Ee, madem yazının başlığında “Sınırboyu Milleti” diye bir tarif yaptık; devam edelim ve yazının muhtevasını teşkil edecek olan “Sınrıboylu”ların karşısındakini de isimlendirelim: Diyariçi ya da ülkeiçi milleti… Aslında bu kategorizasyonda millet, ülkeiçi adlandırılmasında saklı; sınırboylular ise millet kelimesinin tam karşılığı sayılmasa gerek…
Hani ilkokul matematiğinde, “Kümeler” başlıklı bir tema/ünite dersi okumakta ya… Örneğimiz oradan olsun: Aritmetikte akıllı çocuklara bu küme konusu, birbirine benzeşen varlıklar topluluğu olarak tarif edilmekte ve söz konusu varlıklar, “eleman” şeklinde isimlendirilerek, eliptik bir grafik kutu içerisinde gösterilmekte. Konu, daha sonra kümelerin birbiriyle ilişkisi şeklinde devam etmekte… Kümeler ayrı, aynı ve kesişen şeklinde üç biçim şeklinde sınıflanıyor. Adı üstünde ayrı ve aynı kümeler benzer ve farklı varlıklar ihtiva eden grupları ifade ederken; kesişen kümeler, içlerinde benzeyen ve benzemeyen varlık bulunduran kümelerin ilişkisi üzerine kuruluyor. İki küme, benzemeyen varlıklar dışarıda kalmak şartıyla benzeyen varlıkların ortak alanda işaretlenmesi şeklinde resmediliyor. Bir bakıma iki ayrı parça sınır boyunda çakıştırılarak oluşan ara bölgede benzeyen unsurlar işaretleniyor. Bu ara bölgede yer alan her varlık, aslında iki tane ama küme grafiği içerisinde bir tane gösteriliyor. Bir bakıma benzer varlıklar eşleştirilerek evlendiriliyor ya da iki varlıktan bir eleman çıkartılıyor. Bu eleman, her iki ana kümenin özelliklerini taşıyor ancak ortak alanın malı/varlığı sayılıyor. Bir bakıma, iki kümenin ortak elemanı veya iki eşin çocuğu gibi bir şekil… Her iki eşin ortak özelliklerini taşıyan bir üçüncü eleman da denilebilir onun için… Melez yani o… Söz konusu melez yavru haddizatında ne o, ne bu lakin hem onun, hem bunun birer parçası sayılabilir.
Küme örneği, sınırboyu milletlerini anlatmak açısından açıklayıcı oldu sanırım; bununla birlikte bir durumu da aydınlatmış oldu: Yazının başlığının yanlışlığını… Bir daha bakalım yazının başlığına: Sınır Boyu Milletleri… Burada dikkat çektiğimiz kelime, “Millet…” Evet, birinci paragrafın son cümlesini tekrar ve eğip bükmeden yeniden yazmamız şart oldu: Sınırboylular, “Millet” kelimesinin tam karşılığına sahip değiller; bu bağlamda, özgün bir ırk saymanın imkanı da yoktur onları zira ortada melez bir grup var.
Melez olma durumu, “Sınırboylular”ın kanıyla sınırlı değiller; hâliyle dilleri, kültürleri ve fiziki görüntüleri de orta karar… Dinleri inançları da.. Ancak inançları zamanla baskın olandan -ya da haksızlık etmeyelim kendilerine- doğru zannettiklerinden yana evrilebiliyor.
