1979’da İran İslam Devrimi gerçekleşti; nokta… Her ne kadar cümlenin sonuna gramerin gereği olarak “nokta” koyduysak da oraya en yakışan imla işareti “noktalı virgül” olmalı zira “Humeyniyan Devrim” İran coğrafyası üzerinde olmuş bitmiş bir olay değil; henüz başlamış bir prototiptir. Bidayetten itibaren, “Humeyniyan tasavvur” bir pergel gibi sivri ayağını “Kum’lu zemin”e bastırıp dünya yüzeyinde halka halka genişlemenin startını vermişti. O zamanlar, başta Türkiye olmak üzere, çevre ülkeler bunu “devrim ihracı” olarak adlandırarak tavrı almakta gecikmemiş ve karşı taarruza geçmişlerdi; hatırlayacaksınız.
“Humeyni Farsizmi,” miladi 640’lı yıllarda “Zerdüştik kisra yönetimi”nin Nihavent Savaşı’yla “Kutlu Ateşi”nin söndürülmesiyle birlikte geçen 1330 yıllık moladan sonra, gerçek manada, “İranlıların İran’a hakim olması hareketi”ydi. Yani 1735 yılındaki “Zend Hanedanı”nın atmış yıllık “yarı hakimiyeti”ni ve bir o kadar yıllık Pehlevi sahiplenmesini saymazsak, Fars ülkelerinde İranlılar iktidarda değillerdi. Zend, Pehlevi ve Humeyniyan yönetimleri arasında sonuncusu, ilk ikisine karşı, “İsnaAşeriyeci” fanatizmi nedeniyle çok farklı bir çizgiye oturmuş durumdaydı. Bu yanıyla “ŞahSmayilci” bir manzarası vardı ama 1501’den 1735’e kadar İran’ı idare eden Safevi hanedanı, Acem değil çağdaşı Osmanoğulları’ndan bile kat be kat daha “Türkmen”di; 1790’dan sonra iktidara oturanlar da yabancı değil, bizim Kaçar Türkmenleriydi ve üç aşağı beş yukarı “Smayil Türkmenciliği”ni devam ettire geldiler. Yani söylemek istediğimiz “Türk açığı” şudur ki, İranistan’ın idaresi, Nihavent Savaşı/Sasani Kisracılığı sonrası tarihinde ilk defa, tam anlamıyla “İran ırkı” ve “İran ırkının özgün İslamı”nın eline geçmiş oldu. Bu itibarla “Derin İran”ın ülke tasavvuru, kadim “Ahameniş/Persiyan” imparatorluğunun akıl almaz genişlikteki coğrafyasını ele geçirmenin yanında, “Emevi İslam Cemahiriyesi”nin Endülüs’e kadar uzanan topraklarında “Fars On iki İmamcılığ”ını hakim kılmak olarak tarif edilebilir. Humeyniyan anlayışta derin amaç; ırki ve dini olmak üzere iki kere büyütülmüş ve pekiştirilmiş durumda ve esas olan bu amacı ölümüne hayata geçirilmeye çalışmak… Bir kere daha ve büyük harflerle yazıyorum: “ÖLÜMÜNE…” İşte, bugün bu yüzden, her ne parasını olursa olsun “Nükleik İran” hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Soralım özümüze: Derin İran’ın, ateşli plânlarında bu kadar ısrarcı olmasının nedeni ne olabilir?
Bir: “İranistan”ı çevreleyen ülkeler içerisinde yer alan “Truva atları” sayılabilecek dini ekalliyet, “Humeyniyan tasavvur”un iştahını kabartan ilk etken olarak karşımıza çıkmakta… “Kim bu boz atlı Truvalılar?” sorusunun cevabı uzun ve bir o kadar da “Yok artık!” dedirtecek kemiyyete sahip. Çevre ülkelerde -ki tamamı Sünni olarak biliniyor- yer alan Şii oran, “altın oran” kadar bereketli duruyor nüfus sayımı sonuçlarında. Pek çoğumuza göre Şiilik, İran ile eşdeğer olduğu için Şiilerin vatanı da İran’dır. Ama “Kazın ayağı öyle değil…” İslam ülkelerinin derununda istemediğiniz kadar Şii nüfus yaşamakta. Hadi sayalım: Bizim Azerbaycan, baştan ayağa Şii nüfusa sahip; iyi mi? Pakistan’ın yüzde yirmisi, Irak’ın yüzde yetmişe yakını, Afganistan’ın yüzde yirmiden fazlası, Suriye’nin yüzde onu, Saudiya’nın yüzde on beşi, Katar’ın çeyreği, Bahreyn’in yüzde yetmiş beşi, Kuveyt’in yüzde otuzu Şia’dan oluşuyor. Ha bu arada, Lübnan’ın yüzde kırk beşini de unutmayalım. Bu arada Türkiye’yi hiç saymıyorum; tarihinde, “Ben de bu yayladan şaha giderim.” heveslenmelerinin “Celali isyanları” adı altında, yüzyıllara ulaşan uğraş hikayeleri yazılı olan bir memleket tarihinin sahibiyiz biz… Varın içimizdeki, “öteki” popülasyonun hesabını siz tutun gari.
