilme.
Nihayet, dünya yüzeyindeki yüksek dağların zirvelerinin göründüğü esnada Sefine-i Nuh, Anadolu’nun üzerindeydi. Bu nedenle gemi, Cudi Dağının zirvesine oturdu. Gemidekiler, beklemeye başladılar. Ta ki, suların, deniz çukurlarına kadar eksilmesi vaktine kadar… Sonunda o da oldu.
Sular, deniz çukurlarına dolduğu ve buna bağlı olarak, yaşam düzlüklerinin ortaya çıktığı sırada geminin ambar kapakları açıldı. Önce hayvanlar salındı doğaya; sonra da insanlar terk etti teknolojik bir harika olma ihtimali çok yüksek olan deniz aracını.
İnsanlığın ikinci atası olan Hz. Nuh Peygamber ile oğulları Yafes, Ham ve Sam kondukları dağın çevresinde yeni yaşamlarına başladılar. Burada bir soru sormak gerekmekte: Peki! Hangi noktadan başladılar? Tufan öncesi medeniyet seviyesinden mi yoksa Kaba Taş Devri seviyesinden mi? Cevap: Muhtemelen “Sıfır Noktası”ndan kanaatindeyiz. Yani Hz. Nuh ve oğullarının, yeni hayatlarına Tufan’dan önceki medeniyetin kaldığı yerden başlamış olmaları mümkün değil. Tabii ki bu tercih, eski seviyeyi bilmediklerinden değil; yeni ve taptaze bir insanlık dönemi için başlangıç yapma isteğinden kaynaklanıyor olmalıydı. Yoksa tek başına, bir transatlantiği inşa edecek bilgi donanımına sahip olan Hz. Nuh’un “Gemicilerin Piri” yani bir nevi “Gemi Yüksek Mühendisi” olmadığından değildi; başlangıç noktasının sıfır seviyesinde olması… Yoksa, pekala “medeniyeti kaldığı seviyeden” ve yeniden başlatabilirdi. Üstelik bunun için bir “Teknolojik Harika” örneği olarak gemi, baba ve oğullarının yerleştikleri dağın tepesinde hâlâ duruyordu.
Çeşitli kaynaklar, Hz. Nuh’un üç oğluna, dünyayı paylaştırdığı ve onları aileleriyle birlikte dünyanın üç bölgesine onları sevk ettiğine işaret etmekte. Niye bu sevk ameliyesi? Galiba baba, bundan sonraki büyük insanlık ailelerinin atası olacak olan bu üç babayı “teknoloji”den yani Tufan öncesinden kalma gemiden uzaklaştırmış olmalı. Zira kanaatimizce göre, “İlahi Murat” da sıfırdan başlanmasından yana olmalıydı. Bu nedenle Nuh Peygamber, dünyanın bundan sonrası için kendisine vahiy edileni veya rüyasında gösterileni hayata geçirmiş olmalı.
Ya da… Peygamber ve üç oğul, yeni dünyayı “Taş Devri”nden değil de “Tufan öncesi teknolojisi”nden başlatmak için kolları sıvadı… Ancak bu ameliye, bir yere geldi tıkandı. Mesela, Babil Kalesinin inşası esnasında, ilahi el tarafından durduruldu. Ve “Üç Nuhoğlu ve oğulları” birbirlerini anlamakta zorluk çeken hatta bir türlü anlayamayan üç tip insan örneği olarak, üç dünya kuşağına savruldular. Hem de önceki teknolojik bilgisi unutturularak… Tıpkı Sina/Tih Çölünde 40 zaman sersem tavuklar gibi başıboş dolaştırılan İsrailoğulları misali. Her iki durumda da olayın şahitleri, İlahi bir “Unutturulma Cezası”na çarptırılmış olmalıydılar. Burada bir soru daha geliyor aklınıza: Olayın şahitlerine, eski medeniyete dair teknoloji yani Tufan öncesi bilgi, ne ölçüde unutturuldu? Mesela, herkese mi unutturuldu? Bu arada Hz. Nuh ne yaptı? Bilginin ya da “Nuh Aklı”nın şifreleri nereye gitti? Ya geminin durumu… Bu meseleyi de bir tarafa yazalım.
***
Geçelim üçüncü fasıla… Tarihçilerin, henüz bir başlangıç noktasına bağlayamadıkları Kadim Mısır Medeniyeti, M.Ö. 3150’lerde tarih sahnesine çıktığında bilim ve felsefenin doruğundaydı. Günümüz teknolojisinin dahi yapmayı göze alamadığı bir yapı tekniğinin şaheseri olarak piramit şekilli Ehramları bina etmişlerdi. O Ehramlar ki çölün ortasına sadece, “Tekno Harika” değil; bir inşaat mühendisliğinden ötede, hâlâ çözülememiş olan sırları ile evren, yıldız ve gezegenlerin göksel düzenini bünyesinde ve konumunda barındıran, bilimsel derinliği de havi bir yapı olarak konduruldu. Onların enlem ve boylamı sıradan değildi. Koordinatları, evren-zaman ilişkisiyle milimetrik olarak irtibatlıydı. İlaveten, geçmişin unutulmuş hakikatlerini, geleceğin masasına taşımak ve ontolojik, paleontolojik, antropolojik, jeolojik ve teolojik gizemlerin anahtarı olmak gibi bir işlevi de bulunmaktaydı.