En kötüsü, bu kabil grupların insani ve dolayısıyla sosyal duygu dünyalarında da bir “ortadanlık” fluluğu oluşuyor kanaatimizce. Şurası bir genel geçerdir ki iki güçlü kimlik ve kişilik arasında gelişen üçüncül alan kendi özgün kimlik ve kişiliğine sahip olamıyor. Örneklemek gerekirse: Biliyorsunuz, bu satırların yazarı, bir çiftçi oğlu; bu sebeple gençliğnde tarla tabanla haşır neşir olmuş biri. Yani biz, çiftçilik yaptığımız zaman içerisinde, yan yana gelen buğday ve çavdar ektiğimiz tarlalarımızın sınır sınıra çakışan kısmında buğday ve çavdarın aynı alanda büyüdüğüne şahit olurduk zira ekim anında karşılıklı olarak tohumlar sıçrardı birbirine. Ve biz çiftçiler, o alanın ürününü ne buğday, ne çavdar sayardık zira hasat edilen ürün yakın oranda karışık olurdu. Bu karışımı ancak hayvan yemi olarak kullanırdık çünkü o karışımdan ne un olurdu ve ne de tohumluk. Bir başka tarifle biraz ondan, biraz bundan husule gelen ürün karışımı, gözden dışarı olduğu için çuvallara konmaz; ahırdaki hayvan Musullarındaki yerini alırdı. Dedik ya biraz ondan, biraz bundan…
***
İşte, sınırboyluların haleti ruhiyesini özetleyen tarif bu: “Biraz ondan, biraz bundan olma” hâli… Bu şekildir ki sınırboyu ya da “Tampon Bölge İnsanları”nın özgün bir kimlik ve kişilik inşasını engelleyen yegane ya da temel unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle orjinal kimlik ve kişilik yoksunluğu, millet olmama durumuna sebep olmakta ve bu durum sınırboyluların temel kaderi olarak süregidiyor, süregeldi…
Ee, haklı olarak soruyorsunuz: Sınırboylu sınırboylu… Kim bu sınırboylular? Bu kabil arkaik kavimler, hususiyetle kökü tarihin derinliklerine dayanan, çoğunlukla imparatorluk kurmuş ya da imparatorluklarla bir şekilde muhatap olmuş milletlerin varoşlarında yaşayan vasal ırklar…” diye tarif edilebilir. Doğudan başlamak gerekirse Çin’in etrafındakiler, Orta Asyalı Bozkır Türklerinin etrafındakiler, İran’ın, Arap coğrafyasının çevresini kuşatan azınlıkların tamamı sınırboylu tarifinin içine girer.
Örneklemeyi biraz daha müşahhas şekle getirmek gerekirse mevzuya “Kimler, sınırboylu olmayan milletler?” diye sorarak girmek gerek.
Bir insanı tarif için nasıl ki babasının üzerinden iz sürülürse milletlerin menşei araştırılırken de baba ya da ataya gitmek şarttır. Bu durumda, hangi milletin babasını bilip de ona gideceğiz? Bu mümkün değil ama babaya gitmek yani “en baba”ya gitmek olasılığımız var. O hâlde gidelim: İnsanoğlunun dipbabası olarak, pozitivist bilim, her ne kadar bir hücre tarif etse de işin o kadar küçüğü bize kılavuzluk yapmaya yetmez; tabiatıyla yaptırmayız da… İkinci önerme olarak, maymunu da Darwin’e havale eder geçeriz. Bizim için aslolan tek seçenek “Yaratılış” hakikatidir ve bu itibarla dipata Âdem’dir. Ancak makalenin aradığı ilk ata ve ilk peygamber olarak, Havva’nın kocası da değil, Nuh’tur. Zira Hz. Nuh, ilk kez kavimleşen insanlığın babası olarak, Hz. Adem’den farklı bir konuma sahiptir bizim için yani daha belirgin ve belirleyici biri.
Teolojik hikayeler, gerek Kur’an ve gerek Tevrat’ta birbirini tamamlayacak nitelikte seyrediyor hatta Sümer, Akad, Elam gibi Ortadoğu uygarlıklarına ait ezoterik hikayelerde yer alan belli belirsiz anlatımlar da semavi kitapların retoriğiyle senkronize bir durum arz etmekte… Bu kutsal menkıbelere göre Nuh Peygamber, ilahî plânlar dahilinde ve kendisine vahiyle emredilen gemisini yapmaya başladığında, kırk yıl sürecek bir dülgerlik macerasına girişmişti. Bu hummalı çalışmalar sırasında ona, yardımcı olan üç oğlu vardı: Yafes, Sam ve Ham… Aslında, “İnsanlığın İkinci Atası” unvanlı Peygamberin oğul sayısı, üç değil daha çoktu. Dördüncü oğlun adı Kenan’dı ancak o, babasına yardım etme niyetinde olan biri sayılmazdı zira babanın eşi ya da eşlerinden biri gibi o da inananlardan değildi. Bilmiyoruz; belki de ana oğul birlikte reddediyorlardı kadim hakikati. Her neyse!