Evet, manzara bu! İranistan için çevre tam bir “Truvalılar diyarı” niteliğinde görünüyor. Bu durumda Acemlerin ağzı neden sulanmasın; ki ben olsam, böyle bir durumda salyam sümüğüme karışırdı, sizinki karışmaz mı?
İki: Bugün, İran’ın yerinde olup da salyası sümüğüne karışmayan ülkeler de var; mesela Türkiye… Mesele ırki aynılıksa eğer, bütün Orta Asya “Türkü çığırıyor.” Yok, Sünnilikse boydan boya Ortadoğu ve uzaklığına bakmadan baştan başa Kuzey Afrika şeridi de Türk’ü çağırıyor. Yani irmik ve şeker hazır fakat Türkiye’nin bu bölgeleri “helva niyetine ham yapmak ve afiyetle yutmak” için “derin plânlar” yaptığını sanmıyorum. Ama şartları Türkiye’ye göre daha vasat olan İran’ın derinliklerinde “Caferi İmparatorluğu” kurma iştahı neden bu kadar kabarık? Analize muhtaç!
Efenim, herkes gücü ölçüsünde plân yapar; gücünü aşan konularda yapacağı ise pek yoktur; çok hevesliyse hayal kurup oturmaktır. İran, hayal kurmakla kalmayıp ayrıntılı plânlar yaptığına göre, tarihi Ahameniş/Persiyan İmparatorluğunu canlandıracağına şartsız şutsuz inanıyor demektir. İnsan sormadan edemiyor; bu Acemiler, bu kadar neye ve kime güveniyor ki? Yoksa kendi güçlerinden çok güvendiği bir başkası/başkaları yani sağlam bir arkaları mı var? “Önün yoksa arkan olsun..” diye bir söz var mı bilmiyorum; eğer yoksa biz uydurmuş olalım yani arka önemli! Rahmetli anam anlatırdı: Adamın birini önden dövüyorlarmış ama o; “Ah arkam ah!” diye feryat ediyormuş. Sormuşlar adama; “Yahu önden sopalanıyorsun arkana acıyorsun; bu nice hâldir?” Cevaba bakın: “Benim arkam dediğim, beni kollayacak olan, arkamda duracak güç! İşte o yok bende, olsaydı bu sopayı ben değil, bana atanlar yerdi. Arkam olsa dünyaya meydan okurdum Allah’ıma!”
Evet, iddiamıza geçelim: Gerçekte arkası boş, önü dolu (gibi) görünen ve dünyayı karşısına almış (gibi) olan İran’ın müttefikleri o kadar çok ki… Hangi birini sayayım demeyeceğim ve üşenmeden sayacağım ve o zaman saymanın ne kadar kolay olduğunu göreceksiniz. Bugün, Tahran’a düşman gibi görünen hangi devlet varsa o aynı zamanda İran’ın “gizli müttefiki”dir. Başta İngiltere, İsrail ve Amerika olmak üzer Almanlar, Fransızlar ve benzerleri… Rusya ve Çin’i zaten saymıyorum zira onların müttefikliği ayan beyan ortada duruyor…
Olmadı şimdi, istirham ederim ağalar, istihza ile dudak büzmeyin… Buraya kadar yazdıklarım için “Yozgatlı Ahmet Efendinin uçuk kaçık fantezisi” derseniz gönlüm kalır; bilmenizi isterim ki, hakikatin kendisini ve tamı tamına inanarak yazmaktayım. Efenim burada duralım ve tüm ittifaklara taktik değil stratejik olarak bakalım lütfen. Ben derim ki, kısa vadeli ortaklıklara “kulak asmayın,” payda ortaklığını kıyamete kadar uzatın ve öyle karar verin, kimle dost, kimle düşman olacağınıza. Burada, yeri gelmişken hatırlatalım; altı ay evvel bizimkiler, Suriye ile ortak kabine toplantısı yapmadılar mı? Ancak şimdi “ha girdik, ha giriyoruz” modunda geziniyor olmamızı nasıl bir dostluk metresiyle ölçebiliriz ki?