Tarifine güç yetmeyen harikalar olarak Ehramlar, binlerce yıllarını birer taş yığınları olarak geçirmediler elbette. Etraflarında bir “Felsefe Piramidi” oluşturmuş ve düşünce deryasının derinliklerinde yüzen filozof namzetlerinin “Talim ve Terbiye” dairesi olmuşlardı. O adayların örgün tedris mekanı ise “İskenderiye Mektebi”ydi. Ve o kurumun masaları, Ortadoğu’dan, Kuzey Afrika Magrib’inden, Anadolu’dan ve özellikle Girit-Mora-Grek bölgesinden talebe çekiyordu. Ve bunca meraklı beynin hücrelerini dolduran doping enstrümanları, ünlü “İskenderiye Kütüphanesi” ve onun öncülü kitaplıkların raflarında diziliydi. Kadim Felsefenin ve gizli dünyaların biliminin şifrelerini taşıyan o kitaplar, kafalara zerk edildikten sonra, hususiyetle Ege denizinin iki yanındaki sitelere taşındı. Yunan yarımadasını bir yana bırakarak, Ege bölgemizi merkeze alan o şehirler, onlarca eski çağ filozofuna mekan oldu. Kadim Anadolu Filozofları etraflarını bilim, bilgi ve felsefeye boğan birer “Ekol”ün ve “Akademya”ların üstatları haline geldiler.
Anadolu Filozoflarının ekolleri üzerinden, yüzlerce sitenin yanında Lidya, Frigya, Ahamenya, Hititya, Hattiya ve Asurya gibi medeniyet sahibi devlet ve imparatorluklar bina edildi. Kalıntıları, bugün dahi Anadolu’muzun tüm arazisini süslemekte ve görenleri hayran etmekte kendisine.
Peki! Başta Troya olmak üzere Efes, Milet gibi “Felsefe Şehir Devletleri”nin birikiminin üzerine oturan ve ardından, söz konusu birikimleri birbirine miras bırakan bu medeniyet organizasyonlarının “aklı”na ne oldu? Yani biriktirdikleri bilgi, bilim, sanat ve felsefe hangi taslarda eridi? Kimlerin aç beynine “em/ilaç olma işlevini yüklendi? Bunu da bir kenara koyalım…
***
Geçelim bir başka fasla… Mısır’ın beslediği Grek Felsefe Medeniyetinin “Latin Çocuğu” olarak tarih sahnesine çıkan bir imparatorluktan söz edeceğiz. Romanus İmperius’tan… Haddızatında, MÖ 500’lerde Orta İtalya’da bir şehir devletçiğiydi Roma… Kendi halinde ve iddiasız… Lakin o kadar da iddiasız değillermiş ki Yunan filozoflarının “Mısır Felsefesi”ne dair, “Kutsal Bilgi” anlamındaki “Gnosis”le geldiler tarihin sahnesine. Onların proto çocukları, Yunan felsefecilerinin sinerjisine sahip Latin filozofların birer “Kadim Tarikat” diyebileceğimiz akademilerinde, bidayette “Önce kendini tanı!” anafikri etrafında “Demisgus Gizemi”den tedrise başladılar. Ancak bu, çok önemli değildi. Asıl önemli olan, Napoli’yi merkeze alan bir sosyal değişiklikti. Bölgede, birdenbire bir kavim çıkmıştı ortaya. Günümüzde de tarih onları, Etrüskler olarak etiketlemekte. Ve orijinleriyle ilgili olarak bir kayıt düşmekte: “Etrüsklerin kimlikleri ve nereden geldiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamakta…” Ardından aynı tarih, yine onlar için; “Bilgi, bilim ve düşüncede, bölge kavimlerinin fevkinde bir konumdaydılar.” Ve Etrüsklere dair son kayıt; “Geldikleri gibi sırlarıyla ve birdenbire ortadan çekildiler…” Çizmenin güneyinde bir anda var ve aniden yok olan Etrüsk ırkı gibi bir başka ırka da işaret etmekte tarih. Onların adı da Palesglerdi. Tıpkı çağdaşları Etrüskler gibi, tarihin aynı zaman dilimini yazan sarı sayfalarında, “Derin bir kavim” olarak yer tutan Palesgler , Latin çizmesinin cundaki gizemli çağdaşları ile aynı gramer yapısına sahip bir lisanla anlaşmakta ve simaen de onlarla benzeşmekteydiler. İkamet ettikleri ülkeleri mi? Napoli’nin tam karşısındaki Balkan bölgesinde; günümüzde Arnavutluk denilen dağlık bölgeydi sözü edilen Palesglerin yurdu… Peki! Günümüzde Etrüskler ve Palesgler nerelerde saklı? zamanlarına göre derin uygarlıklarının fevkalade bilgi ve felsefesinin ördüğü “Akılları” hangi toprakta gömülü ya da hangi beyin tarlalarında çiçek açmakta? Bunu da bir tarafa kaydedelim.