***
Gemi, bir baba üç oğul ve bir ya da birkaç inananla tamamlandı. Bu hususta fakirin kanaati, gemiye emeği geçen Nebi’nin yanı sıra sadece üç oğluydu. Ve o üç oğul, insanlığın Tufan sonrasındaki birinci kuşak babaları olmaya hak kazandılar; Tufandan sonra yaşayan Âdemoğullarının tamamı, o üç oğulun belinden indi.
“Peki bu üç genç dülger eratının evlatlarını veren kadınlar kimdi?” diye bir soruya gerek görmüyoruz. Elbette eşleriydi yani üç genç adam, gemiye eşleriyle binmiş olmalılar. Ve tabi anneleri ve babalarıyla beraberce maaile yani. Buna göre Yafes, Sam, Ham ve onların eşleriyle beraber Baba Nuh, Nuh’un eşi ya da eşleri… Hepsi buydu “Kader Gemisi”nin yolcuları… Tabi, bir de hayvanlar âlemi, ilk transatlantiğin şanslı müşterileriydi. Hatırlarsanız; hayvanlar âleminin gemiye dahil olan çiftlerinin tefekkürünü, daha önceki Ajanda dergilerinden birinde ve “Nuhoğullarının Serencamı” adlı makalede yapmıştık. Girmiyoruz bu itibarla…
***
“Tufan Gemisi” bir yılı yaklaşan bir süre, yerden ve gökten üzerine fışkıran seller arasında tam 367 gün yaşam savaşı verdi. Sürenin sonunda sakinleşen yeryüzünün sivri uçlarından birinin, Kur’an’ın dediğine göre Cudi Dağı’nın zirvesine oturdu Gemi ve İlahî plânda murad edilen yolculuğunu tamamladı. Geminin oturduğu Cudi için Anadolu’nun güney doğusundaki Cudi Dağı’dır diyenler de var; Cudi herhangi bir dağ anlamında kullanılmıştır diyenler de… “Cudi, bölge halklarından birinin şivesinde zirve ya da dağ anlamında kullanılan bir kavramdır.” diyenlerin iddiasını çok anlamlı ve üzerinde durmaya değer görmediğimiz için geçiyoruz. Ayrıyeten Cudi’nin neliği çok da mühim değil nasıllığı daha önemli. Nasıldı peki? Demir atmaya en uygun yapıdaydı ve bölgeye hakim olması olmazsa olmazlardandı yani kıyıda, köşede kalmış bir Cudi, ikinci grup yeryüzü konargöçerlerinin işini zorlaştırırdı. Eski Dünya diye adlandırılan üç kıtasının tam ortası, Cudi’nin koordinatlarını verebilir bize. Haritaya bakmak lazım!
Cudi’ye demir atan geminin yolcuları, dağ etrafında uzanan düzlükler belirginleştiğinde elbette karaya ilk adımı atma zamanının geldiğini anladılar. Bu an, Baba Âdem’in, Serendip adasındaki Ademdağı’na ayak basışından daha anlamlıydı zira dünyanın Kıyamet’e kadar uzayan formatının ve “popülasyonik şemail”inin ilk fırça vuruşuydu. Acun, Âdemoğullarının kategorisiz hazırlık evresini tamamlıyor ve “kavim kavim” yapıldığı devreye giriyordu. Bu devre, kısa bir süre aile aile, uzun bir süre sülale sülale, daha uzun bir süre aşiret aşiret devam edegidecekti. Sonra kavimler ortaya çıkacaktı. Kavimleşme 1789 Fransız Devrimi’ne kadar gri alanda yürüyecek ve söz konusu devrimle birlikte siyah beyaz keskinliğinde karar kılıp milletleşecekti.