***
Burada biraz geriye gidelim. Yıl 1979… Humeyni Tahran’da… Ak sakallı Ayetullah, Fransa’ndan geliyor. Peki bu geliş sırasında, yaşlı din adamının yanında kim ve ne bulunuyordu acep? Bu sorunun cevabını kimsenin bildiği yok. Ama dikkatinizi çekerim; yaşlı bir ayetullah, bir Fransız uçağıyla Tahran’a indiği anda Batı Asya’nın en güçlü hükümdarı “Şehinşah Rıza Pehlevi” apar topar “tabanları yağlıyor” ve soluğu Mısır’da alıyor. Çağının “Darius”u kadar güçlü olan Rıza Şahı, bu kadar korkutan neydi ki, yaşlı ayetullaha karşı itirazın en küçüğünü dahi yapmadan “zilliği kırdı” ve bir miskin gibi sığındığı ülkede bir-iki ay sonra “ödü patlamış olarak” öldü, gitti; adı sanı kar suyu gibi eridi, unutuldu. Bu hikaye, İran’ın gizli bir arka gücünün varlığını ispatlamaya yetmez mi. O hâlde hikâye bitmedi… Koskoca şah hanedanlığını, ihtiyar bir din adamının güçsüz nefesiyle yere çalan gizli güç, “piyangodan kurulan Şia Devleti”ne yardımlarını sürdürmekten imtina etmediği görülüyor: İran’ın iki yakasında yer alan Sünniliğin kalelerinden, bu manada İran Şiiliğine karşı açık düşmanlıktan çekinmeyen iki devletin peş peşe işgal edildiğini “yaşlı Kum beyi”ne dost ve müttefik kıyağı olarak yorumlamak gerekmez mi? Evet Afganistan ve Irak’tan söz ediyorum. Artık ne eski Afganya var ne Irakistan… Bunlardan ikincisi nerede ise bir Şii devleti hâline gelmiş durumda; birincisi ise can çekişiyor. Yukarıda, can çekişen bu ülkenin yüzde yirmisinin Şii nüfustan müteşekkil olduğunu söylediğimizi de unutmadınız umarım.
Bitmedi… Gizli müttefikin saklı yardımları sürüyor: Tunus, Mısır ve özellikler Libya’yı “iki bir” dedirmeden alaşağı eden güç, söz konusu Suriye ve Esed-i Nusayri oluca kılını bile kıpırdatmıyor ve Türkiye’yi -hiç bir zaman izin vermeyeceği belli olan müdahaleye- kışkırtıyor. Böylece Suriye-İran dostluğunu sökülmez çivilerle perçinlerken, birkaç ay önce bahar havası yaşadığımız Esedistan edepsizlerini bayrağımızı yakacak kadar öfkeyle dolduruyor; durmuyor, İran’la aramızda örülme yolundaki ibrişim ipleri gerdiriyor. Suriye’ye bağlı olarak, Lübnan’ın Şii/Hizbullah devleti haline gelmesine ses çıkartmıyor hatta ülkesinde güçlü bir lider olan Hariri “kim vurdu”ya götürülüyor.
Bitmedi… Gizli müttefik saklı yardımlarına devam ediyor: Saudia’yı nüfusunun üç çeyreği Şii olan Bahreyn üzerinden zelzeleye maruz bırakıp sarsarak, apar topar küçük ada emirliğine sokuyor ve İran’la sıcak temas noktasına getiriyor. Aslına bakarsanız Saudluların, bırakın Bahrey’ni kendi topraklarındaki asayişi sağlamaya yetecek kadar bile gücünün olmadığını cümle âlem biliyor. Riyat krallığı, karakollarında ve kışlalarında polis olarak Yemenli, asker olarak Pakistanlı paralı lejyoner barındırıyor. Buna rağmen, bir komşu ülkenin sistemini korumak onlara düşer mi? Düşürüyorlar işte!
Bitmedi… Bu arada için için kaynayan Yemen de farklı değil. İktidardaki Sünni yönetime karşı ayaklanan kabilelerin çoğunluğu Şii karakterli. Devlet başkanı Salih Abdullah, bir gidiyor bir geliyor; temelli gittiğinde ise onun koltuğunda asi Şii aşiretlerin birinin beyini “kral ayarında emir” olarak görürseniz hiç şaşmayın.