***
Ve geçelim bir başka fasıla… “Yunan üzerinden” Mısır derinliğine uzanan “Piramit Aklı” ile Etrüsk-Palesg Gizemi’nin ihata ettiği “Gnosis Lalezarı”nda yetişen Roma’dan devam edelim yolculuğumuza; MÖ 100’lü yıllara gelindiğinde, tıpkı Orta Asya Bozkırları’nın destanlarında olduğu gibi bir dişi kurdun emzirdiği sütle büyüyüp gürbüzleşen Romus ve Romulus biraderler, küçük devletlerinin temelini attıklarında Roma, siyaseten hâlâ kendi halinde bir Şehircilikti. Ancak Roma sitesine, büyüyerek politik organizasyonunu sur dışına taşırmasının akabine, önce İtalya’yı peşi sıra Avrupa’yı kapsaması için çok bir zaman gerekmemişti. Roma’nın, site ölçüsünü aşıp devlet düzlemine çıkması ile imparatorluk mesabesine ulaşması, elbette bir kaderdi. Ancak her kader, kendi enstrümanlarının üzerinde yükseliyordu. Bahis mevzuu enstrümanlar, ne kadar sağlamsa sıklet ve hacim o ölçüde büyük oluyordu. Anlaşılan Roma’nın direkleri sağlamdı, alnı açıktı, istikameti ışıktan yanaydı. Bu nedenle Sezarlar kutsal bilginin yani Gnosis’in üç kaynağına yönelmekte gecikmediler. Roma lejyonları, kılıçlarını kuşanıp ellerine yol haritalarını aldıklarında istikametleri belliydi. Bu nedenle ve süratle Anadolu, Grek yarımadası ve Mısır’a yöneldiler. Roma’dan sonra ikinci ağırlık merkezi olarak, günümüz İstanbul’unun “Tarihi Yarımadası”nda mukim Bizantion Köyü tarih sahnesine çıktı. Artık imparatorluğun iki başkenti vardı: Roma ve Konstantinopolis…
Hz. İsa’nın doğumu ve ölümünün peşi sıra Hindistan’dan sökün eden İndocermen kavimlerinin göçüyle Avrupa’ya inen barbarların ve Orta Asyalı Attila Hunlarının karşısında Roma İmparatorluğu durmaktaydı. İmparatorluk Sezarlarının üzerine oturdukları Mısır, Grek, Anadolu, Etrüsk-Palesg ocaklarında pişirerek Roma’nın ünlü hukukunu ve “Demokratya”sını dünya yönetim tarihine hediye etmiş olan Romanus İmperyus, kendi naifliklerinin karşısına dikilen bu Aryanik Barbarlar karşısında bir tercih yapmak durumunda kaldı: Ya birinci başkenti Roma’yı ya da ikinci başkenti Konstantinopolis’i koruyacaktı. Son Sezar, Konstantinopolis’i tercih etti. Roma’nın bilgi, bilim ve felsefe yani Gnosis anlamındaki tüm müktesebatını, doğuş şehrinden aldı ve “Tarihi Yarımada”ya taşıdı. Tabi, ilk dini paganlığın ve son dini Mitracılıkla beraber evrildiği Hristiyanlığın Kutsal Emanetleri de son Sezar’la beraber Konstantinopolis’e nakledilecekti.
Bunun üzerine Hindistan çıkışlı Barbarlar güruhu, bir bakıma “Terk Edilmiş İmparatorluk” anlamındaki Batı Roma’ya çökmekte gecikmedi ve imparatorluğun Batı Bölgesi’nin yağlı etlerini parça parça bölüştüler. Lakin daha sonra adı “Bizans” olacak olan Doğu Roma, uzun yıllar yaşamaya devam etti. Peki! Roma’nın birikimine ne oldu? Bizans’ın biriktirdikleri nerede şimdi? İndocermenlerin ve Asyalı Hunların heybesinde ne vardı? Bunu da bir kenara koyalım…
***
Ve geçelim bir başka fasıla… Antik çağların Gnosis’inin tek merkezi olarak, uzun asırlar dünyada “Bilim ve felsefenin tek ve kadim merkezi”nin gerçek sahibi anlamındaki Mısır, kılcallarına kadar girilmesi ve özgün kanının hangi arterlere aktığının analiz edilmesi elzem olan bir “Gnosis Hazinesi” olarak durmakta karşımızda. Sadece ora mı? Aynı çağda bir başka “Işık Merkezi” daha bulunuyordu dünya coğrafyasında. Orası, yukarıda sözünü ettiğimiz, Tufan öncesinden zamanımıza, saklı bilgi ve teknoloji taşıyan ünlü geminin, oturduğu dağa birkaç yüz kilometre mesafedeki Harran’dı. Ve o Harran’ın yine birkaç yüz metre kuzey doğusunda, zirvesini mucizevi irilik ve mükemmellikte heykellerin süslediği Nemrut Dağı bulunmaktaydı.
Sırlarıyla birlikte gömülen bir başka imparatorluk olarak, tarihte mühim bir yer işgal etmiş olan, Irak merkezli Babilonya’nın valilerinden Nemrut’un idaresindeki Harran’da bir garip çocuk zuhur ettiğinde tarihler MÖ 2500’ü göstermekteydi. O garip çocuk, şehrin heykelcisi olduğu söylenen, Azer Usta’nın oğlu İbrahim’di. Adı, Kutsal Kur’an’da İbrahim Aleyhisselam olarak geçen o çocuk, Nemrut’la olan inanç temelli mücadelesinden, kendisine gönderilen vahiylerin ışığında muzaffer çıkmış olmalı. Ancak ne hikmetse biz, tarihin alacakaranlık sayfalarında ona, Terk-i Vatan etmiş bir göçmen olarak rastlamaktayız. İstikameti Mısır tabii ki… Ancak Hz. İbrahim’in yolculuğu, Filistin’de sonlandırılıyor ve O, Firavun ’un emriyle Mısır’a sokulmuyordu. Ondan sonra, “Azam Peygamberler”den olan Hz. İbrahim, Gazze civarında ikamet eder görünüyordu, ömrünün sonuna kadar.
Evet! İbrahim Peygamber, Mısır’a giremiyordu lakin kutsal kitaplar, onun oğlu İshak’ın sulbünden gelen Yakup oğlu Yusuf’un, dedesinin yarım kalan yolculuğunu tamamladığını haber veriyor. Lakin Yusuf’un Mısır seferi, tam bir macera şeklinde gelişiyordu. Yani sıradan bir adamın ya da çocuğun yolculuğu gibi değil onunkisi. Mısır köle pazarlarında satılmak için bir esir olarak, bir kervanın kargosuydu artık O… Ancak aynı zamanda, sıradan bir esir değildi; Allah vergisi güzelliğiyle farklıydı. Bu nedenle müşterisi de sıradan olmayacaktı. Yusuf’un güzelliğine hayran olan, tepelerde görevli bir devlet adamı satın alıyordu Onu. Ve böylece küçük Yusuf’un saray çevresine dahil olduğunu görüyoruz. Sonrası malum! Bir iftira sonucu zindana düşen Yusuf’un orada, bir özelliği ortaya çıkıyordu. Söz konusu özellik, o çağlarda oldukça dikkat çekici bir ustalıktı aslında. Hatta çok hususi bir bilim dalı da diyebiliriz ona. Ya da Allah vergisi bir maharet: Yani rüya yorumculuğu… “Rüya Bilgesi” Yusuf, bu yeteneği sayesinde, bundan böyle en tepedeki adamla yani imparatorluğun sahibi Firavunla muhatap olan bir genç bilge adam pozisyonundaydı. Hatta bu muhataplık onu, devletin ekonomik işlerinden sorumlu bakan düzeyine çıkarıyor ve hazinelerin tek sorumlusu yapıyordu.