İnsanlığın ilk aileleri belli: “Yafes ailesi, Sam ailesi ve Ham ailesi…” İşte, bu aileler, insanoğullarının fideliği oldu ve ilk kavmi çekirdek, görevini yerine getirdi. Yani kavimlerin büyükbabaları Yafes, Sam ve Ham’dı ancak öz babaları, bu üç kardeşin oğulları oldu. Büyük bir ihtimalle ilk kavimler, adlarını da Nuh’un torunları olan bu babalardan aldılar. Peki, bir soru daha: “Dünya yüzündeki milletler, sayıları her kaç ise ikinci evrenin üçüncü kuşağı olan Torun-u Nuh’tan mı doğdu?” El cevap: Hayır! Onlardan doğanlar birinci kuşak kavimler olarak tarihteki prototip durumlarıyla yerlerini aldıktan epey sonra yeni kavimleri doğurdu; ikinci, üçüncü ve daha sonraki kavimlerin rahmi oldu. Buraya, daha alt paragraflarda devam etmek niyetiyle bir virgül atalım.
***
Aradan geçen zaman içinde gerek birinci kuşak kavimler, gerekse daha sonra tarih sahnesine çıkan tali toplumlar arasında varlığını devam ettirenler bulunduğu gibi kaybolup gidenler de oldu. Yaşantısına, kısmen evrilerek devam edenler olduğu gibi ve hâlâ, değişim üzerinde olanlar var. Sonuçta, kavimler de birer kader üzre halkediliyor ve o kader dairesi içinde, hayatiyetlerini devam ettiriyor. Aralarında uzun bir ömre sahip olanlar da var, olmayanlar da…
Kadim efsaneler, bir Atlantis ülkesinden ve o masal ülkede yaşayan Atlantisli soydan söz eder; “Hani şimdi neredeler atlantisliler?” diye sormakta bir mahzur yok hatta sormak lazım. Cevabı flu bir efsanenin satır aralarında saklı. Onlar gibi Hint Okyanusu’ndaki kıtalarında oturan “Mu Irkı”nın da alacakaranlık bir efsanesi var ancak kendileri yoklar. Haydi, geçtik efsanelerden ve efsanevi kavimlerden; tarihin bahsettiği Fenikeliler, Kartacalılar, Hitityalılar, Sümerler neredeler? Bu saydıklarımızı, zaman içinde yok olan ya da kaderlerini tamamlayan ve ilahî plânda yaşamalarına gerek görülmeyen kavimler olarak algılamak mümkün… Bir de bu ara zamanda var olan kavimler var: Mesela, fakirin yazılarında sık sık sözünü ettiği Tötünlar… Günümüzde kendini “Töton Irkı”ndan sayan birileri yok ancak ona nispet eden bazıları bulunmakta: Almanlar, İngilizler ve Fransızlar gibi… Bu ulusların tarih sahnesine çıkış tarihleri biliniyor: Sıfır tarihinden itibaren ve Tötonlar olarak var oluveren çakır gözlü, sarışın insan toplulukları, sıfırla beş yüz arasında Tötonken 500 ile 1500 arasında ayrı ayrı milletler olarak kendi dillerini konuşup kendi devletlerini oluşturdular. Bir başka örnek Ruslar… Tarih sahnesine çıkışları, daha dün gibi bilinen bu ırkın bidayetinde Korkunç İvan diye bir knezin dirayeti yer tutmakta. Misal Portekiz halkı, bunlar da tıpkı Ruslar gibi en yeni milletlerden biri olarak örnek teşkil ediyor bize ve bu halkın geçmişi, birkaç yüzyıl öncesine gitmiyor. Tıpkı Portekiz gibi bütün Latin Amerika halkları da İspanyol rahminden doğmuş durumdalar ve henüz gelişmemiş “milletimsi”ler olarak kendilerini tarife ve tarihe hazırlıyorlar.