Daha bitmedi ama kalanını saymayacağım zira yönetmenimiz Yavuz Selim kızıyor; derginin hazırlanışı esnasında onun en çok sarf ettiği cümle; Abi kısa yaz n’olursun; biliyorsunuz ki, yerimiz yok!” oluyor. E, o da haklı, sayfa fukarası garibim!
O hâlde sonuç olarak… Bırakın mevcut ittifaklara ve müttefiklere bakıp “anasını” almayı, asıl kenarına bakıp “bezini” almak durumunda olmalıyız. Artık ana hatlarıyla belli olan “İran’ın gizli müttefiki”ne göre; İslam nüfusu iki bölüm: Sünniler ve Şiiler… Bu noktada gizli müttefik kendi kendine soruyor: “On Birinci Yüzyıldaki haçlı seferlerinden bu yana kadim düşman olarak bellediğim asıl İslam, Şiilikte mi yoksa Sünnilikte mi temsil ediliyor?” Bu sorunun cevabının lamı cimi yok ve tek karşılığı var: O da asıl İslam Sünniliktir; Şiilik tali… Öyleyse her ne pahasına olursu olsun “NeoHaçlı Savaşı” Sünniliğe karşı sürmeli ve asıl İslam ve onu temsil eden milletler, yer yüzünden silinmelidir; bu silme süpürme işinde tali İslam iyi bir müttefik olabilir. Öyleyse yaşasın İran! İslam coğrafyasındaki “Mehdici Persiyan Hareket” için her türlü destek mübah! Yüzyılların yaşanmışlığının intikamını almak için yanıp tutuşan ve öc ateşiyle “Aşura günlerinde zincirli döğünmeler”le ölüm ve öldürme bilincini ayakta tutan hırslı bir devlet kurmak, bu devleti güçlendirmek, nükleer ölçekte silâhlandırmak, karşısında yer alan Sünni devletleri çökertmek… vs dahil.
Sözün burasında durmak gerekiyor: Yukarıda sözünü ettiğimiz Haçlı Seferleri sırasında Doğuya saldıran Batılı sergerdelerin karşısında, başta Türkler olmak üzere Sünni Müslümanlar vardı. Peki Haçlılarla ittifak yapmış olan Doğulu unsur kimdi? Tabii ki o asırlarda Mısır ve kuzey Afrika’nın bir bölümünde devlet kurmuş olan Şii Fatımiler… Onlar; Anadolu’da, Haçlılara karşı çarpışan “Kılıçaslan devleti”ne destek verecekleri yerde “din düşmanları”nın yanında yer almaktan çekinmemişlerdi. Bunun yanında, Haçlı ezoterikleri sayılan Templiyan ve Hospitalyenlerle gizli ittifak kuranlar da bir başka Şii Batınileri olan Haşhaşiyundu. Ki bunlar doğum yeri Kutsal Kum şehri olan, çekirdek devletini İran Horasan’ındaki Alamut Lal’asında kuran Hasan Sabbahçılardı. Evet; Şii Fatımiler ve Sabbahiyye fedaileri, Sünnilere karşı Haçlıların yanında yer almış ve bu itibarla Selahattin Eyyubi’yle savaşmaktan çekinmemişlerdi. O gelenek, şu anda İran’da yaşıyor.
Durum bundan ibaret! Ve yazı geleneğimize uyarak bu satırlara “zurnanın düt dediği yer”i büyük harflerle yazmam gerekiyor: “TÜM DÜNYA İRAN’A DÜŞMAN!” PALAVRASINA İTİBAR ETMEYİP YÜZ YILLIK PERIYOTLARLA GELECEĞE BAKALIM. ŞU ANDAKİ TAKTİK İTTİFAKLAR/MÜTTEFİKLER BİR YANA… MESELA ELLİ, YÜZ YA DA İKİ YÜZ VEYA BİN YIL SONRA KİM KİMİN MÜTTEFİĞİ OLABİLİR. İŞTE, KAFA YORULACAK ASIL KONU BUDUR.”
Efenim bu sayıda bu kadar kafa şişkinliği yeter diyor ve her şeyin doğrusunu “Alim olan Allah bilir!” diyerek noktayı koyuyoruz. Hörmetlerimle…
***
Kitablarınız varsa onları nerden alabılırız
Saygılarımla.