Bir bakıma, Mısır Firavunizmi’nin Ekonomi Bakanı olarak Hz. Yusuf, görevdeki ilk on yılını, başarılı bir operasyonla tamamlıyordu. Devlet idaresindeki ikinci on yılına başladığında ünü, Mısır sınırlarının dışına taşarak ta Filistin’e ulaşıyordu. O sırada, Mısır dışındaki tüm ülkeler iflas etmiş ve halkı, açlıkla karşı karşıya kalmıştı. Doğal olarak Filistin halkı da bu arada, Yusuf’un babası Yakup Peygamber’in ailesi yani on bir kardeşi ve aileleri de perişan bir hayat yaşıyorlardı.
Sonrası malum! Yusuf’un, Mısır’a bir miktar yiyeceklik tahıl almaya giden kardeşleriyle karşılaşması, onları tanıması ve ikinci seferin sonunda Yakup baba dahil tüm ailenin, Mısır’da bir araya gelmesine şahit oluyoruz.
Yakup ve oğullarının, daha sonraki hayatı ise devlet hizmetinde bir aile olarak, yürüyüp gidiyordu muhtemelen; hem de yüzlerce yıl belki. Tıpkı Abbasilerde devlete, ikinci katmanda hizmet eden Bermeki ailesi gibi. Ya da Osmanlılardaki gibi Köprülü ailesine benzer bir vazifeden söz ediyoruz burada.
Peki, soluklanalım ve soralım bu durakta! görevine Harran’da başlayan Hz. İbrahim niçin Mısır’a göçme gereğini duymuştu? Neden yolu, Gazze’de kesildi ve İbrahim klanı, Mısır’a kabul edilmedi? Buna rağmen, neden zorladı peygamber, Firavunu ülkeye kabulü için? Hz. Yusuf’un hayatındaki bunca olağanüstü olayların ise Onu, Mısır’ın tepesine çıkarmaya yönelik, İlahi bir ittirme olduğu anlaşılmakta; acaba neden? Ve Yakup oğlu kardeşlerin, galiba kuşaklar boyu süren devlet hizmetinin hikmeti nedir? Son olarak; Tüm bu yaşanmışlıkların neresinde bulunuyor, izini sürmekte olduğumuz bilgi, bilim ve bilgelik ya da “Gnosis akıl.” Tüm bunları da buraya yazalım.
***
Ve geçelim bir başka fasıla… Yine Mısır’dayız. Ancak bu Mısır, Yusuf ve ailesi ile onların oğullarının baş tacı edildiği Mısır olmaktan çıkalı birkaç on sene olmuştu. Uzunca bir süre yani yüzlerce sene, devleti idare eden Hz. Yakup’un on iki oğlundan oluşan, on iki kabilelik İbrahim torunlarının adı artık İsrailoğullarıydı. İsrail adı, Yakup Peygamberin ikinci adından mülhemdi.
Ve bir gün, İsrailoğullarının kıyameti kopuyordu. Firavun’un emriyle harekete geçen Mısır güvenlik güçleri, hızlı bir operasyon sonucunda, tüm İsrailoğullarını tutukluyor ve hepsini “Devlet Köleleri” halinde, Nil Deltasındaki tarım arazilerinde zorunlu çalışmaya tabi tutuyordu. Neden? Bununla kalınmıyor ve nice zamandan beri, zaten kutsallığına inanılan Firavun Hanedanlığının, bu özelliğini artırarak kendini Tanrı ilan etmiş olan Firavun, kendi ırkdaşları olan Kıptilerle yetinmiyor ve İsrailoğullarını da Tanrılığını tanımaya ve kendisine tapınmaya zorluyordu. Onun bu isteğini, Tek Tanrıcı inançlarına muhalif gören İsrailoğullarının işkence dönemini başlatılıyordu. Fakat bununla da kalmadığı görülüyordu zalim Firavunun. Zira İsrailoğulları analarının ahı, alemi sarıyordu artık. Çünkü Zalim ve Sahte Tanrı, onların erkek evlatlarını boğazlatıyordu, gözlerinin önünde.
Ataları İbrahim-ishak-Yakup ve Yusuf çizgisinde akıp gelen bir nevi “Hanifilik”e inandığını sandığımız İsrailoğulları, bu zulüm karşısında öyle bunalıyolardı ki… Ne yapacaklarını bilmiyor; oğullarının boğazlanışını çaresizce izlemekle yetiniyorlardı. Fakat bu ailelerden biri, yeni doğan bebeklerini kurtarmanın bir yolunu buluyor ve Onu, ilkel bir sepete koyup Nil nehrine salıyorlardı.
Nil’in sürüklediği o çocuğun kaderi, varıp dayanıyor Firavun’un sarayına. Saray önünde durdurulan sepetten alınan çocuğun adı Musa’ydı ve o günden sonra Firavun’un sarayında büyüyecekti bebek Musa. Tıpkı Hz. Yusuf’un hikayesinde olduğu gibi. Sonra Genç Musa’nın bir ölüm olayına karıştığını ve bu sebeple Mısır’ı terk edip Sina civarındaki Medyen ülkesine kaçtığına şahit oluyoruz.