***
İki üst paragrafta virgül attığımız yere geri dönelim ve kaldığımız yerden devam edelim: Tahmin edileceği gibi bu yazının birincil amacı, ilk kuşak kavimlerin izini sürmek… Bu itibarla çoğalarak kendi geniş ailelerini kuran ilk üç oğul olarak Yafes, Sam ve Ham’ın babalarıyla yaptıkları ihtimal dahilinde olan Jeostratejik toplantıyı çok mühimsiyoruz. Diyor ki artık iyice yaşlanmış ve belki, dokuz yüz küsur yaşına gelmiş olan Nebi Nuh; “Bakın evlatlarım; artık bu dağın etrafına sığınamayacak kadar çoğaldınız. Bu durumda, alın ailelerinizi yanınıza ve sürülerinizi sere serpe otlatacağınız yeni mer’alar bulmaya gidin!” Evet, mealen buna benzer bir konuşma geçmiş olmalı İkinci Baba ve üç oğlu arasında. Ondan sonra Yafes’i kuzeye giderken; Ham’ı güneye yol alırken gördü yeryüzü. Sam ise babasına en yakın yer olan Ortadoğu coğrafyasının sahibi oldu. Asyalılar, Afrikalılar ve Avrasyalılar kendi biogenetiklerini ve tabi kültogenetiklerini oluşturma işine koyuldular. Kur’an’ın ifadesiyle; “Birbirleriyle tanışsın ve bilişsinler…” İlahî muradıyla kavimleşme, böylece başlamış oluyordu insanlık tarihinin ikinci sahnesinde ve Cudi dağının etrafındaki geniş düzlüklerden yola çıkarak.
Nuh Baba’dan ayrılan oğulları, ikinci ayrışmayı gittikleri kıtalarda yaşamış sayılmalılar. “Kıta babaları” diyebileceğimiz üç Nuhoğlu’nun genç evlatları, kendi aileleriyle bir yan bölgeye geçerken ilk sülalelerin de temelini atmış oluyorlardı. İşte, bu ilk sülaleler, kısa bir süre sonra ilk kabile ya da aşiretlerin, onlar da birincil kavimlerin su basmanı olacaktı. Bunlar üç aşağı, beş yukarı günümüzde de belli. Mesela, Afrikalı Ham’dan türeyen ilk milletlerin sayısı çok değil, diğer kardeşleri gibi az ve bu skalada Habeşliler, Koptlar ve Sudaniler yer alıyor. Ancak bugün Afrika’da mekan tutan onlarca ulus, bu üçlüden türeme denilebilir. Yani tali uluslar olarak Berberiler, Orta Afrika kuşağında Tuarekler ve daha güneyde yer alan Kush ırkları pigmeler falan…
Hami ırklar gibi Samiler de bidayette üç beş taneydi. Bunların başında Fenikeliler, Aramiler, Amelikalılar yer tutuyordu. Ancak zaman içinde bunların özgün takipçileri kalmadı ve tali ırklar türeyerek Sami geleneğini devam ettirdi. Günümüzde bunların en belirginleri Hz. İbrahim –ki kendisinin Arami olduğu ihtimal-‘in iki oğlunun babalık yaptığı İsmailoğulları ve İshakoğulları yani Araplar ve İsrailliler. Fenikelilerin devamı olarak da Rumlarla başlayan Akdeniz esmerlerini sayabiliriz.
***
Çıkalım Kuzeye ve Asyalılara bir göz atalım: Yani Yafes’in sulbünden gelen birincil milletlerin kimliklerinin peşine düşelim. Asyalı Yafesilerin başında Türkler geliyor, sonra Moğollar, Mançular ve Koreliler… Bunların dışındaki Kuzey, orta ve güney doğu Asyalıların tamamının ikinci, üçüncü kuşak kavimler olma ihtimali oldukça yüksek. Asya’da Yafesoğlu olmayan tek millet grubu Hint kıtası ve çevresinde yaşayanlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu grubun Sami ve Hami kırması üçüncül soy oldukları kanaatindeyiz. Hindistan’dan yola çıkan ve Kavimler Göçü şeklinde batıya yürüyen ve günümüz kuzey ve batı Avrupa halklarını oluşturan grupların genetiği dördüncül ve Hindistan çıkışlı grupların Yafesilerle eşleşmesinden sondan bir önceki formata evrilmiş olmaları muhtemel. Son şekilleri de bugünkü tarifleri olarak dünya milletler skalasında yer alan halleridir tahminen.