Medyen, Şuayp Peygamberin memleketiydi ve kader, Musa’yı Onun yanına ulaştırmakla kalmıyordu ve Genç İsrailoğlu, bir süre sonra Şuayb Peygamberin damatlığına layık görülüyordu.
Ömrünün bir bölümünü Medyen’den geçiren Musa, İlahi bir itmeyle oradan ayrılıyor ve tekrar Mısır’ın yolunu tutuyordu. Yolculuk esnasında vasıl olduğu Tuva Vadisinde vahiy ulaşıyordu kendisine ve bir takım mucizatın sahibi haline getiriliyordu. Onun görevi artık, “Sapkın Firavun”u hakikate davet etmek ve “zulmün pençesi”ndeki soydaşlarını Mısır’dan çıkarmak olacaktı.
Tabii ki bu İlahi görevi başarıyordu, nihayette Hz. Musa, bilindiği üzre. Kızıl Deniz’i yararak halkını sahili selamete çıkardığında, arkasından Ona yetişmeye çalışan Firavun ve askerleri, yarılan Kızıldeniz’in ortasındaki balçıklı bölgede yok olup gidiyorlardı. Artık Sina’daydı Hz. Musa ve İsrailoğulları. Firavun ölmüş; Mısır, kendi kabuğuna çekilmişti; bu sebeple güvenli bir mekan ve zaman dilimine dahil olmuşlardır zamanın Hanifleri. Bundan böyle kendi dinini yayacak olan Hazreti Musa, Sina’nın ünlü dağı “Cebel-i Tur”a çıktığında şahsi miracındaydı. Ve orada, Rabb’iyle tekellüm etmekteydi. Kırk gün kaldığı dağdan inerken ise yanında, “On Emir”i de taşıyordu. Yani vaaz edeceği inancının temel ilkelerini…
Hz. Musa’nın, Tur Dağından inişiyle birlikte yüzüne, bir tokat gibi çarpan “Samiri” olayının altını çizerek devam edelim, On Emrin Musa’sının makalemizdeki hikayesine: Tur-i Sina Miracı esnasında, kavme mukayyet olsun diye, aşağıda bırakılmış olan “Yardımcı Peygamber Hz. Harun,” ne yazık ki kendisine verilen vazifeyi yapmakta, yetersiz kalmış ve “Zafer ben Musa”ya yani Samiri’nin “Fitne Operasyonu”na engel olamamıştı. Kanaatimizce, Simya ilmine vakıf olduğu anlaşılan fitneci Samiri, bunun yanı sıra Çokçok daha derin bir bilim dalı olarak “Süper Sibernetik”in kodlarını kullanarak “Robotik bir Apis Buzağısı” yaparak ortalığa salmıştı. Bu “Altın Apis”in yeteneği, kutsal kitaplardan yorum çıkaranların anlattığı gibi arkasındaki delikten giren rüzgarın, ağzından çıkarken “Mö Mö!” diye sesler çıkarmasından ibaret değildi; başka bir şeydi. İşte, o başkalığın boyutunun fevkaladeliğiyle on iki kabileden on tanesi, yanlarındaki peygambere rağmen mürtet oluyor; Samiri’nin buzağısına tapınmaya başlıyorlardı.
Sonra ne olduğunu biliyorsunuz! Tur’dan inen Hz. Musa, buzağıyı ateşe atıyor; mucidi Samiri ve avanesini kovuyordu. Ve kutsal kitaplar, ondan sonrası için “İsrailoğullarının kırk zaman, Tih çölünde sersemleşmiş bir halde ve bilinçsizce dolaştıkları”nı haber veriyordu.
Peki! Burada duralım ve soralım: Tur Dağı’nın eteklerinde, dağa çıkmış olan Musa Peygamberi beklerken rahat durmayan ve vakıf olduğu anlaşılan “Üstün Bilim”i kötüye kullanan Samiri’ye ne oldu? Onun akıl üstü bilgisi nereye gitti? O bilgiye şahit olanlar neredeler? O bilginin somutlaşmış hali olan “Robotik Buzağı” karşısında, öfkesini “Samiri’nin, dindarları mürtetleşmesine yönelttiği anlaşılan Musa Peygamber, elbette bilim karşıtı olamazdı. O halde buzağıyı yakarken, onu şekillendiren bilimsel kodları ne yaptı? Onları yakmış olamaz kanaatimizce. O halde, Kadim Mısır’ın derin kodlarının, Samiri tarafından biliniyor olduğu anlaşılan kısmına ne oldu?
Devam edelim hikayeye… Ve kırk yıl sonra İsrailoğulları, “Tevhide inananlara vaad edilmiş topraklar”a ulaşıyorlar.
Bu arada yanlarında, Hz. Musa ve Harun Peygamberler yoktu. Lakin onlardan kaldığı anlaşılan “Bir kısım hatıra”nın saklı olduğu anlaşılan bir sandık vardı. Çeşitli kaynaklar ona “Ahit Sandığı” diyor; Kur’an ise; “Tabut-u Sekine” adını veriyor. Dendiğine göre, bu tabutta, Hz. Musa’nın Asası başta olmak üzere; On Emir’in yazılı olduğu tabletler ve iki kardeş peygamberden arta kalan “Kutsal emanetler” korunuyordu…
Soralım şimdi? Ünlü Tabutta korunanlar, sadece bunlar mıydı? Yani Asa ve iki peygamber kardeşten artakalan birtakım hatıra eşyalar… Eğer, Tabutta saklanan bunlardan ibaretse “Kutsal Eşyalar” olarak geçiştirilen “Musa-Harun” hatırası bu eşyalar tas-tabak, çarık-dolak gibi şeyler miydi; yoksa ne? Tabuttaki eşyalardan biri olduğu anlaşılan ünlü Asa’nın olağanüstü işleri ve bu işlerin sebebi olan gücün sırrı neydi? Ve o eşyaların arasında Samiri’den kalan birkaç parça da var mıydı? Konuyla alakalı olarak o kadar çok şey söylenebilir ve sorular üretilebilir ki… Son iki soru daha eklemek gerekirse… Hz. Musa’dan sonra Filistin toprağında hayata geçirilen Büyük İbrani devletinin ikiye ayrılmasından önceki döneminin “Peygamber Krallar”ı olarak kavmi yöneten Hz. Davut ve Hz. Süleyman’ın hayatında yer tutan olağanüstülüklerin kaynağı neydi ve onların sırlarına ne oldu? Ve söz konusu iki peygamberin ardından, devleti ikiye ayıran kavim, neyi bölüşemedi de devletin sonunu hazırlayan bu operasyonun altına imza attılar; bölüşemedikleri o “şey”in sırrı neydi ve ona ne oldu?
Şimdi de bir başka sayfadan devam edelim Hz. Musa’nın kıssasına… Kur’an’ın haber verdiğine göre, Hz. Musa bir gün, Rabbine; “Dünyanın en bilge adamı”nı merak etmiş olduğunu ve mutlaka onunla görüşmek istediğini söylüyordu. Musa Peygamberin, bu arzusunun kabul edildiğine işaret ediyor, aynı kutsal kaynaklar. Bunun üzerine, yanına bir kutu içerisine koyduğu muhtevası balık olan azığını ve genç bir yoldaşını alarak yola revan olan Musa, uzun bir seyahatin ardından “Bilge Adam’ın yurdu”na vasıl oluyordu. Deniz kenarı olduğu anlaşılan bu bölgede garip bir şeylerin yaşanması muhtemeldi. Bu garip şeylerin ilkinde yolcuların, azık sandığındaki balığın, canlanarak denize düşüp kaybolduğunu haber alıyoruz. Daha sonra her ne oluyorsa biz, Hz. Musa’nın yanında, o genç yoldaşı göremiyoruz. Peygamber, hikayenin ikinci kısmındaki yolculuğuna bilge adamla devam ediyordu. Ve süreç içerisinde, bir seri garip olaylara tanık olunuyordu. bu sırlı yolculuğun sonunda ise işlerine karışılmasından hoşlanmayan Bilge Adam; “Sen benimle yolculuğa dayanamazsın!” deyip Hz. Musa ile beraberliğini sonlandırıyordu.
İşin uzmanları, Hz. Musa’nın bu kıssasını yorumlarken; Bilge Adam’ın Hz. Hızır, Bilge Adam’ın memleketinin İstanbul olduğunu söylüyorlar. Yani Mısır’dan köklenerek; Gregler, Palesgler, Etrüskler üzerinden Roma’ya ulaşan “Gnosis Ruhu”yla kurulan Roma İmparatorluğunun, Kavimler Göçüyle ta Hindistan ve Orta Aya’dan gelen “Barbarlar”la temasının ardından, tüm müktesebatı taşıdığı Konstantinopolis’ten söz ediyoruz, İstanbul derken…
Peki, duralım burada. Merakımızı mazur görün lütfen; insan sormadan edemiyor. Sina Çölünün Filistin’e eklemlendiği dar bölgenin mukimi olan Hz. Musa’nın, sadece “Dünyanın en bilge adamı”nı merak ederek, aylarca sürecek bir yolculuğu göze almasının ve kalkıp İstanbul’a gelmesinin sırrı neydi? Mısır’dan yola çıkan bir anlayışın batı yönünde bir yay çizerek varıp dayanacağı yer olan Konstantinopolis’e yine Mısır’dan çıkıp doğu cihetinde bir yay üzerinden hareketle Hz. Musa’nın aynı noktaya varmasının bir alakası olabilir miydi? Konstantinopolisli Bilge Adam, niye o noktada ikamet etmekteydi? Ve o, zamanın peygamberini de aşan bu bilgeliğe nasıl ulaşmıştı? Ve onun bilgeliği, şimdi nerede yani hiç mi “Bilgelik Çırağı” yetiştirmedi bu adam? Bir başka kayıp adam olarak Musa’nın yoldaş edindiği o genç adam, niye birdenbire ortadan kaybolmuştu?. Daha sonra Hz. Musa, anavatanı “Arz-ı Mevud” a döndü mü yoksa yolculuk yaptığı beldeye mi yerleşmişti? Bu arada, Hz. Musa’nın genç yoldaşının taşıdığı “Sandık” içindeki azık yani ölü balık neden canlanıverdi denizi görünce? En ilginci; Azık, Filistin’den İstanbul’a uzanan iki kişinin yolculuğu esnasında kırk kere yenmiş olmalı değil miydi?
Makalemizin burasında geniş bir harita çizelim; uğradığımız ve ara hikayelerimizi bıraktığımız durakları, tek tek dolaşıp oralarda kayda geçirdiğimiz, kafamızı kurcalayan soruları yanımıza alıp gelelim 1040 yılına. Tarihin orasında, bir genel bir değerlendirme yaptıktan sonra, dananın kuyruğunu kopartalım istiyorum. O halde buyrun!