Tekrar geri dönelim ve her şeyin doğrusunu Alim olan bilir diyerek bir ara özet yapalım: Nuh dedenin üç oğullarının belinden inen ve sayıları birkaç elin parmakları adedince olan birincil milletlerin dışında kalan tüm ırklar, “Sınırboyu halkı” sayılabilir. Ancak hayatlarının belli bir döneminde sınırboyu tamponları olan halklar, zaman içinde kavimleştiklerinde kendi varoşlarına devrettikleri yaftalarından kurtulmanın heyecanıyla skaladaki yerlerini alıyor. Bu evrilme, tarih bounca devam edegeldi ve her devir kendi sınırboylusunu kavimleştirme vazifesiyle tarihe katkıda bulundu. Bu “İçtimai Devinim” hiç durmadı ve günümüze kadar süregeldi ve süregidecek. Lakin şunu söylemeden geçmemeliyiz: Tarihin bir noktasında sınır boyu halkı olarak ortaya çıkmış, her sosyal grup illa da kavimleşecek diyerek bir postülat ortaya koymak da sosyloji bilimine uygun düşmez; sonuçta burada işlenen hususun, matematiğe dair bir kesinkeslik değil, sosyal ilme ait bir çıkarsama olduğunu unutmamak lazım.
***
Devam edelim ve gelelim günümüz sosyo devlet yapısı içinde yer alan sınırboyu milletlerine: Yazının baş kısımlarında söz edildiği gibi dünyanın siyasi haritasında, Hindistan’ın etrafını kuşatan bir sınırboyu kuşağından söz edebiliriz. Bunun gibi Çin’in güney doğusunda milletimsi sınırboylulara rastlanıyor. Rusya’nın Avrupa bölgesinde, “Sınırboyu Kavimcikleri” haddinden fazla. Ve tabi Asya’da İran’ı unutmamak gerekiyor. Bunun gibi Türkiye’nin güneyinde, doğusunda ve güney doğusunda ciddi sayıda sınırboyu sosyal grupları mevcut. Afrika’ya geçince, orada da “Sınırboyu Sosyalitesi” açısından zengin bir müktesebatla karşılaşmak olası. Hakeza; Latin Amerika’nın da ciddi sayıda sınırboyu topluluklarını bağrında barındırdığı görülüyor.
İçinden yeni çıktığımız 20. Yüzyıl, sınırboyu yapıları belirginleştiren bir turnusol gibi davrandı ve bütün kabile, aşiret, boy oluşumlarını, kavimleşeme hususunda kışkırtıcı bir rol oynadı. Lakin aynı yüzyıl, milletleri ve sınırboyu kavimlerini ve aşiretleri, oldukça sağlam hudutlar içine hapsetmişti. Hani ulus devletler yüzyılıydı ya, o minvalde… İşte, bu hapsedilmişlik hâlidir ki mevcut milletleri, topyekûn bir savaşın eşiğine, sınırboyluları ise terörvari eylemlerin ortasına getirip bıraktı. Bu yıllarda yaşananların tarifi: İnsanoğlu, sosyo bataklığın ortasında debelene debelene girdaptan kurtulmaya çalışıyor ya da çırpına çırpına daha da batıyor balçık bahrine. Kurtuluş imkanı var mı, varsa ne kadar mesafede, sorusu hak oldu burada… Ya da toptan keselim tren biletini, çare ne? Kestirmeden söyleyelim: “Yeniden İmparatorluklar çağına dönmek…” Eğer böyle dersek, ayıplamayın lütfen! Sözünü ettiğim, imparatorluklar çağından kasıt, imparatorlukların kavimler üstü yaklaşımıdır. Bu yaklaşımı günümüzde kısmen hayata geçiren ülke, Amerika’dır ancak en başarılı örnek Osmanlı olarak duruyor tarihte. Zaten ABD’nin, Osmanlıyı örnek aldığı iddia edilir ki öyleyse, orada ortaya konan örnek, olabildiğince kötü olarak gözlemleniyor; Osmanlı bu kadar berbat olamaz!
İnsanlık tarihini bir çıkmazın başına çakan “Sınırboyu Topluluklar Enflasyonu” sonucunda sorun yaşayagelen Türkiye’nin, Bizatihi Osmanlı mirasçısı olması, 21. Yüzyılı anlama ve yorumlamada, Ankara’ya kolaylık sağlayacaktır. Yeter ki topyekûn olarak Anadolulular, 1999’u hatta daha öncesini yaşamaya devam anakronizminden kurtarılıp 2000’in ilerisine geçme becerisini göstersin. O zaman iş çok kolay olacaktır!