Biliyorsunuz makaledeki yolculuğumuza, bir ara kıyamet olduğun anlaşılan Tufan’a dayanan, Nuh Peygamberin yaptığı mucizevi geminin konduğu Cudi Dağından başlamıştık. Malumunuz Cudi Dağı, haritada yatık bir dikdörtgenlik yer işgal eden Anadolu’nun güneydoğu ucundan yükselmekte. Dağın köşegensel olarak tam karşısında yani dikdörtgenin kuzeybatısında ise İstanbul yer almakta. Makalede yaptığımız yolculuğun başlangıç ve bitiş noktalarından söz ediyoruz Cudi ve Yedi tepeli İstanbul derken…
Dönelim faslımıza: Tarihi Meşhur Tufan’a dayanan “İkinci Dünya”nın ilk gemisinin kaptanı olarak Hz. Nuh, dağdan inince üç oğlundan birini Avrupa’ya yolladı. Muhtemelen Kafkasya üzerinden Urallar bölgesi Avrupa’sına gönderdi. Bundan böyle Kuzey Kuşağının sahibi, Hz Nuh’un büyük oğlu Yafes’ti… İnsanlığın İkinci Atası Nuh Peygamber, ortanca oğul Ham’a Afrika’yı ayırdı. Yani Onu Mısır’ın güneyinde yer alan Etiyopya, Sudan bölgesine indirdi. Artık dünyanın Güney Kuşağının sahibi, Ham ve onun oğulları olacaktı. Hz Nuh, küçük oğul Sam’ı ise yakınında tuttu. Yani Asya’nın sahibi olarak Sam oğulları, hayatlarına Ortadoğu’dan başlıyorlardı. Ve paylaşım gününden başlayarak, ilerleyen zaman içerisinde üç oğul, kendi paylarına düşen “Üç Dünya Kuşağı”nda kendi düzenlerini kurmaya koyuluyorlardı. Ve binlerce yıl sürecek olan zaman dilimi içerisinde, çoğala çoğala insanlığı; yapa çata medeniyeti inşa etmek onların işiydi.
İnsanlığın ikinci dönem tarihinde düşünsel, bilimsel ve kültürel hatta yönetsel hareketlenme, MÖ beş bin yıllarında başladı. Bu arada, artan nüfus ve yükselen güçle orantılı olarak, yavaş yavaş şekillenmekte olan siyasetle “Sam’ın Kuşağı” yani “Orta Dünya” ilgileniyordu. Bu nedenle Asya’ya hakim olacak olan Sam oğullarının orta kuşağı, için için kaynamaya başlamıştı. Yafes ve Ham oğullarına miras kalan “Üst ve Orta Dünya” nispeten daha durgun ve yatay bir çizgide sürdürüyordu yaşantısını.
Şimdi, zamanda 3500 yılına ve mekanda Nuh’un Cudi’sine dönelim istiyorum. Buradan hareketli batıya doğru, düz bir yol çizerek varalım Harran’a… Bu esnada, “Nemrut’un Ülkesi”nden ayrılmayı tasarlayan Hz. İbrahim’in hicret kervanına katılalım. Mevzubahis kervan yola çıktığında, elbette menzili belliydi. O menzil ise Mısır’dı. Yani çiçeği burnunda Ehramların ülkesi…
Kervan, kona göçe varıp dayanıyordu Mısır’ın hudut bölgesi Filistin’e. Hz. İbrahim burada durduruluyor, gümrükten döndürülüyor ve bulunduğu yerde yani “Kudüs” ilinde ikamete mecbur ediliyordu. Ancak o sırada “Azam Peygamber”in aklı, Mısır’da olmalıydı.
Aklı Mısır’da kalan Hz. İbrahim, ömrü ahirinde iki çocuk sahibi oluyordu. Bunlardan İsmail’i, ilahi bir yönlendirmenin sonucunda götürüyor ve Arabistan Çölünün ortasında; kuş uçmaz, kervan geçmez bir noktaya yerleştiriyordu: Orası Mekke’ydi. İkinci oğlu İshak ve torunu Yakup (İsrail), ilk ikametgahta yani Filistin’de kalıyor ve peş peşe bölgenin peygamberleri oluyorlardı. Aklı, Mısır’da kalan Hz. İbrahim’in ereğini, Yakup’un oğlu Yusuf gerçekleştiriyordu. Burada bir grafik derlyip toparlaması yaparsak… Cudi, Harran, Kudüs üzerinden çizdiğimiz çizginin çatallanan bir ucunun Mekke’ye uzandığını; ikinci ucun Mısır Sarayı’na varıp ulandığını görüyoruz. Hatta oradan ayrılan bir başka çizgiye bağlandığını da. Hatırlarsanız o çizgi, Girit, Kadim Yunan, Arnavutluk’a ulaşıyordu daha önceki belirlememizde. Söz konusu yol çizgisi, oradan hareketle karşı kıyıya atlıyor ve Orta İtalya’nın en büyük site devleti Roma’da noktayı koyuyordu. Roma’nın imparatorluk ölçüsüne ulaşmasıyla birlikte yol çizgisi, bir “Y” daha yaparak bir ucuyla giderek Konstantinopolis’te karar kılıyor ve Musa’nın Bilge Adamını beklemeye koyuluyordu. “Y”nin diğer ucu ise Orta Avrupa’ya inen kavimlerle buluşmaya gidiyordu. Kimlerdi o kavimler? Birileri, Orta Asya’dan gelen Hun Türkleri yani Nuhoğlu Yafes’in torunlarıydı. Diğerleri de Hindistan’dan gelen, kökleri belirsiz barbarlardı. Onlara tarih İndocermenler adını koyuyordu.
Sözün burasında dönelim ve tekrar, bir başka kökleri belirsizlerin yani Firavunların Mısır’ına. Doğudan Yusuf’la gelen çizgi, Mısır’da, MÖ 1600’lerde yeniden hareketleniyor ve Kızıldeniz’i yararak doğuya yani geldiği yere dönüyordu. Bu sefer kervanın güdücüsü Hz. Musa’ydı. Ve Musa, İbrahim peygamberin izlerine basa basa önce Harran’a ulaşıyor ve devamla İstanbul’a vasıl oluyordu. Roma’dan gelecek olan yayın diğer ucuyla birleşerek tam bir daire oluşturuyordu. Yani “Medeniyet Dairesi”nin sınırını çiziyordu. İstanbul’unYedi tepesinden birinin doruğuna “Bilim, Bilgi ve Bilgeliğin mührü”nü basıyordu. Ve orada oturup beklemeye başlıyordu. Kimi? Elbette; “Bilgi, Bilim ve Bilgeliğin yani Gnosisin, yani İnsanlığın Kollektif Aklı”nın mirasçılarını, medeniyetin son sahiplerini…
***
Kimler miydi onlar yani “Bilgi, Bilim ve Bilgeliğin yani Gnosis’in, yani İnsanlığın Kollektif Aklı”nın mirasçıları yani Medeniyetinin Son Sahipleri? Tek cevapla Elbette Türkler… Tarih onları, bidayetten bu yana, Hz. Nuh Peygambere nispet ederek, Nuhoğulları olarak etiketliyordu. Nuhoğulları Türkler, “İkinci Ata”nın Kuzey Kuşağına hakim kıldığı oğlu Yafes’in on oğlundan en yetkini olduğu bilinen Tuval’in çocukları olarak gelmişlerdi yeryüzüne. Asya ve Avrupa’yı ayıran Ural Dağlarını merkeze alıp Kuzey Avrupa ve Kuzey Asya’ya yayıldılar ilk önce. DNA’ları ve ruhları, Sibirya’nın eksi 40 derecesinde sertleşti ve çelik oldular. Kendi kuşaklarının en belirgin hayvanlarından olan atı evcilleştirdiler; Bölgedeki yüce dağların karnında saklı duran paslı cevher kayalarını eritip demiri buldular. Demirle atı birleştirip kanatsız kuşlara döndü ve Orta Asya Bozkırlarının izdüşümü olan Transkafkasya steplerine indiler. Artık gün onların, devran onlarındı. Kendi medeniyetlerinin namzetleri olarak yüzlerce beylik, yüzü aşkın devlet ve on altıdan fazla imparatorluk kurdular. Dünyada ayak basmadık toprak bırakmadılar. Avrupa’dan Kuzey Afrika’ya, Deşt-i Kıpçak’tan Hindistan’a uzanan geniş coğrafyaların tamamı onlardan soruldu. Girip çıkmadıkları inanç kalmadı. Şamanlıktan Animizm’e, Budacılık’tan Manihizm’e, Hristiyanlık’tan Yahudilik’e tüm dinlere intisap etti ama salt hakikati aramayı, bıkmadan ve usanmadan sürdürdüler. Sonunda ülke olarak Anadolu’yu; din olarak İslamiyet’i seçtiklerinde kültürel mirasları, onları dünyanın ahlakı en yüksek toplumlarında biri yapmıştı.
Bu arada MÖ 200’den başlattıkları medeniyet yürüyüşlerinin başında Metehan vardı. 2500 yıla uzanan “Medeniyet sahiplikleri” 1923’te sonlandığında hâlâ Anadolu’daydılar. Göçmenlikten yerleşik düzene geçmiş ve arkalarındaki müthiş birikimi, devasa bir “Gnosis Kargosu” olarak “Son Ülkeleri”ne indirmişlerdi. “Bilgi, Bilim, Bilgelik yani Gnosis yani Lokllektif İnsanlık ve Medeniyet Aklının Merkezi İstanbul” ve onun periferisi olarak Anadolu, onların son kez soluklandığı ve “Son Medeniyet”i yeşertmek için hazırlandığı “Ortak Aklın merkezi” oldu. “Büyük Anadolu Aklı” aslında Tufan’dan öncesinin ve sonrasının birikiminin düğümlendiği yerdi ve Türkler, o düğümü kendi akıllarıyla çözecek, Meşhur Tabutun kapağını açacak, Sandığın içindekini gün yüzüne çıkaracak olan “Son Görevli”lerdi. Ve o Kutlu Görev başladı; aklın ve yüreğin görevi… Gazanız mübarek olsun ey Büyük Anadolu Aklının evlatları. Yürüyüşünüz kutlu olsun! Kurma vazifesini sırtlandığınız “”Nizam-ı Alem”in başarılarla süslü, Son Adalet ve Bilim İmparatorluğunun zaferlere harman, Son Medeniyetinin insanlığın kurtuluşuna kutlu ferman olsun! Amin…
konu anlatımıyla ilgili olarak faydalanılan tevradi bilgilerin tahrife uğradığı, tevradi bilgilerde tarihi sıralamayla ilgili olarak tahrifattan dolayı anakronik durumlar olabileceği gözardı edilmemelidir. sonuç olarak buda birçok soruyu beraberinde getirecektir.
Ahmet hocam,
Günümüz savaşlarından biride kadim bilgi savaşları galiba. Bu savaşta ABD, İngiltere, Almanya hatta vatikan bile var gibime geliyor. Bu savaş var ise;
Almanyanın türkiyede , 140 yıldır neden kazı yaptığını , arkeologların türkiye sevdalarını,1906 yılından beri kazdığı hattuşa’da bulduğu 4 bin kil tablete ne olduğu soruları kafamda netleşiyor.
Kadim bilgi araştırmasıyla çok uğraşan Hitlerin savaş sonrası elindeki teknoloji, bilimsel vb bilgilerin ABD, İngiltere ve Rusya arasında paylaşılmış olma ihtimali çok yüksektir.
Bu devletlerin sahip olduğu teknolojik alt yapılarının Almanyadan gelme ihtimali yanı başımızdadır.
Dünya yaşanan önemli olayların çoğu bu topraklarda gerçekleşmiştir. Günümüz ortadoğusunda yaşananları enerji, petrol vs açıklamak biraz zor.
ABD nin ırak savaşında ilk girdiği yerin ırak müzesi oluşu tamamen şans olsa gerek 🙂 yada şu anda suriyedeki tarihi eserlerin belli yerlerinin patlatılması tabiki birşey aradıklarından değil dir. Yakın zamanda da Mısır da sfensk ve piramitlerin de aynı şekilde patlatıldığını görürsek şaşırmayalım.
Ahmet hocam, Almanya şuanda afganistanda ,sizce hangi bilgiyi arıyor saygılarımla…