Ha gayret, Anadolu halkı! Irki plânda Türklük, Kürtlük, Çerkezlik vb gibi… İnanç düzleminde Sünnilik, Alevilik gibi ayrımlaşmaları yaparken bakılması gerekenin, ana millet ve tali millet tarifinin iyi yapılması gerektiğini hatırlatarak, “Sınırboyu Kalabalığı”nın sendromuna kapılmamak gerektiğini hatırlatmak isterim. Herkes, kendini son babaya göre değil de dipbabaya giderek tarif eder ve ona uygun bir gelecek koordinatı belirlerse kendisi için yaptığı bu belirleme, herkes için son derece pozitif bir sonuç doğurur. O hâlde haydi, en yakın ortak baba da ya da dipbaba da birleşmeye!
Ve Allahualem…
Ahmet abi Allah razi olsun.Emeğinize sağlık.Diger bölümü sabırsızlıkla bekliyoruz.
güzel bir metin olmuş. tanım tarif ve yaklaşımlar kendi içinde doğru olabilir.lakin son prağrafta ulaşılmaya çalışılan HEDEF kanımca yanlış yolu gösteriyor.neden mi. yazının giriş kısmında belirtilen kümeler konusu var ya. oradan başlamak gerekirse konuya şu şekilde giriş yaparak zenginlik katmak istiyorum.kıvırmadan bodoslama dalmak istiyorum iki küme düşünelim birisine millet yazalım diğer kümeye ümmet yazalım.soru hangi küme diğerini kapsar.yani hangi küme diğerinden üstündür büyüktür .millet küme simi ümmeti kapsar , ümmet küme simi milleti kapsar bunun cevabını aklıselime bırakıp geçiyorum.tarihsel sürece baktığımızda ümmet küme si ile yola çıkmış bir medeniyet bu medeniyetin insanoğluna kattıkları ve katmaya devam ettikleri ile ondan 11 asır sonra ortaya çıkmış millet medeniyeti ve bu medeniyetin insanoğluna kattıkları ve katmaya devam ettiklerini bir karşılaştırmayı da yine aklıselime bırakıp geçiyorum. son baba dip baba gibi kavramlara sığınacağımıza biz insanlar için tekamül ettirilmiş kitabın ışığında önderliğinde babalara sığınmak kanımca daha doğru olur.eğer bu evrenin bir yaratıcısı olduğuna inanıyor isek. e canım onada inanalım bizim söylemek istediğimiz farklı şeydi bunu kastetmemiştik konuyu farklı mecralara çektin gibi sözleri duyar gibiyim.bu konunun farklı mecralara çekilecek bir yönü de yok.nasıl ki iki kere ikinin dört ettiği varsayılıyorsa bu varsayım çoğunluk tarafından kabül görüp kanunumsu şekle evrilmişse insanoğlunu son baba dip baba yada hangi babaysa bir babaya bağlamak bir baba aramasına yöneltmek kanla , gözyaşıyla, katliamla, terörle biter. insan ırkını tehlikeli mecralara iter. kuran-ı kerimin arapçasını şahsen bilmiyorum ve okuyamıyorum.ancak türkçe mealini fırsat buldukça veya bir konu hakkındaki görüşünün ne olduğunu öğrenmek istediğimde okurum. çok ilginçtir her okuduğum da farklı anlamlar ve yorumlar çıkabiliyor. bu benim ayni metni okuma sürem içerisinde yaşadıklarım ve edinimlerimle de direk bağlantılıdır diye düşünüyorum. her ne olursa olsun onun mükemmel bir kitap olduğuna hiç şek ve şüphe yok. baba aramaya gerek var mı yokmu varsa bu kitap ışığında bakılması ve aklıselime devredilmesi dilek ve temennilerimle yeni yeni yeni videolarınızı ve yazılarınızı hararetle bekliyor ama yeri geldiğinde rezervimizi de koyacağımızın bilinilmesini de isteriz.bu arada zülkarneyn videosunun devamını hala bekliyoruz.selam ve sevgilerimizle